Çingenelerin Son Dansı: Sulukule
"Rantı Değil Toplum Yararını Gözetin’
Portakal Çiçeği Vadisi'ne...
Kentsel Dönüşüm 'Konut Hakkı'...
Nazım İmar Planı Çok Önemli...
Beyoğlu Belediyesi Temyize Gidiyor
Bilal Erdoğan O Arsadan Neden Vazgeçti?
Taksim'de Tiyatroya Yer Yok!
İnşaat Sektöründe Operasyon Tedirginliği
Sulukule’den Çıkarılacak Dersler!
"Taksim Çölden de Kötü, Şu...
Burçin Kimmet: "Beyoğlu’nu...
Hüseyin Sönmez: Kültürel Mekânlar...
Nezih Başgelen: Kentsel dönüşüm...
Korhan Gümüş: Özgürlükçü Kamu...
"Tahribad-ı İsyan: Sulukule...
Kentsel Dönüşüm Mağdurları Çözüm İstiyor
Kentsel Dönüşüm Belgesel Oldu
Sulukuleli İsyanda: Burası...
SULUKULE PROJESİ BİTTİ Mİ:...
Sulukule'de Matem Havası Var!
Roman Aileler Sulukule’ye Döndü
Sulukuleliler Yeni Evlerinden...
Bir Kentsel Dönüşüm Filmi: Agoraphobia
“Kentsel Dönüşüme En Kötü...
Sulukule'de Romanlara Bir Darbe Daha!
Sulukule: 2005’ten 2012’ye;...
“Rant için Soylulaştırma Operasyonları Yapılıyor!”
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ali Akay, kentsel dönüşüm projeleriyle, “eski” diye adlandırılan ve yaşanmışlığı olan yerlerin yıkılarak belleğin yok edildiğine, mahalle yaşamının unutturulduğuna dikkat çekiyor.
Kentsel dönüşüm projeleri mahalleleri, semtleri, kentleri durmaksızın dönüştürürken konuyla ilgili tartışmalar da aralıksız devam ediyor. Dönüşüm projelerinde en çok eleştirilen konular; insanların yerlerinden edilmesi; şehrin ahalisinin, şehrin ana unsurunun, şehri var eden “insan”ın ihmal ediliyor olması, şehrin kimliğinin belirlenmesinde ahalinin söz sahibi olamaması… Yani dönüşümde göz ardı edilen sosyolojik bir boyut söz konusu. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ali Akay, kentsel dönüşüm projeleriyle, “eski” diye adlandırılan ve yaşanmışlığı olan yerlerin yıkılarak belleğin yok edildiğine, mahalle yaşamının unutturulduğuna dikkat çekiyor. Projelerin sadece bir soylulaştırma projesi değil, aynı zamanda unutturma projeleri olduğunu vurgulayan Akay, “Hesaplaşma üzerine kurulu Cumhuriyet tarihi bugün hesaplaşılan alanı siyasi tarihe bırakmış gibi durmasına rağmen, konut tarihinde unutturmayı hedeflemiş gözükmektedir” diyor. Prof. Dr. Ali Akay ile kentsel dönüşümün yarattığı sosyolojik sorunları konuştuk…
Bugün kentler sadece ikamet edilecek yerler haline dönüştü; yaşanacak yerler olmaktan iyice uzaklaştı. Kentsel dönüşüm projeleri ve TOKİ’lerin bu konudaki etkisi üzerine neler söylemek istersiniz? Başbakanlığa bağlı bir organizasyon olarak TOKİ görülmemiş bir şekilde büyüyen bir organizasyon. Neredeyse bütün Türkiye’nin her yerinde tekel oluşturmuş vaziyette. Devlet tekeli şeklinde işleyen bu kurum, İstanbul ve Türkiye’nin diğer birçok yerini yeniden inşa etmekte. Sosyal konut olarak, sanırım, 2003 yılında başlayan bu oluşum aradan geçen 10 yıl içinde en mutena semtlere kadar her yerin inşaatını üstlenmiş durumda. Son dönemlerde en çok Bağdat Caddesi’nde ve Fenerbahçe semtlerinde “noktalı yıkımlar” haberleri duyulmakta. Bu bakımdan baktığımızda, ilk maddeleri arasında, aslında, TOKİ en başından beri ne işe yaradığını ve hedefini açıklamış durumda; “toplu konut piyasasını” disipline etmekle görevli bir kurum olarak başlamış ve bugün bu disiplin her tarafı sarmış vaziyette. Devlet ve bunun üzerinden Belediyeler, denetleme ve düzenleme yetkisini, demokratik olmayan yöntemlerle ellerinde bulundurmaktalar. Ve mesela, TOKİ’lerin başlangıçtaki stratejisi alt ve orta gelir gruplarına yönelik olarak ortaya çıkmasına rağmen, bugün ilk kuruluş ilkelerinden çok uzaklaşmış durumdadır. Bölge olarak “Doğu ve Güney Doğu Anadolu bölgelerine” odaklanmakla başlayan TOKİ, Batı’nın ve İstanbul’un en mutena semtlerine kadar girmektedir. Bakırköy sahilinden Tarlabaşı’na kadar İstanbul’un birçok yerinde faaliyette olduğu gibi diğer Türkiye şehirlerinde de aktif olarak gözükmektedir. Yaşanmışlığı olan yerler yıkılarak “bellek” yok ediliyor Kentsel dönüşüm projelerinde şehirlerin ana unsuru, şehri var eden “insan” -insanın yanı sıra tarih ve kültür- ihmal ediliyor diyebilir miyiz? Zaten en büyük tehlikesi tarihi kolektif belleği yok etmesinde; şehir hayatının zengin ve fakir mahalleleri demeden her yerde aktif durmakta ve çalışmakta. İnsan ve alt gelir grupları için başlayan hareket bugün bu gelir grubuna yönelik binalar değil üst gelir grubuna ait olabilecek binalar ve projeler üretmektedir. Ortaçağ Avrupa’sında “markalamak” adı altında görünür kılınan, işaretlenen yerler ve bedenler vardı. İktidarlar tarafından bu işaretlerin yapıldığı yerler ve bedenler “aşağılanmış” demekti. Bu dönemde “unutulmasın” diye yapılan veya “hep hatırlanması gereken” işaretlerdi bunlar; hayat boyunca dışlanmak üzere. Bugün ise tersine, Türkiye örneğinde “eski” diye adlandırılan ve yaşanmışlığı olan yerler yıkılarak “bellek” yok edilmekte. Dışlama ve mahallesinde oturamama işaretleri, dışarıda bırakmaktan ve mahalle yaşamının unutturulmasından geçmekte. Ev sahipleri mahallelerini terk etmek zorunda kaldığında o mahalle ve yaşanmışlık ilişkileri sona ermektedir. Bu yeni zenginleşen burjuvazinin yeni iktidarları tarafından,cezanın unutuluş üzerine kurulmasıdır. Sadece bir soylulaştırma projesi değil, aynı zamanda unutturma projeleridir de. Hesaplaşma üzerine kurulu Cumhuriyet tarihi bugün hesaplaşılan alanı siyasi tarihe bırakmış gibi durmasına rağmen, konut tarihinde unutturmayı hedeflemiş gözükmektedir. AKM bunun en sembolik örneği olarak durmaktadır. Ama aynı zamanda, yeniden yapılmak istenen yapılarda ise, mesela yapılamayan Topçu Kışlası veya başka örneklerde olduğu gibi “Disneylandlaşmış” bir “simülasyon” dünyası karşımıza çıkartılmakta. Olmayanı yeni baştan yapmak demek, hatırlatma değil de yine unutturmak üzerine kurulu zaten. Bu ikisi “iktidarların aynı ekonomisine” bağlı değil. Ama ikisi de spektaküler (gösteriye ait). Vatandaşları veya mahallelileri disipline etmek, belki de ilk gözüken şey. Banliyöleşme, kadük bir girişim Sulukule’de, Fikirtepe’de, Tarlabaşı’nda tartışmalı projelerin hayata geçirildiğini görüyoruz. Bir şehrin kimliğini kim seçmeli? Şehir ahalisinin de katılımcı olması sağlanamaz mı? Dünyada nasıl yürüyor bu işler? İktidarlar 19. yüzyıldan beri değil daha da eskilerden beri hep hakim grupların ve hakim insanların tekelinde işlemiştir. Georges Eugène Haussmann, Paris’i yeniden tasarladığında, karanlık ve küçük sokakları yerle bir ederek büyük bulvarlardan oluşan bir kent planlaması yaptı. Hijyen ile ilişkili olarak adlandırılan, ama aslında şehri yeni bir disipline sokan ve “insanların ve havanın” akışkanlığını sağlayan bir kent ortaya koydu. Ve işçi sınıfının ayaklanmalarını kanalize edebilecek bir şehircilik planlamıştı. Walter Benjamin’in Pasajlar adlı kitabı da, Baudelaire üzerine olan kitabı da bu şantiye halindeki Paris’in dönüşümünü ele almaktaydı. Bugün İstanbul örneğinde olduğu gibi ormanları yola çevirerek insanların ve taşıtların akışkanlığı ele alınıp malların ve inanların dolaşımı sağlanmak ve hızlandırılmak istenmekteyken, havanın akışkanlığı değil de tam tersine havanın gasp edilmesi pratiklerini yaşamaktayız. Üçüncü köprü etrafında kesilen ormanlar da ODTÜ ormanlık arazisinin üzerinden geçilip, hatta yok edilip yola açılması da aynı mantığın parçaları. Bütün bunlar eko-sistemi kaile almayan hesapsızlıklar. Bir de eskide kalmış, terk edilmiş bazı alışkanlıkların tekrar edilmesi söz konusu. Özellikle, Avrupa’da 1945 sonrası demokratikleşen bir dünya anlayışı içinde insanların istediği konutlar ve şehircilik planlaması yapılması planlanmıştı. 1949’daki bir kanun ile Pahalı Olmayan Yerleşim (Habitation a Bon Marche) kavramı terk edilerek HLM’lere geçildi. Bunlar kamu ve özel şirketler tarafından yapılmaktaydı. Ancak bu banliyöleşmede, mesela Fransa örneğinde olduğu gibi, dünyanın birçok şehrinde “HLM’leşme” yaşadı. Düşük Kiralara Oturma (Habitation à des Loyer Moderee) yerleri adı altındaki bu HLM’lerde 1960-70’li yıllarda Metro-İş-Uyku dünyası yaratılmaya çalışıldığında -bütün Fransız Yeni Dalga ve İtalyan Yeni-Gerçekçilik sineması bu imajlarla doludur- bu tip bir planlamanın, bugün çöktüğünü görmekteyiz. Hâlbuki TOKİ’leşme bu model üzerinde ve bu model çöktükten sonra planlanmıştır. Bu bakımdan da 21. yüzyıl normlarına uygun gözükmemektedir. Uydu kent olarak adlandırılan Türkiye’ye has banliyöleşme bu anlamda kadük bir girişim olarak gözükmektedir. Sadece belleği silmekle kalmamakta merkezlerde, banliyölerdeki uydu kent tasarımları da eski bir modele bağlı olarak tasarlanmış durmaktadır. Ayrıca oralarda çalıştırılan işçilerin hayat ve çalışma şartlarının ne kadar eğreti olduğunu da gazetelerden öğrenmekteyiz. Bir de buna inşaat sektöründe çalıştırılmaya başlayan göçmen ve kaçak mülteciler eklenince şartların ne kadar arkaik olarak yönetildiğini de izlemekteyiz. Ücretlerin ödenmemesi durumunda, mesela Eskişehir’de taşeron inşaat işçilerinin protestoları olduğunda yine taşeron firmaların koruma kollukları tarafından ateş açılarak bu protestoların dindirildiğini de yine muhalif gazetelerden takip etmek mümkün. Bir bakıma Başbakanlığa bağlı bir firma olarak çalışmakta. İnsanlık açısından kabul edilemez bir durum Sulukule ve Tarlabaşı’ndaki uygulamalar, şehrin göbeğinde, en yoksul mahallelerdeki halkı şehrin dışındaki TOKİ’lerde ikamet etmeye sevk ediyor/zorluyor. Ve bir soylulaştırma projesi olarak eleştiriliyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu konuyu? Burada yaşayan insanlar şehrin merkezinden uzaklaştırıldığında suç ortadan kalkacak ve yoksulluk sona mı erecek? İnsanların yerlerinden ve mahallerinden sürülmesi başlı başına insanlık açısından kabul edilemez bir durumdur. Suçun bir mahalleden başka bir mahalleye taşınması suçu önlemeye değil, suç işleyen çeteleri bazı mahallelerden uzaklaştırmaya yarıyor. Suç oranlarının yok edilmesi anlamına gelmemektedir. Olsa olsa merkezlerde rant sağlamak adına soylulaştırma operasyonları yapılıyor demektir. Sulukule örneğinden de görebildiğimiz gibi Romanların buralardaki hayatı suç üzerine kurulu değil, şehre ait veya turistik eğlencenin bir parçası olarak durmaktaydı. Buraya gidenler ne kadar para ödeyeceklerini bilerek gitmekteydiler. Ve hatta 1960’larda James Bond filmlerinden (Rusya’dan Sevgilerle filminin başı eski Sulukule’de geçmekte diye hatırlıyorum) 1970’lerin ortalarındaki Yılmaz Güney’in Arkadaş filmine kadar sinemanın gösterdiği bir mekândı: Biraz belki de marjinal olarak adlandırabileceğimiz bir eğlence mekânıydı. Tarihi ve turistik bir yerdi. Bugün bu eski tarihi kaybetmiş vaziyetteyiz. Eskiye ve hatta tarihe bu kadar bağımlı olduğunu belirten ve geleneksel hatta muhafazakâr olarak kendisini adlandıran bir iktidarın bu kadar basit bir yenilikçiliği de dikkat çekici başka bir hususu ortaya koymakta. Komşuluk, arkadaşlık, dayanışma, mahalle gibi kavramlar tarihe mi karışıyor acaba? Ve bir mahallede sıkı komşuluk ilişkileri ve dayanışmaya dayalı bir hayat süren insanlar, yaşadıkları yerden ayrılmak zorunda kalıp başka/yeni bir yerde yaşamaya başlayınca sosyolojik/kültürel açıdan ne gibi sorunlarla karşı karşıya kalıyorlar? Yeni yaşam alanının getirdiği sorunlarla nasıl baş edebilirler? Belki de bu durumda eskide kalmaya başlıyor diyebiliriz. Evet, komşuluk uzun süren, rant veya meta üzerine kurulu olmayan bir yerleşim dünyasına ait bir kavramdı. Bugün insanlar rant/kiralamak ve rant gelirleriyle yaşamak üzere apartman daireleri satın aldıklarında komşuluk denilen yerleşim üzerine kurulu bir anlayışın geride kaldığını, bunun yerine sürekli değişen kiracılarla, hatta günlük hotel gibi kiralık apartman dairelerinde oturanların değişimiyle birlikte tanıma ve birbirine güvenme ilişkilerinin arkada kaldığını söylemek, evet, doğru bir tespit olarak durmakta. Rant ve kâr dünyası ekolojiyi yok ediyor Şehirlerin sorunları ve çözüm önerileri/arayışları arasında devasa bir uçurum olduğunu görüyoruz. Sosyokültürel, ekonomik ve ekolojik sorunlarla boğuşan şehirler için çözüm üretilirken en büyük hata nerede yapılıyor sizce? Asıl yapılması gereken ne? Bu soruyu belki de şehir planlamacılarına sormak bana daha doğru geliyor. Ben size tarihi ve sosyolojik olarak cevap verebiliyorum, ama ne yapılması gerektiği üzerine konuşmak benim cevap verme biçimim olmayacaktır. Sadece şunu söyleyebilirim ki, ekolojiyi düşünen bir şehircilik anlayışına yer vermek zorundayız; yoksa İstanbul örneğinde mesela klimalarla yaşayan rezidanslarla dolu bir yaşama doğru geçebiliriz ki bu İstanbul gibi bir şehrin gelişmesi değil sonu olur. Burasının rüzgârları, denizdeki akıntılar, Boğaz’ın kendine has akışkanlığının sonu demek ekosistemin yok dilmesi demektir ki bu bir şehir cinayeti bir çeşit “urbaosid” olacaktır. Kabul edilemez. Kent hakkı, kentli hakları, kentte insan hakları, kentsel hizmetlere erişim hakkı gibi konular büyük önem taşıyor ve bu konularda çok da bilgi sahibi değiliz diye düşünüyorum. Bu konular/kavramlar üzerine konuşabilir miyiz? Bu tip haklar ve genel olarak yaşam hakları olarak adlandıracağımız haklar, dünya hukukun en temel güncel sorunlarından biri. Ama siyasi çevrelerin ve buralara yakın duran iş dünyasının katletmekle geçirdiği bunca yıl var arkamızda. Bunu okullara bile koyacaklardır bir gün belki de. Bilgi sahibi olmadığımız gibi düşünmek aklımıza bile gelmiyor. Rant ve kâr dünyasının ekolojiyi yüzyıldan fazla bir zamandır yok etmekte olduğunu görmekteyiz zaten. Yaşayanları konuşturmak lazım Bir sosyolog olarak yakın gelecekte nasıl bir Beyoğlu-Tarlabaşı-Sulukule/İstanbul öngörüyorsunuz? Öngörüler sosyologlara kalmış değildir. Pragmatik bir şekilde yapılabilecek mücadele biçimlerinde ortak kararlar doğrultusunda bir şeyler yapmak lazım. Bilen kişiler değil sadece bize bir şeyler anlatacak olan, ama asıl yaşayan, başına bu tip olaylar gelen kişiler herkesten daha fazla bilgi sahibidir diye düşünüyorum. Sadece bunları yaşayanları dinlemek ve onlarla dayanışmaya girmek bile ilk adım olacaktır. Yaşayanları konuşturmak lazım. Sorunlar onların hayatlarından geçmekte. Onların pratiklerini ve sorunlarını görmeye başladığımızda biz de aslında bilgilenmeye ve yeni olan ama hap gibi tepeden sağlanacak olmaktan çok pragmatik bir şekilde yaşanan tecrübelerden yola çıkmaya ve önermeler yapmaya başlayabiliriz, onlarla birlikte. Yoksa bilen akil insanlar değil, yaşayanların pratikleri bana önemli geliyor. O bakımdan sormak, fikir yürütmekten daha önemli diye düşünüyorum.
|