“Yasal değişiklikler, bize karar vericilerin, yasa koyucunun önceliğini gösteriyor”
Bahsettiğiniz argümanlarla davalar açılıyor ve bu argümanların bizim yasal mevzuatımızla da örtüştüğü noktalar var. Ancak bu noktalar da sürekli değiştiriliyor. Özellikle son dönemde mekansal müdahaleleri yakinen ilgilendiren birçok yasal değişiklik yapıldı. Bu değişiklikleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hiçbir değişiklik masum değil. İmar mevzuatı, Orman Kanunu, ilgili yönetmelikler, Milli Parklar Kanunu, Sulak Alanlara İlişkin Yönetmelik, İdari Yargılama Usul Kanunu. Hepsi değişti, değişmeye devam ediyor. Tüm bu değişiklikler aslında bize karar vericilerin, yasa koyucunun önceliğini gösteriyor. Örneğin; daha bir ay önce ivedi yargılama usulü getirildi. İdari Yargılama Usul Kanunu’nda getirilen değişiklikte ne var; 6306 sayılı Afet Yasası’ndan kaynaklı davalar, ÇED gerekli ya da olumlu kararlarına ilişkin davalar, acele kamulaştırmaya ilişkin davalar ve kamu ihalalerine ilişkin davalar. Bu davaların bir an önce sonuçlandırılmasını istiyor yasa koyucu. Vatandaşa diyor ki, bu konularda dava açacaksan elini çabuk tut. Bir yandan da Mahkemelere, bu davaları diğerlerinden önce al, çabucak sonuçlandır. Çünkü bu davalar yatırımların önünde engel görülüyor. Kalkınma paradigmamızın açık olarak görülebildiği bir alana işaret ediyorum. İnşaat sektörüne dayalı bir büyüme ile karşı karşıyayız. Sonuçta belli tip davaların bir an önce görülüp bitirilmesine dair regülasyonla karşı karşıyayız. İmar planlarının yapımında yerel yönetimleri bypass ederek büyük kamu yatırımlarının ya da özelleştirilmiş yatırımların önünün açılması ve sürtünmesiz alanlar yaratılması için neredeyse bütün yetkilerin Çevre ve Şehircilik Bakanlığına verildiğini görüyoruz. Karar mekanizmaları ne kadar merkezileşirse, ne kadar talep odaklı bir yaklaşımla karar verirsek yanlış yapma ihtimalimiz de o derecede artıyor. Regülasyon insanın hem doğal hem de yapay çevresine karşı müdahaleye yol açtığı için de geri dönülemez bir noktaya geldik. Bu yüzden acelecilik halini bırakıp daha gerçekçi, kamusal yararı gözeten politiklar gerçekleştirmeliyiz.
“Yerel topluluklar daha fazla inisiyatif almalı, kamu kurumları da kendi yükümlülüklerini gerçekleştirmeli”
Üç temel aktör var. Yatırımcılar, kamu kurumları ve idareler -meslek odaları da burada söylenebilir, halk toplulukları yani yerelde yaşayan insanlar. Yatırımcılar açısından bakarsak onun varoluşu, bir araya gelme sebebi zaten bu faaliyetleri yapmak. Her ne pahasına olursa olsun yapmak. Daha temiz enerjiden, yeşil binalardan bahsedilebilir, “sürdürülebilir kalkınma” gibi kıstaslara sahip olanlar olabilir. Her zaman en vahşi şekilde, ne olursa olsun bu faaliyetleri gerçekleştirmek istemeyenler çıkabilir. Ancak nihayetinde yatırımcının varoluşu yapmak ve ne olursa olsun yapmak üzerinedir. Kar oranlarının düşme eğilimlerini de göz önüne alırsak; sermaye birikim süreci içerisinde ticari yatırımlarını artırmak, aynı zamanda üretime dair bir organizasyon kurmak ve bunun finans yönünü de düşünmek zorunda. Birikim sürecinde sermayenin merkezileşmesi olarak tarif edilebileceğimiz bu süreç, hem inşaat yapmak, hem bankaya sahip olmak, hem de enerji yatırımları yapmak anlamına geliyor. Böyle olmadığı noktada o sermaye grubu süreç içerisinde diskalifiye olmakla yüzyüze geliyor. Söylediklerim sermaye birikim sürecinin meşrulaştırılması gibi algılanmasın. Şunu demek istiyorum: Yatırımcıların böyle davranmaları çok normal, değişimin seyri sermayenin davranış eğilimlerini kontrol etmesiyle gerçekleştirilemez ve bu kararlar onlara bırakılamayacak kadar yaşamsal önemdeler.
Bir diğer aktör, kamu kurumları yani devlet. Toplumun örütlenme biçimi olan bu organizmanın sosyal, adil, şeffaf, demokratik olup olmadığı kamu kurumlarının aldığı pozisyona göre tarif edilebilir. Bu kurumlar en azından hakem pozisyonu almalılar yani planlanan yatırımların doğal çevre ve insan toplulukları üzerindeki etkisini tedbir almak noktasında düşünmeliler. Böyle olursa Türkiye daha demokratik, yaşanabilir ve adil bir ülke olur. İçinde bulunduğumuz ekonomik ve toplumsal ilişkinin “sürdürülebilmesi” ancak böyle mümkün. Bu ilişki biçimi sürdürülmek isteniyorsa da karar süreçlerinin demokratik ve katılıma olanak verir şekilde organize edilmesi gerekir. Özellikle kamu kurumlarına çok iş düşüyor. Muhtarlıklardan belediye başkanlıklarına, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndan Enerji Bakanlığı’na kadar; bir yandan diğer kamusal organizasyonları da hesaba katıyorum; Ticaret ve Sanayi Odası’ndan, Baro’dan TMMOB’a kadar hepsinin kendi yükümlülüklerini yerine getirmeleri lazım. Yerel topluluklar daha fazla inisiyatif almalı, kamu kurumları da kendi yükümlülüklerini gerçekleştirmeli.
Burada esas olarak sorgulanması gereken insanlar. Yerel topluluklar mevcut kriz karşısında hem insanın insan üzerinde, hem de insanın doğa üzerinde kurduğu ilişkide sömürü mekanizmasının ortadan kaldırılması noktasında neler yapıyorlar. Bireysel ve kolektif biçimde hareket etme kabiliyetleri var mı? Ai Weiwei'nin söylediği gibi; çoğumuz gündelik ihtiyaçlarımızdan ve arzularımızdan başka bir şey düşünmüyoruz -iş, eğitim, ev sahibi olmak gibi- ve bunun ötesinde kılımızı kıpırdatmaya niyetimiz yok. Böyle olunca da bu kölelik düzeni artarak devam ediyor. Bu risk karşısında artık yerel toplulukların inisiyatif alması gerekiyor. Hak ettiği kadar olmasa da bu insiyatilerin alındığı yerler var. Gerze termik mücadelesi, Fırtına Vadisindeki HES karşıtı hareket, Hopa'da Metin Lokumcu'nun öldürülmesi sonrasında Lokumcu'nun deresine firmanın HES yapmaktan vazgeçmesi doğal çevrenin korunması adına iyi örnekler. Dediğim gibi, eksiklik yatırımcıda değil. Bir şey yapması gereken biziz.
Mekana yapılan müdahaleler söz konusu olduğunda kamuoyunda “hukuksuzluk” tarifiyle karşılaşıyoruz. Toplum olarak hukukla ilişki kurma alışkanlıklarımız da göz önünde bulundurulduğunda bu tarif nereye oturuyor?
Hukukilik denetimi, idarenin yaptığı işlemlerin hukuka uygun olup olmadığının mahkemeler veya çevreyle ilgili suçlar söz konusu olduğunda savcılar tarafından denetlenir. Bazen kamu kurumları re’sen harekete geçiyor. Bazen yerel topluluklar bu konudan kaynaklı mağduriyetlerini mahkemelere taşıyor. Mevcut olanın yasaya ve hukuka uygun olup olmadığı biraz tartışmalı bir konu. Kanunun yorumunun, ona bağlı yönetmelik, tüzük ya da genelgelerin kanuna uygunluğu tartışılabilir. Söylenebilecek olan; daha evrensel anlamda ve adalet tartışması noktasında hukuk ve hukuka uygunluk konuları yasanın üzerindedir. Şöyle örnekleyelim; evinizin yanında taş ocağı yapılmaya başlandı. Orada çıkan gürültüye maruz kaldınız ve dinamitlerin patlatılması sonucu eviniz çatladı. Bir yandan çıkan toz nedeniyle nefes alamaz duruma geldiniz. Taş ocağına malzeme taşıyan kamyonun önüne geçip kamyonu durdurduğunuzda bu sağlıklı yaşama hakkıyla ilgili bir durumdur. Baktığınızda belki bir yasayı ihlal etmiş oluyorsunuz; birisinin ticari hayatını engellemiş oluyorsunuz veya diyelim ki o araca hasar verdiniz. Öte yandan sizin çok temel varoluşsal haklarınız ihlal edildiği için aracı durdurmanın suç olup olmadığı, hangi hakkın daha öncelikli olduğu tartışma konusudur.
“Yasanın arkasından dolanmak adet haline geldi”
Bir de şunu söylemek lazım; hukuk konusunda çokça karşılaştığımız durum, hukukun arkasından dolanılıyor. Yasanın arkasından dolanmak diye bir tabir var aslında. Bir faaliyetle karşı karşıyayız ona ilişkin bir takım davalar yürüyor. Kararlar elde etmeye başladınız. Yatırımcı bu kararları uygulamamak, veya karşılaştığı sorunları aşmak için elinden ne geliyorsa yapıyor. Yeni idari işlemler tesis ediyor. Bir ÇED raporu iptal ettirdiniz, yeniden ÇED raporu alıyor; onu da iptal ettirdiniz, yeniden alıyor. Vatandaş açısından düşünün; mahkemeye gitti, bu işin hukuksuz olduğuna karar verildi ama faaliyet devam ediyor. Yasanın arkasından dolanmak adet haline geldi. Mahkemelerin ve kamu kurumlarının yani karar mekanizmasının buna alet olmaması, yargı kararlarıyla hukuka aykırılığı ortaya çıkan faaliyetler konusunda özenli davranması lazım. Aksi tutum hakim olduğu için, hukuka olan güven zedelenmiş durumda. Bir süre sonra mahkemeye gitmek bile anlamsızlaşıyor. Çünkü karar alıyorsunuz o karar uygulanamıyor. En başta konuştuğumuz 3. Havalimanı projesine geri dönelim: ÇED olumlu kararına dava açmışız. Bu dava 5 yıl sürse ve hala bitmemiş olsa ne kıymeti var? Bu davadaki hukukilik denetimi yapılacaksa bir an önce yapılmalı. İdare hukukundaki ihtiyat prensibi uyarınca da faaliyet durdurulmalıdır.
İstanbul'un kuzeyini korunmak için, burada yapılacak bir havalimanı projesinin yeterli tedbirleri almadığı endişesiyle bir dava açtık. Kamu kurumlarının başındakiler, siyasiler bizi düşman gibi gösterdiler. Yapılmaya çalışılan tek şey aslında, Bakanlık’ın verdiği kararın hukuka uygunluğunu sorgulamak ve alınan tedbirlerin denetlenmesi. Endişe duyuyoruz ve mahkemeye gidiyoruz, sonra da kalkınmak istemeyen ve sürekli her yatırımın önünde durmaya çalışan insanlar olarak lanse ediliyoruz. Hayır, her yatırımın önünde durmuyoruz. Bu ay içinde öyle ya da böyle 4 tane uçak düştü. Sonuçları itibariyle havayolu trafiği her zamankinden daha önemli bir noktada. 3. Havalimanı o alana yapılmasın, diyoruz. Bu dünya üzerinde hiç havalimanı yapılmasın demek değil. Afrika-Avrupa'nın en önemli kuş göç yollarının üzerine havalimanı yapmayın demek. Çünkü kuşlarla yaşamak zorundayız. Öte yandan kuş göç yollarının üzerine havalimanı yaparsanız o uçakların düşme ihtimalinin çok yüksek olduğunu görmek için müneccim olmaya gerek yok.
|