Bu konuda mevcut işleyiş nasıl?
Hekimin yaptığı iş, insanların sağlıklı çalışma hakkını, sağlıklı yaşama hakkını kamu adına korumak. Ama meslek hastalığı takip eden hekimi işten çıkartmak isteyen işverenin önünde hiçbir engel yok. Kamusal bir sorumluluk taşımasına rağmen, hekimi koruyan hiçbir uygulama yok. Üstelik daha önce belirli ölçüde güvence sağlayan meslek odası denetimi de kaldırıldı. Bir de, “İş yeri hekimlerini başka alt işverenlerden kiralayabilir, taşeronlaştırabilirsiniz” dendi. Burada istediğiniz kadar kanununuza büyük harflerle mesleki bağımsızlık vs. yazın, bunun hiçbir ciddiyeti yoktur. Bu yüzden ben tırnak içinde bağımsızlık diyorum. Gülünç yani.
İş yeri hekimi olabilmek için nasıl bir prosedür izleniyor, isteyen herkes işyeri hekimi olabiliyor mu?
Tam sayıyı bilmiyorum, ama Türkiye’de 4 bin civarında işyeri hekimi olduğunu söyleyebiliriz. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’ndan lisanslı eğitim kurumlarının verdiği ve 15 günü uzaktan, 15 günü yüz yüze olan eğitimi tamamlayan herkes, Bakanlığın açtığı sınavda da başarılı olma koşuluyla, iş yeri hekimliği yapmaya hak kazanıyor.
Farklı meslek gruplarının, farklı çalışma koşulları var; dolayısıyla riskler de öyle. Sektörel bir uzmanlık gerekmiyor mu?
‘İş ve meslek hastalığı uzmanlığı’nı kurmsallaştırıp, yaygınlaştırmadığınız noktada, sektörel anlamda da derinleşemezsiniz. Eskiden Türk Tabipler Birliği’nin (TTB) B, C tipi kurslarında sektörel bazlı, hastalık grubu bazlı derinlikli eğitimler yapılıyordu. Ama Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, TTB’yi ve Tabip Odaları’nı özellikle eğitim alanından da çıkarttı; oysa Türkiye’de bu konudaki birikimin çok önemli bir kısmı TTB’ye ve meslek odalarına aittir. Eskiden de temel kurs vardı, ama uzmanlaşmaya dönük kurslar da vardı. Bu tarz çalışmaların da olması gerekiyor.
Meslek hastalıkları üzerine uzmanlaşmış kaç hastane, poliklinik var Türkiye’de? Meslek hastalıkları ne kadar teşhis edilebiliyor?
Türkiye’de meslek hastalığı kürsüsü yok. İstanbul, Ankara ve Zonguldak’ta olmak üzere 3 meslek hastalığı hastanesi var. Bir de Dokuz Eylül Üniversitesi’nde bir meslek hastalığı polikliniği kuruldu sanırım. Tüm devlet üniversite hastaneleri ve Sağlık Bakanlığı’na bağlı eğitim ve araştırma hastaneleri, SGK tarafından meslek hastalığı tanısı koymaya yetkili hastaneler haline getirildi. Ama bildiğim kadarıyla, bu hastanelerin meslek hastalığı tanısı koymaya dönük bir çalışmaları henüz yok.
Ölümlü iş kazası, gizlenemez bir şey. İster istemez toplumun dikkatini çekiyor; dolayısıyla konuşuluyor. Ama meslek hastalığı dediğiniz şey, yavaş gelişen, yavaş öldüren bir süreç. Dünya Sağlık Örgütü, “Eğer bir yerde 11 ölümlü iş kazası varsa, 19 kişi de meslek hastalığından ölmüştür” diyor. Türkiye’de bin 500 - bin 750 civarında ölümlü iş kazası olduğunu düşünürseniz; bu da her yıl en az 2-3 bin çalışanın meslek hastalığı sonucu hayatını kaybettiği anlamına gelir. Bunları görünür kılamıyoruz; çünkü tanısı konulamıyor. Çünkü bu ülkede meslek hastalığı tanısı koymak, deveye hendek atlatmak değil, deveye 9 hendek atlatmak gibi bir şey. Türkiye’de bu konuda kayıtlara bakarsanız, meslek hastalığı kaynaklı yılda 3-5 kayıp görünüyor. Olacak şey değil; akla zarar. Bence ortada toplumsal bir suç var; devasa bir meslek hastalığı kütlesi, binlerce çalışanın meslek hastalığı gizleniyor, görünmez hale getiriliyor.
Türkiye’deki çalışma yaşamını ‘meslek hastalıkları’ anlamında başka ülkelerle karşılaştırdığımızda nasıl bir tabloyla karşı karşıyayız?
Türkiye’de konan meslek hastalığı tanısı, 400 - 500 arasında değişiyor. Bunlar, SGK’nın meslek hastalığı olarak tanıdığı vakalar; ki bu rakamlar çok düşük. O rakamlara bakarak, kabaca, SGK’nın 10 meslek hastalığından 9’unu tanılayamadığını söyleyebiliriz. Bir de tedaviyle kalıcı bir iz bırakmadan geçebilen meslek hastalıkları var; bunların zaten adı bile anılmıyor. SGK, maluliyet oluşturan meslek hastalıklarını tanıyor ve ilan ediyor; bu da yüzde 10 ve üstünde maluliyet oluşturan meslek hastalıkları anlamına geliyor. Sayıları da, dediğim gibi yılda 400 - 500 civarında.
Hoş; bu tanı konusu tüm dünyada zor bir konu. Batı ülkelerinde de -bizden daha iyi olmakla beraber- henüz evrensel standartlar oluşmuş değil, ancak standartları evrenselleştirme çalışmaları var. Türkiye, en azından gözünü diktiği Avrupa ile mukayese edildiğinde son derece kötü durumda. Zaten bunu Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı da kabul etmiş ve “Meslek hastalığı tanısını 5 kat artıracağım” diye bir program yazmıştı. Böyle bir şey olamadı; kağıt üstünde kaldı.
Burada problem biraz da teknik altyapıdan mı kaynaklanıyor?
İş yeri hekiminden beklenen, esasen ön tanı koyması, maruziyeti tespit etmesidir. Bunu tanı haline getirecek kurumlar, tabii ki çeşitli branş hekimlerinin bulunduğu hastanelerdir. Bu anlamda eğitim, araştırma hastanelerinin teknik alt yapısı büyük ölçüde var; ama bu yönde düzenlenmiş değil. Bunu, meslek hastalığı tanımaya dönük biçimde organize etmek, belki bazı eklemeler de yapmak gerek. Burada işte yine başa dönüyoruz; iş ve meslek hastalıkları uzmanlığı eğitimlerinin verilmeye başlanması, meslek polikliniklerinin kurulması, tüm hekim kitlesinin bu yönde eğitilmesine başlanmasıyla başlayabilecek bir şey.
Hükümet tarafından İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği konusunda yeni adımlar atılıyor; yapılan ya da yapılacak düzenlemelerde işçi sağlığını önceleyen bir yaklaşım görüyor musunuz?
Bu tür beyanlar, tamamen göz boyamaya yönelik. Ve açılan paket de, bu manada bir yenilik içermiyor. Bence Türkiye çalışanına, işçisine yatırım yapma kararını alamıyor. Gerçek önlemler alınabilmesi için Türkiye’nin çalışan insanlara gerçekten yatırım yapma kararlılığında olması gerekiyor. Çalıştırdığınız insanın eğitim durumunu, görgüsünü arttırmayı, üretim becerilerini geliştirmeyi bir perspektif olarak benimserseniz; o zaman sağlığına da, güvenliğine de yatırım yapmış olursunuz. Ama eğer böyle bir perspektifiniz yoksa, çalıştırdığınız insanı basit bir üretim, maliyet faktörü olarak görürseniz; o zaman bu tür kazalar sonrasında oluşan kamuoyu basıncını geçiştirmeye yönelik paketler oluşturuyorsunuz. Ne yazık ki hükümetinki de daha çok böyle bir paket izlenimi veriyor.
İşverenler, ‘işçi sağlığı ve iş güvenliği’ni nasıl anlamalı ki pozisyonlarını değiştirebilsinler?
Sağlıklı, güvenli yaşama kültürü, tüm toplumu kapsayan bir olgu; bunun eksikliğiyle ilgili genel sorunları iş yerlerinde de yaşıyoruz. Çalışanının sağlığına ve güvenliğine yatırım yapan, bu konuda çalışan işverenler, firmalar, tabii ki, uzun vadede kazançlı çıkacaklar. Unutulmamalı ki, bu bir kültür ve işçi-işveren bu kültürün içindeyiz. Bu kültür ne kadar gelişirse, toplum da o ölçüde gelişecek. İş gücünü ucuzlatmak değil, iş gücünü kaliteli, yetkin, sosyal olarak donanımlı hale getirmek, uzun vadede çalışana da işverene de ülkeye de kazandıracak bir yaklaşım.
İşyeri hekiminden mesleki maruziyetleri ve meslek hastalıklarını gizlemesini istemek en hafifinden mali müşavirinizden vergi kaçırmanıza aracılık etmesini istemek gibi bir şey. Bir işveren vergi kaçırmayı bir politika olarak benimseyebilir mi? Bunu politika olarak benimseyecek bir iş dünyası nereye kadar gidebilir?! Türkiye bunun asla düşünülemeyeceği bir noktaya gelmek zorunda.
Zaman zaman her işyerinde işçi-işveren karşı karşıya gelebilirler; çıkar çatışmaları olabilir. İşverenler çalışan sağlığıyla ilgili konuları bu çatışmanın dışında tutmalı, çalışanların sağlığını en az kendi sağlıkları, yakınlarının sağlıkları kadar kutsal gören bir tutum benimsemeliler. Böyle olursa hekimler de iş yerlerinde gerçekten doğru rehberler, doğru danışmanlar haline geleceklerdir.
|