Ekim 2011’de meydana gelen Van Depremi sonrasında, Mimarlar Odası temsilcisi olarak Van’a giden ve bu çerçevede hasar tespitinde bulunan Yıldız Teknik Üniversitesi öğretim görevlilerinden Dr. Ali Parsa, geçtiğimiz dönem hasarlı yapıların iyileştirilmesi üzerine kurguladığı dersinde öğrencileriyle birlikte deprem sonrası Van kırsalına odaklanmış. Geniş kapsamlı analiz çalışmaları sonucunda bir model önerisinde bulunan Parsa ve ekibi, Yıldız Teknik Üniversitesi Proje Destek Ofisi’nin organize ettiği II. Ar-Ge Proje Pazarı – ‘Enerji ve Çevre Teknolojileri’ temalı Fikir Poster Yarışması’nda ise ikinci oldu.
Ali Parsa ile Van kırsalına yönelik gerçekleştirdikleri çalışma, oluşturdukları model önerisi ve afet yasası hakkında detaylı bir söyleşi gerçekleştirdik.
Van Depremi sonrası Van ile ilgili çalışmalarınız nasıl başladı?
23 Ekim 2011’de Van Depremi’nden sonra birkaç mimar arkadaşımla beraber Mimarlar Odası Genel Merkez ve İstanbul Anakent Şubesi’nin temsilcisi olarak Van’a gittik. Van’da bir hasar tespitinde bulunarak hem kent hem de Van kırsal üzerine, iki yönde gözlemlerimizi gerçekleştirdik.
Van’ın kırsal nüfusu Anadolu’nun ve Doğu Anadolu’nun diğer kentlerine oranla çok daha yoğun, Türkiye’nin geneline baktığınızda yüzde 24’üne yakın bir bölümünün kırsalda yaşadığını görüyorsunuz, Van’da ise bu oran yüzde 50. Dolayısıyla kent-kırsal ilişkisinin önemini Van’da yoğun bir şekilde hissettik.
Çok üzülerek söylüyorum, tabii Doğu Anadolu’nun her yerinde bu fotoğrafı görüyorsunuz ama, Van kırsalında oldukça derme çatma binaları ve yapı kurallarından çok uzak yığma yapıları gördük. Van kırsalında sadece taş ve kerpiç binalar bulunuyor, ahşap bina görmüyorsunuz ve söz konusu yapılar çok kötü yöntemlerle yapılmışlar. Adeta ev değil sadece bir baraka şeklinde yapıldıklarını ve binaların kesinlikle sağlam olmadıklarını ve deprem olmadan da aslında rüzgar etkisiyle de bu binaların zarar görebileceğini gözlemledik. Bu gözlemin devamında ayrıca son dönemlerde yaşanan kırdan kente göçü dikkate aldık ve bu göçün nedenleri üzerinde durmaya çalıştık. Sonuçta bunların başlı başına bir proje olacağını düşündük ve İstanbul’a döndüğümüzde bu düşüncemizi rapor ettik. Mimarlar Odasında, daha sonra Yıldız Teknik Üniversitesi’nde bu konu tartışıldı. Yıldız Teknik Üniversitesi’nde geçen dönem hasarlı yapıların iyileştirilmesi üzerine bir dersim vardı. Ben de bu proje kapsamında Van ile ilgili bir çalışma yürütmenin uygun olacağını düşünerek öğrencilerimle bu fikrimi paylaştım, öğrencilerimden olumlu geri dönüşler alınca; önce Yıldız Teknik Üniversitesi Yönetimiyle ve Mimarlar Odasıyla daha sonra ilgili kurumlarla, Van Valiliği ve AFAD ile görüştüm. Her biri ayrı ayrı destek verdiler ve süreç bizim için başlamış oldu.
Nasıl bir analiz çalışması yürüttünüz?
Öncelikle çalışmamıza başlarken şunu gördük; bizim, orada halk ile temasta olmamız lazım. Kırsalda yaşayan insanlarla diyalog içerisinde olmamız lazım ve bu diyalogu sağlayabilmemiz için düzgün sorular hazırlamamız lazım. Bu anlamda Van kırsalda yaşayanlar ile temasa geçmek adına hazırladığımız anket çalışmamız büyük önem taşıyor.
İstanbul’da hazırlıklarımızı yaptıktan sonra Van’da çalışmalarımızı yürütebileceğimiz bir pilot bölgenin seçilmesine karar verdik. Çünkü Van’da 500’e yakın kırsal yerleşim bulunuyor. Bununla birlikte; biz, aşağı yukarı söz konusu tüm kırsal yerleşimleri temsil edecek bir alan bulabilir miyiz, bunun çabasına girdik ve sonuçta yapısal özellikleri, yaşayanların örf adet ve gelenekleri temsil edebilirliği ve devamında bir mimari modeli tasarlayabileceğimiz bir pilot bölge seçtik.
Pilot Bölge seçimimizde öncelikle ‘Adır Köyü’ ve ‘Gülsünler Köyü’ olmak üzere iki kırsal yerleşime odaklandık. 400 yıllık tarihi yapılarıyla bölgeyi iyi temsil eden karakteristik yapılara sahip olan Adır Köy, oldukça büyük bir yerleşim alanına sahip. Gülsünler Köyü ise 1950’lerden sonra yeni yapılaşmış ama yine geleneksel bir biçimde yapılaşmış bir kırsal yerleşim. Yapısal araştırmalarımızı söz konusu iki kırsal bölge üzerinde geliştirdik. Daha detaylı analiz çalışmamızı ise Gülsünler Köyü’nde gerçekleştirdik. Ama yaptığımız tasarımlar büyün bölgeyi ilgilendiriyor aslında.
Pilot bölge seçimimizi gerçekleştirdikten sonra öğrencilerle birlikte Van’a gittik. Bu kapsamda analiz çalışmalarımız sosyal ve yapısal olmak üzere iki önemli odak etrafında şekillendirdik. Sosyal anket ile orada yaşayan insanların sorunlarını, önerilerini dinlemiş olduk; yapısal anketle ise alanın yapısal hatalarını ve depremin yıkım nedenlerini saptanış olduk.
Yapısal analize yönelik anket çalışmamızla daha çok “orada nedir” ve “ne olmalıdır” sorularına yanıt aradık. Örneğin Van’ın kırsalında yaşayan insanlar evlerinden memnun mu değil mi? gibi… Her depremden sonra hasar gören evlerin yerine yeni bir ev yapılıyor ancak tecrübeler gösteriyor ki, bu evler köylü tarafından kullanılmıyor. Zaman içinde köylü yine kendi evini yapıyor veya eski evini onarıyor ve oraya yerleşiyor. Çünkü köy yaşamı kent yaşamından çok farklı bir yaşam. Konuya bu çerçevede yaklaşmadığımız ve köy evi ile kent evini aynı düzeyde tuttuğumuz için köylüye, köylünün kullanabileceği bir ev sunamıyoruz.
Bütün depremlerden sonra “apartman” yapılaşmasını öneriyoruz. Apartman, bir köylünün hayal ettiği bir mekandır ama sadece hayal eder. Yaşamaya başladığı andan itibaren durum değişir. Çünkü köylünün, özellikle Doğu Anadolu köylüsünün üretimi hayvansal, hayvanlarla birilikte, dolayısıyla yaşamı ona göre şekilleniyor. O canlı ile birlikte geçiriyor gününü, dolayısıyla apartmanın 5. katına yerleştiği ve topraktan uzaklaştığı zaman mutsuz oluyor ve tekrar toprağa geri dönüyor. Bu gerçek çerçevesinde, biz de araştırmamızın sonucunda Van’ın köylerindeki insanların apartmana özeniyor olmalarını bekliyorduk ama böyle bir sonuç oluşmadı. Anket sonucuna göre; Van’ın kırsal kesiminde yaşayanlar, ki o sonuçları daha sonra serginin düzenlendiği başka yerlerde ve sergi kitabında izleyeceksiniz, yüzde yüz evinden memnun. Evin planından memnun, evin yapısal özelliklerinden değil ama mekansal boyutlarından, mekanın kalitesinden memnun. Örneğin bir ‘sofa’ kavramı var; bütün köylünün günlük hayatının yüzde sekseni orada geçiyor, özellikle kadınların. Çünkü sofa; ürünlerinin bir kısmını işledikleri yer, yemeklerini yedikleri yer, komşularıyla birlikte vakit geçirdikleri ve ailenin toplandığı yer. Sofa ile birlikte, ‘eyvan’ adı verilen bahçe ile sofa arasındaki mekanın da önemli olduğunu keşfettik. Bu mekanları tasarımın ‘olmazsa olmaz’ mekanları olarak değerlendirmemiz gerektiğini gördük. Bununla birlikte anket çalışmamız sırasında köylüler için bu mekanların çok önemli olduğunu anladık. Mekanların kendileri için önemlerinin farkındalar.
Model öneriniz nasıl şekillendi? Oluşturduğunuz modelin detaylarını anlatabilir misiniz?
Öncelikle İstanbul’a döndüğümüzde anketlerimizin sonucunu değerlendirdik ve bu sonuçların ışığında yeni bir tasarıma yöneldik. Bu tasarımda öncelikle yöresel malzemenin kesinlikle kullanılmasına dikkat ettik.
Bu noktada dikkat çekmek istediğim bir konu var; o da ‘kerpiç’ evin kötü olduğu ve depreme dayanıklı olmadığı yönünde oluşan yanlış algı. Ben deprem parantezinde Amerika, Meksika ve Asya gibi pek çok ülkeyi gezdim, bildiğiniz üzere önemli deprem bölgeleri bunlar... Orada kerpiç evlerin hala yapıldığını, ama bizim yaptığımız kerpiç yapılar gibi değil, depreme uygun, dayanıklı bir şekilde yapıldıklarını gördüm. Sonuçta öncelikle bizim kerpiç malzemesini bilmediğimizi, zaman içerisinde böyle bir malzemenin bilgileri konusunda yoksullaştığımızı, kuşaktan kuşağa bu malzeme konusunda bilgi aktarılmadığını veya aktarılan bilgilerin dikkate alınmadığını gördüm. Kerpiç toprağı çok önemli bir topraktır. Herhangi bir çamurdan kerpiç yapamazsınız, kerpiçin kendine göre özel bir kil yoğunluklu kumdan ve kırıntısı çok kalın olmayan çakıl taşlarından oluşması gerekiyor. Halbuki köylerde gördüğümüz herhangi bir topraktan yapılmış olan bir toprak yapı, kerpiç değil. Bunun üzerine köylülerle derinlemesine konuştuk, onlar da ne yaptıklarının farkında değiller. Bu noktada yapı üzerine çalışan lise ve üniversitelerin eksikliğinden söz edebiliriz, şu anda bizim eğitimimizin bütünü neredeyse ‘betonarme’ yapılar üzerinden gerçekleşiyor. Yığma yapılar, ahşap yapılar, çelik yapılar bütün dünyada çok önemli yapılar olarak tanımlanırken Türkiye’de sadece betonarme yapılara ağırlık veriliyor.
Bu noktada biz de ‘tamamen’ yöresel malzemenin kullanılıyor olmasına dikkat çektik. Yani taş ve kerpiç... Kerpiç için özellikle araştırma yaptık, kerpiçin ne olması ve nasıl üretilmesi gerektiği ve hangi topraktan yapılabileceğinden söz ettik.
Kerpiçin alternatifi Ruhi Kafeçioğlu’nun çabalarıyla oluşturulan, toprak kökenli yeni, çağdaş bir malzeme olan ‘alker’. Bu çalışmamız kapsamında alker’in üzerine araştırmalar yaptık, Ruhi Hoca ile bu konuda birlikte çalıştık ve sonuçta yapılanma sürecinde alker’in de kullanılmasını önerdik.
Köy evlerinin en büyük problemlerinden biri ‘izolasyon’. İnsanlar bu sorunu çözebilmek amacıyla, çatının üstünde 70-80 cm kalınlıkta topraklar dolduruyor ve bu şekilde yukardan gelecek ısının olumsuz yönlerinden korunmaya çalışıyorlar, tabii bu durum depremde çok büyük bir dezavantaj oluşturuyor. Bu anlamda ne yapılabileceği, nasıl bir çözüm oluşturulabileceği üzerine düşündük ve bu sorunu yine yöresel malzeme kullanarak çözebileceğimizi düşündük. TUBİTAK’ın bu konuda var olan çalışmalarını, ‘Afet Bölgelerinde Yapılacak Yapılar Hakkında Yönetmelik’ ve ‘Deprem Bölgelerinde Yapılacak Binalar Hakkında Yönetmelik’de yer alan yığma yapılar konusundaki önerileri de dikkate aldık. Bununla birlikte deprem yüklerine uygun, Van’daki kır yaşamına, iklimsel özelliklere uygun 4 ayrı tip ev tasarımı yaptık.
4 model önerimizde de var olan en önemli tasarım detayı mekan tasarımının ilave mekanlara uygun olarak oluşturulmasıydı. Bildiğiniz üzere Doğu’da aileler daha çok gelişiyor ve genişliyor. Aile, çekirdek aile olarak başlıyor ve tekrar çekirdeğe dönüyor, bu süreçte aile, geniş aile haline gelirken hep mekanlar büyüyor ve ilave mekanlara ihtiyaç duyuluyor. Başlangıçta bir mutfak ile sofa yapıyorlar, orada yaşamaya başlıyorlar ama çocuk sayısı fazlalaştıkça ek odalar yapılıyor. En büyük yanlışlar da söz konusu ek odaların yapımı sırasında gerçekleşiyor. Bu anlamda deprem yüklerine uygun olmayan bir sürü eklenti mekanlar yapılıyor. Bu da depremde en büyük hasar nedenlerinden birisi aslında…
Biz de bunu dikkate alarak, bir çekirdek ev hazırladık. Söz konusu çekirdek evin temelini bütün yaptık, dolayısıyla çekirdek evimiz zamanla gelişebilecek bir yapıya sahip. Başlangıç aşamasında evin temelini oluşturduk ve depreme uygun eklentileri ile yapısal detayları düşünerek tasarladık. 4 model önerimizin hepsi bu gelişmeyi sağlayacak biçimde tasarlandı. Öncelikle 3 kişilik aile için uygun olan model önerimiz, eklentilerle birlikte 5 kişilik ya da 8 kişilik olabiliyor.
Yeni model önerimizle birlikte hasarlı kırsal yapıların da güçlendirilmesine yönelik bir yöntem oluşturduk. Çünkü alan çalışmamızda da saptadığımız üzere köy evlerinin büyük bir bölümü hasarlı ama yıkılmamış, bu yapıların güçlendirilmeye ihtiyaçları var. Güçlendirme yöntemlerini ise özellikle yığma yapılar konusunda çok iyi bilmiyoruz. O binaları ya yıkıyoruz ya da hasarlı bir biçimde kullanmaya devam ediyoruz. Bu anlamda hasarlı kırsal yapıların güçlendirilmesi anlamında da bir yöntem oluşturduk.
Analiz çalışmalarınız kapsamında hem yapı boyutunu hem de sosyal boyutu ön plana çıkardığınızı söylemiştiniz. Bu anlamda köydeki yaşama dair ya da genel yapılanma için bir öneriniz oldu mu?
Evet, en çok önem verdiğimiz konulardan biri çevre düzeni oldu. Köylere gittiğiniz zaman adeta çevre yok, herkes istediği yerde yapı yapıyor, istediği noktada kanalizasyon suyunu sokağa veriyor, çok büyük bir altyapı düzensizliği mevcut. Bu anlamda çevre düzenini de sağlamaya çalıştık.
Biliyorsunuz Van kurak bir bölge, bu nedenle özellikle kırsal alan için su ve suyun tekrar kullanılması çok önemli, biz de bu konuyu projemize taşıdık. Bu anlamda birkaç foseptik alanı tanımlayarak yağmur suları ile kanalizasyon sularının o fospetiklerde toplanmasını, buradan büyük bir havuza aktarılarak kirli suyun dönüşebilir hale gelmesini analiz ettik ve bu konuda önerilerde bulunduk. Bununla birlikte hayvan gübresi ‘biogaz’ anlamında önemli bir malzeme, ancak kullanılmıyor. Türkiye’de benim bildiğim 1 adet Biyogaz oluşturma merkezi var o da Ankara’da. Ülkenin çeşitli yerlerinden toplanan hayvan gübreleri bu merkeze ulaşıyor ve yakılıyor. Şimdi, biraz önce evlerin izolasyonundan ve iklim özelliklerinden bahsettik. Van’ın ve Doğu Anadolu’nun ciddi anlamda enerjiye ihtiyacı var. Bununla birlikte evlerin iklim koşullarına uygun yapılmaması da bir konu. Van kırsalında akşamları tek odada 10 kişilik aile toplanıyor, inanılmaz enerji harcıyorlar ve o odanın dışına çıkıldığı zaman buz gibi bir yere gidiyorlar. Bu ısı farkı aslında hem yapının hem de insanın konforunu bozuyor. Buna yönelik Van’da bir ısınma sistemi kurulmasını önerdik, belki 5 ya da 10 köy için faydalı olabilecek bir sistem ama en azından nakliye parasının ortadan kaldıracak. Hem köylünün refahına, ekonomisinin gelişmesine hem de yaşam konforunun yükselmesine yönelik önemli bir vurgulamaydı. Ayrıca Van, Türkiye’de en çok güneş alan ikinci kent, bu durumu projelerimizde dikkate aldık.
Bu çalışma sırasında köy yaşamının zorluğunu çok iyi hissettik. Ben daha önce, 99 Depremi’nden sonra Marmara köyleriyle ilgili araştırmalar ve benzer projeler gerçekleştirmiştim. O zaman da bunu görmüştüm, köy hayatı çok zor bir hayat. Bu hayatı sineye çekebilmeniz için, göç etmemeniz için, köydeki hayata devam edebilmeniz için şehirdeki bazı olanakların köye taşınması gerekiyor. Aksi takdirde o göç kaçınılmaz oluyor.
Köylerde okul var ama okulların yetmediği, akşam saat 5’ten sonra özellikle Doğu Anadolu’da köy yaşamının bittiğini, insanların evlerine çekildiğini görüyorsunuz. Halbuki bu insanlar akşamda faal olabilir. Bu anlamda kendi kendini amorti edebilecek bir sosyal merkezin önemine de projemiz kapsamında vurgu yaptık. Söz konusu sosyal merkez ile; bayanların üretimlerini değerlendirebileceği, çocukların okul dışında faaliyet gösterebileceği, erkeklerle bayanların beraber vakit geçirebileceği, ki Van’ın bütün kırsalında erkek ile kadının beraber çalıştıklarını, hayatlarını beraber paylaştıklarını gördük, köye dair sorunların konuşulabileceği, hayvancılık ya da tarım alanına yönelik eğitim alınabileceği bir mekan oluşturmayı hedefledik. Bu amaçla köyde bir meydan oluşturduk ve o meydanın bir kenarında da böyle bir mekan tasarladık. O mekanının inşasında da ‘alker’ kullandık. Projemizi buraya kadar getirdik burada noktaladık.
Model önerinizi Van Valiliği ya da Van Belediyesi ile görüştünüz mü? Projenin uygulanması anlamında bir fikir oluştu mu?
Başlangıçta biz Valiliğin izni ve bilgisiyle bu araştırmaya başladık. AFAD’ın da bu konuda bilgisi ve izni söz konusu oldu. Devamında sergi açılışı sırasında bilgi verdik, tabii Van hala bir deprem bölgesi ve bütün yöneticiler orada ciddi anlamda meşguller, daha günlük ve daha akut sorunlarla boğuşuyorlar.
Van kırsalı ile ilgili hazırlamış olduğumuz bu projemizi Mimarla Odası ve Van Üniversitesi ile görüştük. Proje ile ilgili sergimiz Van’a gidecek, o dönem atölye üyelerimiz ile Van Üniversitesi öğrencileri bir çalıştay oluşturacaklar. O çalıştay çerçevesinde yetkililer de orada olacak. Bu noktada projenin daha verimli bir şekilde görüşülebileceğini düşünüyorum. Hiçbir zaman geç değil, bu konu her zaman gündemde olması gereken bir konu. Şu anda Van kırsalda aynı yanlışlıklarla aynı yapılaşma devam ediyor. Onun için geç değil.
Bu projenin devam ettirilmesine yönelik çalışmalarınız var mı? İleriki dönemlerde başka bölgeler ve kentler için benzer bir çalışma yapmayı düşünüyor musunuz?
Bu çalışma sadece Van’ı değil bütün Anadolu’yu, Doğu Anadolu’yu ilgilendiren bir çalışma. Bu anlamda Doğu Anadolu’yu kapsayan diğer iller için de model olabilecek bir çalışma.
Bir defa depreme uygun Doğu Anadolu köy evleri diye bir kitap hazırlığı yaptık. 2012-2013 eğitim yılı başlamadan önce basılacak ve öğrencilerin dikkatine çekilecek. Özellikle ilgili bölgeye gönderilecek. Bu, şu anda devam eden bir etkinliktir. Bu kitap çalışmasına da oldukça büyük önem veriyorum; model, modelin üretimi ve modelden hareket ederek geliştirilebilecek tasarımlar bu kitap kapsamında yer alacak. Ayrıca temelden çatısına kadar bir kırsal yapı nasıl yapılabilir üzerine öğrencilerimizle birlikte bir de model hazırlıyoruz. Elbette yönetmeliğin bize sunduğu bilgilerden de faydalanıyoruz. Ayrıca bu çalışmanın 15 dakikalık kısa bir video belgeseli de olacak. Bu oradaki köylü için de çok önemli çünkü süreklilik söz konusu olacak. Bu projemizi de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile paylaşmayı hedefliyoruz.
Bu çalışma kapsamında şunu gördüm: kesinlikle idealist bir gençlik var. Bu idealist gençleri bu konuda duyarlı tutmak için bu konu da bir şeyler yapmak lazım. Depremle ilgili onlarında kaygı ve tecrübeleri var. Bu konuda karşılıklı bir bilgi akışı söz konusu oluyor.
Gelecek sergi ne zaman, nerede gerçekleşecek?
Sergi konusunda öncelikle şunu söylemeliyim; bu proje, kişisel çalışmadan çok bir ekip işi, hem kurumlar hem meslek odalarının yer aldığı hem de araştırmaya yönelik TUBİTAK gibi kurumların çalışmalarından faydalanıldığı bir çalışmayı kapsıyor. Bu nedenle serginin, öncelikle benim de bağlı olduğum Yıldız Teknik Üniversitesi’nin dahil olacağı bir birliktelikle gerçekleşmesini ve sürece katkıda bulunan öğrencilerin dahil olmasını çok önemsiyorum. Bu anlamda, Şubat ya da Mart ayında bir serginin hazırlanması üzerine düşüncelerimizin bulunduğunu söyleyebilirim. Kısaca Van kırsalı için bütüncül bir yaşam alanı tasarladınız. Peki, günümüzde deprem, ‘kentsel dönüşüm’ konusu ile oldukça ilişkili bir şekilde gündemde yer alıyor. Uzmanlık alanınız olduğu için özellikle fikirlerinizi merak ediyorum; 'Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun' hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu tasarımların devamında; deprem olmadan, başka büyük hasarlarla karşı karşıya kalınmadan bütün kırsal bölgelerimizle beraber kentlerimizin de iyileştirilebileceğini düşünüyorum. Şu anda İstanbul’da bir ‘kentsel dönüşüm’den söz ediliyor, bunun ana nedeni ne biliyor musun? Yani tabi, bazı şeylerin dönüşmesi lazım ama ben 10 yıllık bir binanın dönüşmesi kadar ekonomik olmayan bir şey göremiyorum.
1939 Erzincan Depremi’nden sonra özellikle depreme dayanıklı yapılara yönelik yönetmelikler üretilmeye çalışıldı ve bu yönetmeliklerin en iyi örneklerinden biri 1975 tarihli Afet Bölgelerinde Yapılacak Yapılar Hakkında Yönetmelik idi. Ama bizim problemimiz bugün aynı şekilde yönetmelikler, yasalar değil, o yasalara uymamamız. Adeta bu konu başka nedenlerle teşvik ediliyor. Yani siz, 5 katlı bir bina yapmakla zorunlusunuz ve o 5 katlı bina 15 katlı oluyor ve bu yasal hale getiriliyor. En büyük gediğimiz yasalara uymamamız.
Şu anda en son gündeme gelen yönetmeliğimiz aslında 1975 yönetmeliğinden çok da farklı değil. Sadece güçlendirmeye yönelik bir şeyler taşıyor ve bu anlamda artıları var ama bir binanın depreme dayanıklı olabilmesi için sadece strüktürünü düşünmeyeceksiniz. Ben, 1975 şartnamesi çerçevesinde oluşturulmuş strüktüre sahip bir yapının hala dünyanın en büyük depremlerine dayanabileceğini düşünüyorum.
Bu yönetmeliğe göre yapılan binaların Van Depremi’nde hasar gördüğünü düşünmüyorum. Elbette binalar hasar görecek ama bu hasarların tamir edilebilecek düzeyde olması ve insanların orada canından olmaması önemli. Bu anlamda yapı yapma yöntemlerini öğrenmemiz lazım, kenti nasıl şekillendirmemiz gerektiğini iyi öğrenmemiz lazım. Yani biliyorsunuz afet sadece deprem değil, deprem olduktan sonra başka afetlerin engellenmesi çok önemli bir konu. Bunların hepsi dikkate alınmalı ama en başta kırsaldan kente göçü planlı bir şekilde gerçekleştirmek lazım. Bunun içinde çok iyi bir ekonomik vizyon oluşturmanız ve köydeki yaşam konforunu yükseltmeniz lazım. Yaşam konforunun yükselmemesi halinde 20 yıl sonra Türkiye’nin hiçbir kırsalı kalamayacağını görebiliyoruz.
Bir kentin planlanması yetmiyor, üst ölçekte bölge planlarının var olması gerekiyor, bu bölge planlarının bir vizyona sahip olması gerekiyor. Bir kentin 40 yıl sonra nereye geleceği, altyapı ya da ulaşım yatırımlarının nasıl yönleneceği bu planlarla tanımlanmış olmalı. Plan, günlük değişebiliyorsa ve bu mevzi planlar çerçevesinde plan tadilatları söz konusu olabiliyorsa plan, plan değil ki. Plana uymak söz konusu değil, bugün isteyen, hakkı, başvuruyor ve plan değişikliği yaptırıyor. Birçok yeşil alanımız bu şekilde elden gitti. Planların vizyonu oluşmadığı için bugün buradayız. Bugün bir vizyon göremedikten sonra hem yatırım nasıl yapılabilir hem de yapılan yatarım depreme veya afete ne kadar dayanıklı olabilir? Kent plancıların zemin etütleri konusunda, nüfus, sosyoloji konusunda çok iyi bilgileri olmalı. Bütün disiplinler bir araya gelmeli ve bütün afetleri dışlayacak bir plan oluşturulmalı.
Peki, deprem ya da genel anlamda afet konusunda temel olarak başarısızlığımız sizce neden kaynaklanıyor?
Bugün dahi bizim başaramadığımız yönetmeliği tam olarak yerine getirmek. Binanın temeli, binanın taşıyıcı sistemi açısından çok önemli bir kavramdır. Benim eğitim aldığım dönemde, yapılarımızın tasarımını münferit temeller, mütemadi temellere göre yapardık. O günden bu güne ne oldu ki, o gün tekil ya da mütemadi temel yapılırken bir anda bütün binalarda, 3 katlı bina için bina bile, radye temel yapılmaya başlandı? İşte burada özgüvensizlik söz konusu, tasarım yeterince irdelenmeden taşıyıcısının saptanması söz konusu. 3 katlı bir binanın yükü ne olur ki altına radye temel yerleştirelim. Bunlar aslında en çok dikkate alınması gereken konular, ekonomik tasarımlar yapmıyoruz.
Yönetmelikler yoruma açık olmalı ve bilim insanları da yönetmelikleri sürekli tartışmalı. Eski yönetmelik ile bugünkü yönetmelik arasındaki farklılıklar tartışılıyor olmalı. Binalar mümkün olduğu kadar esnek olmalı, esnek binalar depreme karşı daha dayanıklıdır. Bina esnedikçe, tabi yeterince esneklikten söz ediyorum fazla esneklikten söz etmiyorum, deprem enerjisini üzerinde tüketiyor. Bina ne kadar rijit ise o kadar ağır hasar görür, binalar ne kadar hafif ise deprem yükünden o kadar az etkilenir. Bunlar tabii ki formüller çerçevesinde bize öğretildi. Şimdi bugün ne yapıyoruz? Yeni yönetmelikle ve yaptığımız abartı imalatlarla beraber esnek binanın esnekliğini ortadan kaldırıyoruz. Binalar rijit hale geliyor. Daha rijit binalar daha ağır binalar anlamına geliyor. Binanın en büyük ağırlığını binanın kendi konstrüksiyonu, taşıyıcısı oluşturuyor. Ben bunları düşünüyorum, bunlar doğru olabilir, yanlış olabilir ama tartışılması gerekiyor. Bunlar tartışılmalı ve bilim ortamı bu konuda her gün adım atmalı, tabii ki şu anki yönetmeliklerimiz de iyi yönetmelikler ama bu “her şeyi bitirdik”, “her şey doğrudur” anlamına gelmiyor. Her yenilik ve her yeni deneyim ile bu yönetmeliklerimizin belki değişmesi gerekiyor.
1998’de İstanbul 2. derece deprem bölgesiydi, bugün 1. derece deprem bölgesi, daha çok dikkat edilmesi gerekiyor. 1975’lerde ben okuldayken hocalarımız bize asmolen döşemelerin, ağırlık ve kalınlıkları nedeniyle deprem koşullarına uygun olmadıklarını söylerlerdi. Ancak günümüzde binaların büyük bölümü asmolen döşeme ile üretiliyor. Bakanlık yasakladığı halde asmolen döşemelerin içerisinde straforlar kullanıyoruz. Asmolen tuğla dolgular vardı, onlardan vazgeçtik straforlar kullanıyoruz. Biliyorsunuz strafor çok yanıcı bir malzeme. Binalarımızı yanıcı malzemelerle yalıtıyoruz yani bunlar da afet. Bildiğiniz üzere binaları ısı performansı açısından değerlendiren bir yönetmeliğimiz var ve bu çerçevede birkaç sene içerisinde bütün binaların izole edilmesi gerekiyor. Ama bunun hangi malzeme ile olması gerekir, bunu da tartışmalıyız.
Bizim yasalarımız parçalı. Yasal eksikliğimiz bu; yasalarımız birbirini tamamlamıyor. O kadar çok yasamız var ki ve o kadar güncel olarak bunlar değişiyor ki... Afet bölgelerinde yapılacak yapılar hakkındaki yönetmeliğin bugün 3194 sayılı yönetmeliğe uyması lazım. Biri mimari tasarım ile ilgili diğeri taşıyıcı sistem tasarımı ile ilgili, bunların birbirinden bağımsız olamaması lazım. Yönetmelikler birbirlerini tamamlamadıkları için hep böyle boşluklar oluşuyor ve bu boşluklar nedeniyle bazen istemeyerek bazen isteyerek yanlışlar yapılıyor.
Bu anlamda benim en çok önemsediğim konu aslında tüketicinin ne satın almasını biliyor olması. Tüketicinin ne aldığını sorgulayacağı döneme kadar birçok şey düzelmeyecek... Yani, aslında bir kaçak yapı varsa sizin o kaçak yapıyı satın almamanız lazım. Biz, bir de ne yapıyoruz; kaçak olmayan yapıyı alıyoruz, içinde farklı imalatlar yaparak kaçak yapı haline getiriyoruz. Deprem olduktan sonra da: “Binanın kolonu kesilmişti”… Çevresini sorgulayacak, çevresinden bağımsız hareket etmeyecek, bencil olmayacak bir vatandaşlık kavramını insan eğitiminde var edemediğimiz sürece bunların düzelmeyeceğine eminim ama öte yandan giderek düzeleceğimize de eminim.
Önemsediğim bir diğer konu da ‘etik’ konusu. Şimdi kente zarar verecek bir tasarım bir mimar tarafından yapılıyorsa, bir de bu mimar önemli bir mimar ise burada da bir problem var demektir. Biz mimarların bu konuya dikkat etmesi gerekiyor. Etik kavramı oluşmalı, bir mimar olarak çevreye, kente zarar vereceğini bildiğim bir şeyi ben yapmıyorsam siz de yapmamalısınız. Uyanlar ve uymayanlar, para kazananlar ve kazanmayanlar… Çevremizi biz mimarlar “bilinçli” olarak tahrip ediyoruz, kendimizi disipline etmemiz lazım. Belki de eğitimin bir parçası etik konusu olmalı.
|