Lütfen Tarayıcı Sürümünüzü Yükseltiniz.
BÖLÜM SPONSORU

Atilla Dorsay: "Mimarlık Hayatlarımızı Somut Olarak Biçimleyen Bir Sanat..."




Sizce mimarlık ve sinemanın ne tip ortak yönleri var ve ne derece içiçe geçebilen birer disiplin? Sinema ve mimarlık son derece içiçe geçen sanat dalları. Sinemanın iki temel boyutu olduğunu söylemişti yıllar önce bir sinema düşünürü: Zaman ve mekan. Gerçekten de bir hikaye belli bir zaman içinde ve belli mekanlarda geçer. En başarılı bulduğumuz filmler genelde bize mekan duygusunu en iyi veren ve zaman faktörünü en iyi kullanan filmlerdir. Tabi bir filmin başarılı olması için iyi bir senaryo olacak, çok iyi bir şekilde çekilecek, iyi oyuncular, iyi ışıklandırma ve iyi bir müzik olacak; ama bu meseleye bir cepheden bakmaktır. Biraz daha makro bir bakışla, hakikaten iyi bir sinema yapıtının zaman ve mekan denilen iki temel faktöre dayandığı ileri sürüldü ve ben elbette bir mimar olarak buna çok katılıyorum. Siz sinema yazarı ve eleştirmeni kimliğinizin yanında aynı zamanda Yüksek Mimarsınız. Sizce Mimarlık eğitiminiz sinema eleştirmenliğinize ne tip katkılar sağlamıştır? Ben şuna inanmışımdır; benim mimarlık eğitimim benim sinema eleştirmenliğime çok önemli katkı sağlamıştır. Sinemada da sevdiğim bazı yönetmenlerin Fritz Lang’dan Nicholas Ray’e mimarlık eğitimi almış olduklarını sonradan öğrenmem bu kanımı pekiştirdi. Bence sinema ve mimarlık çok yakın ilişkileri olması gereken çok komşu iki sanat... Mesela bazı filmler vardır; çok geniş bir mekanda çekilir ve çok kalabalık bir figüran kadrosu içerir. Ancak yönetmen bir türlü kamerayı gerekli yere koyamadığı için ne o mekanın genişliğini hissedersiniz ne de o kalabalık figurasyonun farkına varırsınız ve sonuç olarak çok etkili olabilecek bir çekim neredeyse boğucu bir hale gelebilir. Demek ki mekan seçiminden mekan kullanımına ve daha da ötesi o mekan duygusunu seyircide uyandırmaya kadar mekan çok önemli. Mekanı kullanmak da mimarlığın özü.

Fritz Lang (Metropolis, 1927)
1800’lerin sonlarından beri sinema ve mimarlık sürekli bir etkileşim içinde olmuşlar. Peki sizce şu an bu etkileşim ne boyutta? Çok genel bir bakışla mimarlık hayatımızı en çok etkileyen sanatların başında geliyor; çünkü mekanların içinde yaşıyoruz. Sonuç olarak şehirler, evlerimiz, meydanlar ve sokaklar birer mekandır . Ne yazık ki bunun bilincinde değiliz. Biz Türk toplumunun bireyleri olarak mimarlığı her zaman küçümsemiş, meslekten saymamış ve bugün bile çağdaş yaşamda kentleşmede ve modernleşmede mimara ve mimarlığa yer vermeyen bir toplum olarak bunun bilincinde değiliz. Oysa mimarlık hayatımızı en yakından etkileyen sanat dalıdır. Resimsiz veya heykelsiz yaşayabiliriz. Bir film de görmeyebiliriz bir süre ama mimarlık hayatlarımızı somut olarak biçimleyen bir sanat. Ben mimarlık eğitimi almadan da sokaklar, saksılarla süslenmiş bir pencere, aynı biçimde süslü bir balkon, temiz ve insanda ferahlık duygusu uyandıran meydanlar gibi şeyler beni çok etkilerdi. Mimarlık doğuştan beri kanımda, genlerimde ve hayata bakışımda var; ama şimdi bir sinema hastası ve sinema yazarı olarak bu ikisinin ne kadar sıkı bir bağ içinde olması gerektiğini daha iyi görüyorum. Birçok filmin de maalesef mekan açısından ne kadar yanlış biçimde çekildiğini, mekan seçiminden -mekan iyi bile seçilse- o mekanı sinema aracılığıyla ile vermede ne kadar yetersiz kaldığını görüyorum. Bu gibi durumlarda neredeyse tırnaklarımı etlerime batırıyorum.
Orson Welles (Citizen Kane, 1941)
Metropolis örneğini verdiniz, doğru. 1920’lerde sessiz sinema döneminde çekilmiş bu film hem bize olağanüstü bir mekan anlayışı sunuyor hem de kent olgusunun 20. yüzyılda ne kadar büyük bir rol oynayacağını bir peygamber edasıyla sunan bir film olarak belleklerimizde yer alıyor. Ama bunun yanısıra mimarlıkla ilişkisi olsun olmasın bazı yönetmenlerin mekanı kullanmada, daha doğrusu mimariyi filmlerine dahil etmede çok büyük başarısı var. Fritz Lang bunların başında gelir; belki de mimar olduğundan da ötürü... Onun yanısıra Stanley Kubrick’ten René Clément’e Akira Kurosawa’dan Orson Welles’e kadar birçok başarılı yönetmen var. Burada Orson Welles ile ilgili bir parantez açmak istiyorum. Yurttaş Kane bir mimarlık kullanma başarısıdır. Mekanların seçimi ve kullanımı görüntü yönetmenin ustalığıyla filmin adeta dramatik yapısına dahil olmasını sağlamıştır ve inanılmaz bir başarıdır. Sonuç olarak mekan kullanma becerisi ve mimarlık duygusu en büyük ustaların en büyük yapıtlarına damgasını vurmuştur. Yeni sinemacılar arasından İstanbul’u mekan olarak film dökenlerden en beğendikleriniz kimlerdir? Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak filmdeki İstanbul kullanımı olağanüstüdür. Aynı şekilde Serdar Akar’ın Gemide filminde ya da Yavuz Turgul’un Eşkıya’sındaki İstanbul kullanımı da olağanüstüdür.
Nuri Bilge Ceylan (Uzak, 2002)
Tabi aklımıza hep İstanbul geliyor; çünkü filmlerin yüzde doksanı İstanbul’da çekiliyor. Bir de İstanbul zaten tek bir şehir değil, birkaç şehir gibi çünkü inanılmaz bir mekan zenginliğine sahip.. Genç kuşak sinemacılarda mekan duygusu daha gelişmiş. Eski Türk filmlerinde klasik üç beş mekan kullanımı vardır. Aşk sahnelerinin çekildi yerler bellidir. Zenginlerin yaşamını gösteren filmler, bir iki bilinen ve el altında olan köşkte yada yalıda çekilir. Mekan açısından heyecan veren bir yeniliğe rastlamak mümkün değildir. Şimdiki yönetmenler ise öyle değiller. Gerek İstanbul’u gerek eski mekanları genelde çok iyi şekilde kullanıyorlar. Bir mimar gözüyle çekilmiş ve bir mimarın hayatını anlatan en etkileyici film sizce hangisi? King Vidor’un 1949 yapımı The Fountainhead adlı bir filmi var. Bizde Yaratılan Dünya adıyla oynamıştı. Hatta ben bu filmi birkaç yıl önce TRT2’deki Sinema Kuşağı’mda gösterdim. Filmde eserlerinin uygulanmasından hiç taviz vermeyen ve bu yüzden bir projesini, kendi kafasına göre yanlış bir biçimde uyarlanıp yapıldığı için, ateşe vermekten de çekinmeyen megalomanyak bir mimarın hayatı anlatılır.
King Vidor (The Fountainhead, 1949)
Ekspresyonist Metropolis’in de ait olduğu Alman Dışavurumculuk akımının içinde mimari çok sağlam bir öğe olarak bulunur ve bu film aslında o akımdan yıllar sonra çekilmiş olmasına rağmen o akımdan gelirmiş gibi gözüken dışavurumcu birçok öğe taşır. Çok ateşli bir melodramdır ve o filmde Gary Cooper’ın oynadığı kişinin aslında Frank Lloyd Wright’dan esinlenerek yazıldığı iddia edilir çünkü Wright’ın da proje konusunda hiç taviz vermediği söylenir. Wright benim mimarlık eğitimim sırasında en çok etkisini taşıdığım mimardı. Ben de imkanım olsa ve bir belgesel projesinin içinde olsam herhalde onun hayatına eğilirdim. The Fountainhead filmi Ayn Rand’ın romanından uyarlanmıştır ve roman bizde de yayımlanmıştır. Bu romancıyı çok sevdiğini öğrendiğim Sinan Çetin birkaç yıl önce bir yayınevi kurmuş ve birkaç roman yayınlamıştır ve ilk yayımladığı roman da buydu. Ancak kitabın adı Yaratılan Dünya adıyla değil; tam Türkçe karşılığı verilerek yayımlanmıştır. Ben tüm mimarlara o filmi ve kitabı tavsiye ediyorum. 1990 yılında Türkiye EUROIMAGES’e katıldığından beri Türk yönetmenler filmleri için Avrupa’dan mali destek almaya ve farklı ülkelerden yabancı ortaklı filmler üretmeye başladı. Bu girişimin sinemanın ulusallık kavramını yeniden şekillendirmekte olduğu konusunda çok yazıldı çizildi. Türkiye’deki mimari tartışmaların konularından biri de GATZ anlaşmasının Türk mimarlarına olumlu/olumsuz etkileri... Siz sinemada/mimarlıkta ulusallık konusuna nasıl bakıyorsunuz? Bu kaçınılmaz bir durum; çünkü globalizasyon çağında yaşıyoruz. Nasıl artık bir sürü yabancı teknisyen, müzik yapımcısı ve hatta bazen oyuncular gelip bizim filmlerimizde yer alıyorsa ve dünya çapında, mimarlarda dahil olmak bir tür sanatçı dolaşımı oluşuyorsa, bunun önlenmesi mümkün değildir.
Serdar Akar (Gemide,1999)
Ayrıca İstanbul o kadar büyük ve önemli bir kent ve Türkiye o kadar imar edilmeye aç bir ülke ki, yalnız bizim mimarlarımızla bu iş dönmez. Yabancı mimarlar da gelsin. Bu olaya hiç nasyonalist bakmayalım ve bizimde yabancı mimarlardan alacak kimi derslerimiz olabileceğini kabul edelim; ama yabancı mimarları da putlaştırmak onları bizim mimarlardan daha üstün saymak doğru değil. Asıl tartışılması gereken mesele burada, ister bizim mimarlarımız ister yabancı mimarlar olsun, ortaya çıkan ve sürdürülen projeler bence. İstanbul konusunda daha temel ve radikal seçimler yapmak ve kararlar almak zorundayız. Örneğin Dubai Kuleleri tartışılıyor. Onu yabancı mimarlar mı yapsın bizim mimarlar mı yapsın? Ben diyorum ki Dubai Kuleleri tarzı binalar İstanbul’a hiç yapılmasın. Bir kere eski İstanbul’a kesinlikle yapılmayacağı gibi modern bölüme de yapılmamalı; çünkü o binalar belli bir ihtiyacın ve kapitalist mantığın yarattığı çok özel yapımlar. New York’ta gökdelenler var çünkü daha yüzyıl öncesinden başlayarak toprak çok değerliydi. Dubai’de kuleler var çünkü orada çölde sahte bir kent yaratıyorlar. Fakat Maslak gibi zaten yoğunluğunu almış bir bölgede bizim aynı yoğunluğu ve aynı mimariyi yaratmamıza ihtiyacımız yok ki. İstanbul prensip olarak yeniden yapılması gereken bir kent değil, muhafaza edilmesi gereken bir kent. İstanbul’un varolan kimliğini iyi saptayıp temelde onu iyi korumak lazım.Tabi bu demek değil ki korumakla yetineceğiz. O zaman hiçbir mimara iş kalmaz. Elbette şehir modernleşecek, yeni binalar gökdelen yapılacak. Onlara katiyen karşı değilim; ama temel öğenin İstanbul’un asıl kimliğini korumak olduğu unutuluyor ve İstanbul’a üstelik Dubai gibi alakası olamayan bir ülkeden ithal edilmiş bir kimlik yakıştırılmaya çalışılıyor. Ama mesela Kanyon gibi mimarisini çok sevdiğim bir modern mimari örneği ile karşılaştığım zaman da son derece seviniyorum; çünkü ben de modern mimarinin iyi örneklerini ülkemde görmek istiyorum. Ancak herhalde onlar Dubai Kuleleri değil; ister Türk mimarları yapsın ister yabancı mimarlar..
Stanley Kubrick (The Shining, 1980)
Bu noktada kentin çehresi değişirken, geçmiş yıllara ait belli röper noktalarımızı da kaybediyoruz ve bu kayıplar bireylerde kente karşı bir yabancılaşma hissi de doğuruyor. Bu noktada sinemanın geçmişi belgeleme açısından çok önemli olduğunu düşünüyorum. Sizce sinema bireylerde kente dair hatıralar oluşturmak konusunda ne kadar etkili bir sanat dalı? Türkiye’de belgesel yapma geleneği olmadığı için biz birçok şeyi belgeseller aracılığıyla belgeleyemiyoruz. Örneğin 1950’lerin İstanbul’u üzerine bir belge film yok. O zaman ne yapıyoruz? 1950’lerin konulu Türk filmlerine bakıp “ah ne kadar enteresan, şurası böyleymiş burası böyleymiş.” diyoruz. Artık belgeseller çekilsin. Birisi de kalksın desin ki 2006 yılında Boğaziçi’nin genel görünümü şöyleydi. Bugün bu çalışma çok ilgi görmeyebilir; çünkü biz bunu bugün biliyoruz ama yirmi yıl sonra o belge film çok büyük bir değer taşıyacaktır. Varolan şeyleri saptamıyoruz, korumadığımız gibi belgelemiyoruz da. Dolayısıyla konulu filmlerin iyi bir dekor olarak kullandıkları İstanbul faydalı bir öğe ve yarın o filmler bize çekildikleri zamanı belgelemek açısından artı değer katacaklar.


http://www.yapi.com.tr/haberler/atilla-dorsay-mimarlik-hayatlarimizi-somut-olarak-bicimleyen-bir-sanat-_95433.html

Read Comment Section
İlk Yorumu Siz Yapın
Gönder

Yorumum onaylandığında e-posta ile bildir.

E-posta adresimle bültenlere abone olmak istiyorum

Haber gönderin Hemen haber gönderin

Sosyal Medyada Yapi.com.tr:

Abone Ol Yapı sektöründeki tüm gelişmelerden en önce siz haberdar olmak isterseniz e-bültenimize abone olun.
Bülten arşivine erişmek için tıklayın

REKLAM VERİN

Ajanda
TAMAMI » Bugünkü Etkinlikler BUGÜN:
Herhangi bir etkinlik mevcut değil!