Lütfen Tarayıcı Sürümünüzü Yükseltiniz.
BÖLÜM SPONSORU

Dr. Suha Özkan




* Dr. Suha Özkan'ın Mimarlık ve Eğitim Kurultayı I'de gerçekleştirilen "Nasıl Bir Gelecek? - Nasıl Bir Mimarlık?" başlıklı panelde yaptığı konuşma. Constantinis Doxiadis, mimar tarafından biçimleyen bir çevre için 1964'te yaptığı saptamaya göre yüzde 97 der. Ama, bu durum yalnız mimarlık için değil, tüm tasarım alanları için geçerli olan bir gerçek. Bakınız, ne kadar giydiğimiz giysiler bir moda tasarımcısı tarafından biçimlendirilmiş, ne kadar kullandığımız eşya bir endüstri tasarımcısının elinden çıkmış, ne kadar kullandığımız kitap ve benzeri basılı eser bir grafik tasarımcısının elinden çıkmış? Yani böyle işin kolayına kaçan ve sürekli üreten bir mekanizma zaten dünyanın her tarafında var. Doxiadis'in de yaptığı saptama zaten bütün Batı dünyasını da ele alan daha kapsamlı bir saptama. Bu çerçevede bizim yalnız sorumluluğumuz olan yüzde 5'ten bahsetmemiz gerekiyor. Çünkü orası sorumluluk alanımız değil mi? Bize verilen yetki, tasarım becerisinin kullanılması yetkisi ancak bu alan için geçerli. Tasarım becerisi -ki, mimarlık mesleğinin temel eylemi- nasıl oluşuyor? Tasarımın bir kuramı yok; yani diğer mühendislik alanları gibi, diğer bilimsel alanlar gibi, hatta tam tersi bilimsel çıkarsamanın öteki ucundaki dinsel alanlar da bile varolan, tümdengelim yada tümevarım yöntemiyle belirlenmiş, herkesin üzerinde fikir birliği ettiği bir kuramı yok. Problemin kaynağında yatan olay, zaten tasarımı bilgilendirecek kuramın hem yoksunluğu hem de yoksulluğudur. Kısacası "yoksunluğu" varolmadığından dolayı, "yoksulluğu" ise inanılır ve güvenilir olmadığından dolayı kaynaklanan bir gerçek var. Kısaca bir perspektifle sizi götüreyim, mimarlık mesleği ne zaman lonca düzeyinden çıkmış ve meslek olarak eğitim, bilgiden kaynaklanan bir eylem haline girmiştir: Rönesans'la birlikte. Çünkü Rönesans öncesi dönemde, Gotik dönemde tümüyle yapıların biçimlenmesi ki, biliyorsunuz o koskoca katedrallerin nasıl biçimlendiği hakkında ne mühendislik verisi, ne mimarlık verisini bize tarihsel olarak sunan, çok ender belge var. Çünkü bu bilgiler o zaman lonca sırları olarak saklanmış. Nesilden nesle ancak sözsel olarak geçmiş, ve o bilgiyi taşıyıp ileten insanlarla birlikte de yok olmuşlardır. Mimarlık eğitimine şeffaflık ilk defa Rönesans'ta yani 15. Yüzyılda gelmiştir. 1. Yüzyıldaki bir Grek kitabını, Vitrivius'un kitabını yayınlanması ile gerçekleşmiştir. O zamanki varsayım: "Eski Greklerin yaptığı, klasik yapı tarzı iyidir, biz bundan sonra öyle yapacağız" denilmiş ve hem mimarlık mesleği meslek olarak tanımlanmış hem de mimarlık eğitiminin ne olduğu belirlenmiştir. Buna karşı olan ilk devrim, yine mimarlık eğitimi tarihine bakarsanız, 19. Yüzyılda J. N. L. Durand'ın teorisiyle, yani neoklasisizmle başlayan bir gelişim. 19. Yüzyıl Fransa'sında meslek o kadar çoğullaşmış, kapsamı, niteliği ve niceliği o kadar artmış ki, artık belirli kurallar koyup bunları belirlemeli denilmiştir. Neoklasisizmin yaptığı olay da bir katalog geliştirmek, katalogun içinden seçerek biçimler oluşturulmasıdır. Bakarsanız, 19. Yüzyıl kentleri, mimarlık eyleminin tümü bir katalog seçiminden kaynaklanan ve o katalogun öğrenilmesine yönelen bir eğitim tarzı. Nitekim bu "beaux arts tarzı" dediğimiz eğitimin temelinde o kadar büyük bir inanılırlık vardır ki, bir okulun okul olması için, Amerika'da bile 1910 lara kadar Beaux Arts çıkışlı, Paris çıkışlı bir profesörün olması, okulun niteliğinin ve varlığının simgesi olmuştur. Daha sonra en büyük devrim, Bauhaus ve Gropius'la başlayan, bir bakıma bir epidemik gibi, bir salgınlaşan Modernizm. Modern hareketin iyi tarafı, biçimlendirme ahlakının çağdaşlıla barışık ve düzgün oluşudur. Çünkü modern hareket diyor ki, her şey çok sayıda yapılabilmeli, her şey endüstri ile temellenmiş bir ürün olmalı; her biçim yanlış hizmet ettiği işlevini dışa vurmalı, hiçbir dekoratif eleman kullanılmamalı, dekoratif elemanlar zaten Adolf Loos dediği gibi ahlaka aykırı suç sayılabilecek nitelikte uygulamalardır. Dolayısıyla yapıyı etik olarak yalınlaştıran bir yere gelinmiş. Bugün sürdürdüğümüz, bütün üniversitelerimizde, hatta dünyanın her yerinde -birkaç tane çıkıntı okul hariç- bu modern mimarlığın etiğiyle biçimlenenve ondan kaynaklanan bir eğitim düzeni oturmuştur. Bu eğitim düzeninin doğal olan basitleştirici ve biçimlendirmeyi yalınlaştırıcı niteliğinden dolayı, yapı biçimlendirme eylemi içinde mimarların ve tasarım becerisinin etkisi iyice azalmıştır. Çünkü yapılar o kadar yalınlaşmıştır ki, sonunda mimarlık kolaylaştırılmış ve mimarlık alanında herkes hak iddia eder bir konuma girmiştir. Yani Beaux Arts'ın getirdiği ya da klasik mimarlığın getirdiği bilgi ve beceri birikimini gerektiren ortamın etkiniği kalmamıştır. Daha yalın şeyler, daha endüstri ürünü olanlar daha yalapşap bir araya getirilip çevre mimarlık becerisinin dışında oluşagelmiştir. Modern mimarlığa olan büyük tepki; tarihsel çevreyi yok ettiği, doğal çevreye saygısız olduğu ve bunun böyle yürümemesi gerektiğini isteyen ilk tepki, biliyorsunuz 1970'lerin başlarında post-modernizm akımı olarak geldi. O da modern mimarlığın ahlakının tersi, çok daha sığ bir ahlak, hatta ahlaksızlık denilebilecek tür bir mimarlık tavrı gelişti ve özgür ve ortam bağımlılık adına: "Ne olursa olur" tutumu zaten çok yaşamadı. Biliyorsunuz, çok kısa zamanda alay konu oldu. Şimdi kimse hakkında konuşmuyor bile. Bu arada mimarlık mesleği ne yaptı? Mimarlık eğitimi ne yaptı? Hatırlıyorum. Çok heyecanla bundan 25 yıl önce Mimarlar Odasının görüşünü sunan bir mimarlık eğitimi belgesini Mete Turan'la birlikte (Kendisi şimdi Amerika'da hocalık yapmaktadır) Mimarlar Odası adına hazırlamıştık. O katkıyı yüreklendiren birçok kişi şimdi bu salonda aramızda bulunmakta. 12-15 Ekim 1977 de UIA 'inci Bölge Mimarlık Eğitimi toplantısına sunduğumuz model, mimarlık eğitiminin demokratikleşme sürecinin bir parçası olduğu yönündeydi. Özlemimiz artık mimarların bir hegemonya unsuru, bir tasarım despotu değil; uluslararası ortama, doğruda doğruya toplumdan bilgilenen, toplumun belirli şartlarına uyum sağlayan, ve o doğrultuda çözüm üreten kişiler olmaları gereğini "Türk mimarları adına" önermiştik. İzleyen yıllara baktığımızda, gelişen mimarlık söyleminde bu tutumun çok yaygınlaştığını olduğunu izlemekteyiz. Zamanla etkin bir kesim katılımcı mimarlıktan söz etmeye başlamıştı. Öyle ki, benim şimdi yönettiğim kurum 1980 yılında Endonezya'daki Kampungların iyileştirmesine ödül verdiğinde, neredeyse mimarlık topluluğu jüriyi insafsızca eleştirdi. "Bu çabaların mimarlıkla ne ilgisi var? Temiz su verilmesi, yada kanalizasyon sisteminin iyileştirilmesi mimarlık mı?" diye sorgulamışlardı. Ama o zaman bile, yani bundan 20 yıl önce, mimarlığın yeni öncelikler içinde tanımlanması gereken bir mesleki olduğunun tartışılması ile belirgin bir değişimin ilk ışıkları belirmeye başlamıştı. Geçen süre içinde yeşil hareketin, çevre bilincinin oluşmasıyla özellikle 1980'li yıllar içinde bir "sürdürebilirlik" kavramı girdi. Yani mimarlık söyleminin içine, tasarımın etmenlerinden, tasarımın yetenek olarak yansıtılmasının ötesinde, üretilen yapıtın toplumun, çevren,n ve ekonominin desteği ile sürdürülebilir olması önem kazanmıştı. Kısacası çevrenin ekonomi, enerji ve benzeri koşullarıyla ne kadar kendi kendini sürdürebileceği sorgulanmıştı. Özetle yeni bir bilinç etkin bir ahlak öğesi söz konusu idi. Olay yalnız yapının gerçekleştirilip dışarıdan beslenmesi değil, bir de eylemin geleceğini koşullandıran sürdürülebilirlik öğesinin de içerilmesi önemsendi. Mimarlık okulları ve mimarlık kuramları bununla birlikte yepyeni gündemler oluşturdular. Hemen arkasından 1990'larda, yine mimarlık tasarımı içine özellikle bu değişen ekonomik-politik ortam çerçevesinde bir de "ekonomik yarar" kavramı geliştirildi. O da, "partnership" ya da ortaklık kavramı. Özetle, siz bir işin içine katılacaksınız, bir çevreyi oluşturacaksınız, onun içinde yer alacaksınız, ayrıca bir de o oluşumdan ekonomik yararınız olacakki sürdürebilirlik pekişsin. Bu özellikle tarihi çevreyi koruma ve ondan yararlanma yaklaşımlarında çok çok önemli olmaya başladı. Çünkü tarihi çevrenin korunması için, her şeyden önce insanların katılması gerek. daha da önemlisi sürdürülebilir olması şart, ama kişinin yada toplulukların bu katılımdan ekonomik bir çıkarı yoksa, bu eylemin sönümlenmiş, yani sönümlenmeye mahkûm olması söz konusu olmaktadır. Bütün bunlar sürerken ve mimarlık eğitimi ve mimarlık eğitimini bilgilendiren kuram kendini geliştirip yeni öncelikler saptarken, mimari çevrenin oluşumuna bir de küreselleşme kavramı girdi. Küreselleşme kavramı yaşamımıza ekonomik-politik bir ölçekte, bir bakıma üst düzeyde geldi. Fakat mimarlık ve tasarım mesleğinde ise bambaşka bir düzeyde anlaşıldı. Ne yazık ki, bunlar hem ideolojik olarak, hem kapsam olarak hem de içerik olarak birbirine karıştırılmakta. Ama unutmamak gerekiyor ki globalleşmenin getirdiği en önemli bilinç, "her sorun, herkesin sorunudur" kavramını ve yaşam biçimidir. Bugün Afganistan'daki savaştan Afrika'daki açlık çeken insanlara değin ne kadar güncel yada geleceğe yönelik sorun varsa, bu tüm global evrenin ve herkesin sorunu olmaktadır. Tasarım da bu sorunlarda önemli biri olarak belirdi. Dolayısıyla bu ahlaki sorumluluk, her sorunun herkesin sorunu olması gerçeği, gelişen iletişim teknolojisiyle, özellikle "internet" aracılığıyla doğrudan izlenebilir, iletilebilir üstelik de paylaşılabilir oldu. Yani afaki bir şekilde değil, yani bizim 1960'lara değin yaptığımız gibi kaygıları ilgili bir bildiri ile, teksirle çoğaltıp, elden dağıtarak insanları bilgilendirmek değil; bir "web" sitesine girip derdiniz neyse, söyleyeceğiniz neyse, herkese söyleme olanağı belirdi. Bekli de genelde büyük olanaklar sağlayan televizyon ve radyonun tekellerin elinde olduğu için özgürce kullanılamamasından doğan kısıtlar ortadan kalktı ve Johannes Gütenberg'den bu yana ilk kez iletişim özgürleşti. Küreselleşme süreci içinde doğal olarak birçok şey anlamını ve geçerliliğini yitirirken, bilgi ortamı sığlaşırken, yepyeni güncellikler ortaya çıktı. Sonunda her ülke, her ideoloji, her yaklaşım, her tasarım tutumu kendini bir niteliksel yada nedensel olarak sunma ve yerini belirleme konumunda kaldı. Bence mimarlık eğitiminin de geleceği burada yatıyor. Türkiye'deki 32 okula bakarsanız, Mimarlar Odası bu 30 küsur okulun içinde yapılan mimarlık eğitiminden rahatsız, yani niteliğinden rahatsız; çünkü bu okullarda iyi mimarların yetişmediğini gözlemliyorlar. Biz bunları alalım, yetiştirelim ya da sınayalım, yetişmişlerini alalım; bence bu bir lonca teşkilatını yeniden kurma olayıdır, bu Amerika'da böyledir, İngiltere'de böyle değildir. İngiltere'de Mimarlar Kayıt Merkezi (Architects' Registration Council ARCUK) ne kaydolan kişinin bir tek mimarlık diploması olması, bir de orada oturuyor olması yeterlidir. Oysa aynı ülkede Kraliyet Mimarlar Enstitüsü RIBA üyesi olmak, o ayrıcalıklı kulübe girmek için çetin sınavlardan geçmek gerekir. Amerika'da AIA Amerikan Mimarlar Birliği üyesi değilseniz, mimarlık mesleği uygulaması yapamazsınız. Benim yaşadığım İsviçre'de hiçbir şey istenilmez, "ben mimarım" diyen herkes çıkar mimarlık yapar; yani onun mimarlığının belgelenmesi yaptığı ürünle ortaya çıkan bir şey. SIA Société des Ingénieurs et Architectes üyesi olamk fazladan bir güven yaratmaktan öteye gitmez. Çünkü mimarlık sorumluluğu isveren ve yerel yönetimler tarafından çok sıkı denetlenmektedir. Bu ortamda benim Mimarlar Odası gibi üst örgütlerden benim beklediğim girişim, bu globalleşme çevresinde, bu 32 değişik standartta, 32 değişik üst yada alt düzeyde eğitim veren kurumların bir araya gelip etkileşimlerinin sağlanacağı, kaynaklarını ve birikimlerini paylaşacağı bir platformun kurulmasıdır. Bugünün elektronik ortamında bu çok kolay. Yalnız bu bir çöp tenekesi gibi, herkesin eline gelen bilgileri yada belgeleri attığı bir yer değil; bir şekilde eleştirel analizden geçmiş, doğruluğu ve geçerliliği saptanmış bilgi akımını sağlaması söz konusu. Çünkü "internet" ortamından kitap, bant yada dergi gibi biçimlerde sunulan bilgiyi alıp götürmek yada özüne saklamak söz konusu değildir. Görevim nedeniyle biliyorum açılan her okul bizden kitap ister, biz de bütün kitaplarımızı yollarız, sonra bir daha yazarlar, bir daha isterler. Çünkü yollanan kitapları biri alıp evine götürmüştür. "Internet" gibi bir ortamda böyle bir şey yok, yani kimsenin kimseden bilgi çalması ya da bilgiyi özelleştirip kendisi için saklaması söz konusu olmadığı gibi sınırlama da yoktur. Çağın globalleşen gerçekleri içinde yerimizi iyi tanımlamalıyız. Bu görev en çok üst örgütlere düşmektedir. Mimarlar Odası bu ortamı açabilir. Çok nitelikli, iyi yönetilenbir "web" ortamı ile, çok iyi biliyorum masrafı çok fazla değil, ama emek isteyen bir çaba, düşünce isteyen bir girişim. Günlük ve sürekli olarak sahiplenilmesi gereken bir ortam. Bu çaba, bir yandan küresel ortamda bilgi dağıtımını ya da tasarım becerileri ya da erişilen noktaları insanların paylaşması için ortamı sunarken, öteki yandan da Türk mimarlarının evren içindeki varlıklarını da belirleyebilir. Yani Türkiye'yi tanımak isteyen insanlar, Türkiye'deki tasarım becerisini, mimarlık becerisini bilmek isteyenler aynı ortamı kullanırlar. Bunlar yok mu? Elbette var. Ama hepsi bireysel düzeyde; yani ya firma düzeyinde, ya okul düzeyinde, ya tekil kurumsal düzeyde. Yani işin içinde çok belirgin olmayan ya da açıkça söylenilmeyen bir böbürlenme boyutu var. Varolan kurumsallığın arkasında bir kulüp olayı var ve doğası gereği sınırlayıcı olmakta. Bu sınırlayıcılığın üstüne çıkabilecek kurum bence hiçbir üniversite değil, Yüksek Öğrenim Kurumu YÖK da değil, öncelikleri gereği ilgilenmeleri çok güç. Ben bu ortamın yaratılması için kesinlikle Mimarlar Odası'nı yetkili ve sorumlu görmekteyim. Yine geçmiş deneyimlerinden söylüyorum; yani mesela, biz yıllarca Afrika Mimarlar Birliğini oluşturmak üzere uğraştık ve Afrika Mimarlar Birliğine akreditasyon sistemi getirmek üzere çok çabaladılar. Onların istediği olay, nitelikli insanlar bir araya gelsin, nitelikli insanlar mimarlık mesleğini yönetsinler. Altüst oldu her şey. Neden altüst oldu? Çünkü bütün mimarlar diyorlar ki, "siz yine bir lonca yaratıyorsunuz, bunun içinden kendi payınızı alacaksınız, o ayrıcalıklı bir grup olacak, bir kulübe dönüşecek" bu tondaki eleştirilerle çaba gelişmedi, gerçekleşmedi. Hatta bir ilerleme bile gözlenmedi. Asya'da da benzeri girişimler denendi. Çoğu olmadı ve genellikle insanlar bu akreditasyon olayını dışarıda aramaya başladılar, "ben RIBA üyesiyim ya da UIA üyesiyim, CAA Commonwealth Association of Architects üyesiyim" dediler. Bu kurumlar, mesela Amerika Mimarlar Birliği, Avrupa'da bir bölüm (Chapter) açtı hepimize, Avrupalıları da Amerika'ya bir tür akredite etmek için. Yani kısacası benim söyleyeceğim şu: Eğer mimarlık eğitiminin geleceğinde Mimarlar Odası yer almak istiyorsa -ki, almalıdır, çünkü mesleğin niteliğinden sorumlu olan kurumun Mimarlar Odası olmak gerekir -bunu bir-iki temel ilke içinde yapmalı. Her şeyden önce şeffaf olmalı, kesinlikle demokratik olmalı, kolaylıkla erişilebilir olmalı, yoğunlukla katılımcı olmalı, kendi iç mekanizmalarıyla sürdürülebilir olmalı ve her kurumun onun bir parçası olarak bilginin birikimine katılmasını gerektiren, yüreklendiren bir model içinde yapılanmalı. Biz bunun benzerini epey sıkıntı çektikten sonra Ağa Han örgütü içinde yaptık. Şu anda erişebilirsiniz. Daha resmen ilan edilmedi. Sanırım bu yıl sonunda ya da gelecek yılın başında ilan edilecek. Çünkü biliyorsunuz İslam mimarlığıyla ilgili kültürel, coğrafi ve tarihsel değerleri geliştirmesi için, Ağa Han milyonlarca dolar para verdi Harvard Üniversitesine, MIT'ye. Bunun sonunda tek mekanizma, burslu öğrencileri götürüp orada okutmaktı. Bu öğrenciler okuduktan sonra dönecekler. Kendi ülkelerindeki okullarda hoca olacaklar. Bilgiyi, birikimlerini ve deneyimlerini aktaracaklar. Kısacası, bir zincir mekanizmasının oluşturulması özlenmişti. Bu yeterince etkili olmadı. Amerika'ya giden öğrencilerin bir kesimi geri dönmüyor. Geri dönenler de kimi kez yarısı da başka işlere gidiyor, kimisini üniversitesi istiyor ya da istemiyor. Sonunda bir "Archnet" adı altında bir yaygın eğitim sistemi geliştirmek üzere bir yeni proje başlatıldı. Bu MIT'de geliştirilmekte olan bir ortam. Üyeliği, katılımı, her şeyi ücretsiz. Bir "internet" bağlantsının olması gerekli ve yeterli önkoşul. Burada tüm kaynakların paylaşılması söz konusu. Örneğin, benim Agahan Mimarlık Ödülündeki 20 yıllık çabam sonucu biriken, aday projelerden oluşan 3 bin tane kadar monografik çalışma var, 370 bin kadar da saydam var. Bunların hepsi bu ortam aracılığı ile artık herkese açık olacak. Süreç içinde bu açılım dilim dilim olmak durumda. Çünkü teknik zorluklar var. Ama açık ve biriktirilen bilginin tümü erişilebilir olacak. Mimarlar Odası bence gelişen toplumun gelişen aşamalarında teknolojide bir adım öne geçip akreditasyon yerine bunu üstlenmelidir; çünkü akreditasyonun yararlı ve yeterli olacağına inanmıyorum. Neden inanmıyorum? Arif Şentek iyi hatırlar, biz de İngiltere'den döndüğümüzde (1971) mimarlık eyleminin denetimi için bir yeterlilik ortamı önermiştik. Oda üyeliğini bir niteleme unsuru olarak kullanalım, demiştik. Hatırlar mı bilmiyorum? Arif "Hoca, sen ne diyorsun, devletin verdiği diplomayı biz nasıl yeniden değerlendiririz" demişti. Haklıydı. Çünkü o eğitimin sorumluluğu Devlette idi. Şimdi de dolaylı da olsa öyle. Devlet görevini bilmiyorsa, onun yerine sorumluluğu Mimarlar Odası olduğunu sanmıyorum. Mimarlar Odasının misyonu; yani eleyerek birtakım insanları alıp kalanları dışarıda bırakmak yerine, herkesi o düzeye getirebilecek mekanizmaları kurmak olmalı bence. Böyle bir şey olduğunda, bu çaba içinde uluslararası ortamdan kaynak ve destek bulacaklarına da inanıyorum.


http://www.yapi.com.tr/haberler/dr-suha-ozkan_95591.html

Read Comment Section
İlk Yorumu Siz Yapın
Gönder

Yorumum onaylandığında e-posta ile bildir.

E-posta adresimle bültenlere abone olmak istiyorum

Haber gönderin Hemen haber gönderin

Sosyal Medyada Yapi.com.tr:

Abone Ol Yapı sektöründeki tüm gelişmelerden en önce siz haberdar olmak isterseniz e-bültenimize abone olun.
Bülten arşivine erişmek için tıklayın
Haftanın ürünü Bi’Boya Comfort Saf Akrilik

REKLAM VERİN

Ajanda
TAMAMI » Bugünkü Etkinlikler BUGÜN:
Herhangi bir etkinlik mevcut değil!