Haluk Şahin / Gazeteci
* Gazetici ve eğitimci Haluk Şahin'in Mimarlık ve Eğitim Kurultayı I'de gerçekleştirilen "Nasıl Bir Gelecek? - Nasıl Bir Mimarlık?" başlıklı panelde yaptığı konuşma. Ben mimar değilim; ama çok mimar dostlarım var, mimarların çok ilginç ve renkli insanlar olduklarını biliyorum. O yüzden benim bir mimar olmadığım halde mimari konularda onlara hitap etme konusundaki cüretimi de hoş göreceklerini umuyorum. Zaten söylediğim bazı şeyler çok saçma gelebilir size, aslında fikren biraz uçuş yapacağım; ama bunun o kadar zararlı bir şey olduğu kanısında değilim. Hatta, insanların biraz saçmalamasının yararlı olabileceği kanısındayım; çünkü öyle görünüyor ki, bizim başımıza ne geldiyse, o çok aklı başında görünen adamların söyledikleri kuru laflardan geliyor. Zaman zaman insanın hayal gücünü ya da fikrini biraz zorlamasında ve çeşitli konularda, kendisini ilgilendirmeyen konularda dahi olsa birtakım hücra, uzak köşelere uzanmasında yarar olduğu kanısındayım. İstanbul'da Bilgi Üniversitesinde ders veriyorum. Kuştepe'yi gördünüz mü bilmiyorum, ama Mecidiyeköy'ü mutlaka görmüşsünüzdür. Kuştepe'ye gittiğimde ve Mecidiyeköy'ün o kargacık burgacık, daracık sokaklarından birine girdiğimde, son yıllarda dudağımın ucuna hep şu cümle geliyor: Kuştepe ve Mecidiyeköy acaba niye bu kadar çirkin? Bu kadar çirkin olmak zorunda mıydı? Yani burada bir kaçınılmazlık mı vardı, burada bir çeşit determinizmden mi söz edilebilir? Niçin bu kadar çirkin, bu kadar çirkin olması yazgı mıydı? Çünkü biliyorsunuz, Mecidiyeköy'de ve Kuştepe'de binalardan bazıları yüksek, bazıları alçak, bazıları ince bazıları kalın, biri birinin üzerine eğilmiş, öteki öbürünün üzerine eğilmiş, sokaklar daralıyor ve genişliyor. En ufak bir tutarlılık, en ufak bir estetik kaygı söz konusu değil; öyle bir kargaşa ki, bunun tesadüf olabilmesi de mümkün değil, hayır, böyle bir kargaşanın tesadüf olabilmesi mümkün değil. Mimar olarak değil, bir iletişimci olarak soruyorum bu sorulaarı: Mecidiyeköy ve Kuştepe, diyelim bir mesaj metni olarak, acaba niçin bu kadar çirkin, niçin bu kadar düzensiz, niçin bu kadar iğri büğrü? Bunu nasıl anlayabiliriz? Acaba bunu anlamak için nereden yola çıkmalıyız, hangi düşünsel araçlardan yararlanmalıyız? Tabii ben Mimarlar Odasının çok uzun yıllardır Türkiye'nin konut politikasıyla ilgili, yapılaşmasıyla ilgili, çarpık yapılaşmasıyla ilgili yaptığı çalışmaları da bir gazeteci gözüyle izliyorum; yani bu konudaki olası cevapların bir çoğunu da biliyorum. Ama öyle bir noktaya geliniyor ki, sanki o cevaplar bile yetmiyor; yani köyden kente hızlı göç, kaçak binalar, rüşvet kurumu, belediyelerin güçsüzlüğü, hep o konuştuğumuz şeyler bile sanki yetmiyor bu kargaşayı açıklamaya, sanki bunların ötesinde birtakım açıklamalara da ihtiyaç var. Sanki bizim zihnimizde öyle programlar var ki, "bu programlardan zorunlu olarak bu türden binalar, bu türden yapılaşmalar, bu türden çirkin çevreler mi çıkıyor, ortamlar çıkıyor". Arada bir karşıma çıkan güzel binalar, güzel yapılar da bu soruyu değiştirmiyor, hatta daha da güçlendiriyor; çünkü o istisnalar, istisna oldukları için aslında kuralı sürekli olarak doğrulamaktalar. Çirkinlik yaygın ve çirkinlik egemen. Doğal çevre, çirkinlik. O bakımdan Türkiye'de mimarlık eğitiminin konuşulduğu bir ortamda -tabii değerli konuşmacılar birkaç kez de değindiler- o eğitimin nasıl bir fiziksel ortam içinde cereyan ettiğine elbette göz atmak lazım. Yani nasıl yapısal bir ortam içinde, nasıl bir sosyokültürel ortam içinde öğretiliyor mimarlık? Öğrenciler bu ortamdan neler alıyorlar? Gene de, sanki onların da ötesinde faktörler olduğunu düşünüyorum Kuştepe sokaklarına girdiğimde. Neredeyse bilinçaltı düzeyde, algılama öncesi düzeyde başka birtakım kalıpların, başka birtakım filtrelerin, başka birtakım bilgisayarvari gizli programların işe karıştığından şüphelenmeye başlıyorum. Sonra bu şüpheyi Mecidiyeköy ve Kuştepe'nin ötesine genellemeye yöneliyorum. Bütün kenti bozuk cümlelerden oluşan bir kitap veya içinden çeşitli kelimeler düşmüş cümleler gibi görmeye başlıyorum. Eminim sizler de zaman zaman hayret ediyorsunuzdur kargaşadaki bu sürekliliğe. Benim çocukluğumda Türkiye'de elektrikler kesilirdi, ama ileride elektriklerin kesilmeyeceği söylenilirdi. Ben artık neredeyse emekli olacak yaşlara geldim, elektrikler hâlâ kesiliyor. Üstelik bir teknik üniversitenin amfisinde elektrikler kesiliyor, üstelik o amfide 1,5 dakika içinde devreye girmesi gereken jeneratör devreye girmiyor ve biz sessizce oturup işimize devam ediyoruz. Bu bize çok anormal gelmiyor. Çünkü buna benzer şeyler bizim başımızdan daha önce pek çok geçmiş ve galiba buna benzer şeylerin bundan sonra pek çok defalar geçeceğini de kabul etmiş gibi bir halimiz var. Şöyle de diyebiliriz: Bu türden bozuk cümleler bizi fazla rahatsız etmiyor. Zaten, doğrusunu isterseniz, genellikle bozuk cümleler bizi rahatsız etmiyor, eğer imla hocası değilseniz ya da gazetede editör değilseniz veya bir yayınevinde düzeltmen değilseniz. Bozuk cümlelerle konuşuyoruz, bozuk cümleler yazıyoruz ve bu bozuk cümleler bizi rahatsız etmiyor. Çünkü fiziksel olarak da bozuk cümlelerden oluşan bir ortamda yaşayagelmişiz. TEM yolunda gece vakti giderken bakıyorum, yoldaki lambalardan bazıları yanıyor, bazıları yanmıyor. Hepsi yanmasa bir itirazım yok, hepsi yansa buna da itirazım yok; ama bazıları yanıyor ve bazıları yanmıyor. Hatırlıyorum, o ilk Londra Asfaltı yapıldığında da öyleydi, önce o güzel ışıklar konulmuştu, müthiş etkilenmiştik hepimiz. Sonradan bakardık, bazen bir tarafı yanıyor, bir tarafı yanmıyor. Aradan 40 sene geçti, hâlâ bu böylece devam ediyor. Sonra biraz daha genişletiyorum gözlemi, etrafıma bu gözle bakıyorum; örneğin, gazete mizanpajlarına bakıyorum. Almanların gazete mizanpajlarını alıyorum, her şey yerli yerinde, çok düzgün, cetvelle çizilmiş gibi. Almanlar ne kadar düzenlidir bilirsiniz, tamamen modüler sayfalar çiziyorlar, o düzenlilik içinde en ufak bir harfin kayabilmesi, artabilmesi mümkün değil. Sonra bizim gazetelerin birinci sayfa mizanpajlarına bakıyorum, görünüm aynen bizim Mecidiyeköy ve Kuştepe gibi; kaotik, her şey iç içe girmiş. Buna dinamizm mi demek gerek bilmiyorum, ama her yerde bu üslup çıkıyor karşıma, galiba başka türlü yapamadığımız için, o Kuştepe ve Mecidiyeköy üslubunun gazete mizanpajlarımıza da egemen olduğunu görüyorum. Daha sonra trafik düzenimize de aynı şeyin egemen olduğunu görüyorum. Bu gözlemleri durmamacasına genişletebiliriz. Murat Belge dostum geçenlerde Van'a gitmiş: "Beni bir sürü binalara götürdüler, apartmanlara girip çıktık, pek çok merdiven tırmandım, emin olun, Van'da olduğum süre boyunca eşit yükseklikte iki tane basamak görmedim," dedi. Bozcaada'da bir inşaatım vardı geçen sene, ustalardan -bir şey bildiğimden değil, düzenli olsun diye- mümkün olduğu kadar eşit taşlardan ve aynı hizada taş dizmelerini istedik; fakat olmadı, yani öyle yapmadılar. Taşlar küçüldü, büyüdü, bir sıra halinde gitmedi, sonradan Adanın diğer duvarlarına baktım, diğer duvarlarında da o türden düzgün sıralı taşlar olmadığını gördüm. Demek istediğimi anlıyorsunuz zannediyorum; artık bana öyle geliyorki, bizim zihnimizde, algılama sistemimizde ya da dünyayı kavrama sistemimizde bir şey bizi bu türden şeyler yapmaya doğal olarak itiyor. Bunu bir çeşit determinizm olarak mı değerlendirmek lazım, yoksa bir çeşit tercih olarak mı emin değilim; ama kaza olmadığı muhakkak, raslantı olmadığı muhakkak, bu kadar ısrarlı raslantı olamaz. Bu sorular sıklaşınca ve çaresizliği artınca aklıma bir teori geldi, sizinle paylaşmak istediğim şey bu. Keşke çok vaktimiz olsa, uzun uzun anlatabilsem. Marshall McLuhan diye Kanadalı bir düşünür var; yurtdışında doktora yaptığım sıralarda, 1960'lı yılların sonunda, çok popüler bir düşünürdü bu. McLuhan şunu iddia ediyordu: "Her iletişim teknolojisi, içine girdiği toplumu değiştirir. Her iletişim teknolojisi içine girdiği topluma bir çeşit masaj yapar, zihinsel masaj yapar ve onu hiç hissetirmeden, adeta uyuşmuş gibi, değiştirir." Dünyada bu değişim olayını en büyük çapta gerçekleştirmiş olan iletişim teknolojisi, matbaayla yaygınlaşmış olan basılmış yazıdır, kitaptır, gazetedir, vesairedir. Biz buna Gutenberg teknolojisi diyelim. Marshall McLuhan şunu söylüyordu: "Gutenberg teknolojisini sindire sindire yaşamış olan toplumlarla, böyle yaşamamış toplumlar arasında çok önemli farklar vardır. Adeta kafalarının programlaması çok farklıdır. Çünkü yazı, çizgisel, birbirini sırayla izleyen, bir örnek birimlerden oluşan bir teknoloji olarak zihinsel bir disiplini hiç farkında olmadan insanların beyinlerine yerleştirir. Okuryazarlığı toplumsal olarak iliklerine kadar yaşamış toplumlar bunu yapmamış toplumlardan çok farklıdır." Marshall McLuhan'a göre, kitlesel sanayi üretiminin temel modeli yazılı cümledir. Biliyorsunuz, fonetik alfabeyle yazılmış cümlede harfleri belirli bir sıraya göre yan yana dizeceksiniz, kelimeleri bir düzene göre yan yana dizeceksiniz, cümleleri yan yana dizeceksiniz, paragrafları yan yana dizeceksiniz, sayfaları yan yana dizeceksiniz ve ortaya bir kitap çıkacak. Kitap sadece içinde bulunduğu mesajla değil, aynı zamanda biçimiyle de bize bir şeyler öğretmektedir, ki McLuhan'a göre asıl mesaj işte budur. Biz bu öğretilen şeyin farkında olalım ya da olmayalım, farketmez. Marshall McLuhan'a göre, bu dönemi; yani Gutenberg teknolojisini, yani okuryazarlığı sindire sindire yaşamamış olan toplumların sanayileşmede başarılı olabilmeleri, sanayi ürünleri yaratabilmeleri mümkün değildir. Aynı şekilde, düzenli kentler kurabilmeleri de... Onu o yıllarda okuduğumda, toplumsal değişimi çok farklı modellerle açıklama eğiliminde olduğumuz için, doğrusu küçümsemiştim fikirlerini; yani "galiba bu adam, arabayı atın önüne koyuyor, evet, teknoloji, mesajın biçimi, önemli olabilir; ama niye içerik önemli olmasın, içerik mutlaka daha önemlidir" diye itiraz etmiştim. Fakat o günden bugüne yapılan araştırmalar, benim kişisel olarak yaptığım gözlemler McLuhan'ı bir kez daha okuma gündemime getirdi. Bir Türk aydını olarak sürekli olarak biz niye böyleyiz sorusunu sormamız, eski yanıtların yetmemesi, Rahmetli Niyazi Berkes'in bundan 40 sene önce sorduğu soruyu, "200 yıldır niye bocalıyoruz?" sorusunu şimdi "250 yıldır niçin bocalıyoruz?" şeklinde tekrar sormak zorunda olmamız McLuhan'ın teorisine bir kez daha bakmama yol açtı. Marshall McLuhan'ın fonetik alfabeyle okuryazarlığı iliklerine kadar yaşamamış ve Gutenberg teknolojisini sindire sindire özümsememiş toplumlara ilişkin iddiaları eskisi kadar geçersiz göründei bana. Tam tersine, bizim Kuştepe ve Mecidiyeköy'ün çirkinliği, biraz evvel elektriklerin kesilmesi ve onun arkasından jeneratörün çalışmaması , Van'da eşit yükseklikte basamaklar bulunmaması ve Bozcaada'da birörnek taşlardan oluşan düzgün bir duvar yaptıramamam arasında bazı bağlantılar olabileceği düşüncesini getirdi aklıma. "Bozuk cümleler"in raslantı olmayabileceği ve Türk toplumunun Gütenberg teknolojisini sindire sindire yaşamadan bu noktaya geldiği için bazı şeyleri, bu arada binaları, böyle yaptığı fikri aydınlatıcı göründü. TEM yolunda giderken hani lambaların bazısı yanıyor, bazısı yanmıyor. Neden? Bir cümle düşünün, içinden üç kelimesi düşmüş; ama bizi rahatsız etmiyor. Öyle bir şey. Mesela, konferansta bugünkü programımız ; "bugünkü programımız" bir cümle, ama "biz 1 saat geç başladık" bu da o cümlede bir eksiklik, ama bu bizi çok fazla rahatsız etmedi. Yani böyle bir dünyayı algılama kalıbının, zihinsel programın kafamıza derinlemesine yerleştiği sanısındayım, daha doğrusu, onun Gütenberg dönemiyle kırılmadığını düşünüyorum. Bunu "250 yıldır niçin bocalıyoruz?" sorusuna olası yanıtı içeren bir hipotez olarak ortaya atıyorum. Bunları söylerken, sadece Gutenberg'in matbaasının bize 300 sene gecikmeyle 1729'da gelmesini kastetmiyorum. 1729'da gelmişse ne olmuş; üç beş tane kitap basılmış. Kaçar tane basılmış; 300'er tane basılmış. Kimlere gitmiş o kitaplar? Sınırlı üç beş kişiye. Matbaa gelmiş ama Gütenberg teknolojisi topluma nüfuz etmemiş. Gütenberg'i sindire sindire yaşamak derken, dünyayla ilişkinin okuryazarlık yoluyla kurulmasının bir yaşam tarzı haline geldiği toplumlardan bahsediyorum. Batı toplumlarına bakıyoruz, 18. Yüzyılda okuryazarlık yüzde 50'nin üzerine çıkmış, yüzde 60-70'lere doğru gidiyor. Oysa, Türkiye'de okuryazarlığın yüzde 50'yi bulması 1950'li yıllardadır. Asıl zaman kaybı işte buradadır. Alfabe devrimine rağmen, millet mektepleri girişimine rağmen 1940'larda okuryazarlık yüzde 30'ların üzerinde değildi Türkiye'de. Okuryazarlık da kendi başına bir şey değil. Ben hem işlevsel okuryazarlıktan bahsediyorum, hem de okuryazarlığın bir toplumsal yaşam tarzı olarak insanların üretim biçimine karışmasından, dünyaya bakışını onlar farkında bile olmadan etkiler hale gelmesinden söz ediyorum. Türkiye, okuryazarlıkta yüzde 50'li seviyelere 1950'lerde geldi, 1960'larda geldi. Ve birdenbire televizyon da geldi. Televizyonun gelişi de çok önemli. Çünkü Marshall McLuhan, televizyonun yeni bir aşamayı temsil ettiğine inanıyor. Televizyonla birlikte algılama programının da değiştiğini, insanları "küresel bir köy"de yeniden kabileleştiğini savunuyor. Yazılı yaşamın gerektirdiği o temel disiplinin televizyon tarafından bozulduğuna, televizyonun insanları tam tersi zihinsel yönlere doğru çektiğini ve Gutenberg döneminin orada sona erdiğini öne sürüyor. Yani, çok televizyon seyretmek, televizyon dönemini sindire sindire yaşamak okuryazarlığı sindire sindire yaşamakla aynı etkileri yaratmıyor. Hatta tam tersi doğru olabilir. McLuhan 1980 yılında öldü. 21 yıl sonra ben şunu soruyorum: Acaba Gutenberg çağını sindire sindire yaşamamış olan bir toplum hızla televizyon çağına geçince; yani "Gutenberg çağının gerektirdiği zihinsel kalıpları, mercekleri kendi kafasına yerleştirmeden, onun zaten tam tersi yönde birtakım baskılar yaratan teknolojinin egemenliği altına girince o toplumda neler olur?" Eğitim nasıl olur, trafik düzeni nasıl olur, binalar ve yollar nasıl olur, mimari nasıl olur" diye soruyorum. Düşündüğüm zaman, ne yazık ki çok iyimser, çok umutlu cevaplar veremiyorum; ama umutlu şeyler söylemek istiyorum bir taraftan da. Çünkü, hatırlıyorum, 1960 yılında Şişli'de bitiyordu İstanbul, sonra Levent'e kadar dutluklar ve kır bahçeleri başlıyordu. Oralarda kır kahvelerine gittiğimi hatırlıyorum, çok güzel yerlerdi oralar. Yani oraları çok yakın tarihlerde, 1960'lardan sonra inşa ettik ve bu çirkinliği yarattık. Bunun yoksullukla filan alakası yok; sözgelimi Norveç'in ya da Almanya'nın fert başına düşen milli gelirinin, bizim o dönemdeki milli gelirimizden çok daha düşük olduğu dönemlerde yaptıkları köyleri ve kentleri görüyorsunuz: Her şey cetvelle çizilmiş gibi. Her şey sıralı, düzgün, yerli yerinde. Yani, çizgili defter yaprağının üzerine, çizgilerden şaşmadan, güzel el yazısıyla yazılmış gibi duran bir bina sıralaması var. Oysa bizde hem görgü olarak, hem fert başına milli gelir olarak, hem belki diğer birtakım sosyolojik göstergeler açısından onlardan çok daha ileri aşamada iken yaptığımız evler, sokaklar ve semtler böyle oluyor. Demek ki bizim kentsel karmaşamız, sosyolojik değişkenlerden ziyade, belki de -ki her şeyi 'belki de' söylüyorum- Gutenberg dönemini McLuhan'cı anlamda sindire sindire yaşamamış olmanın bizde bıraktığı ve tamiri belki de o kadar kolay mümkün olmayan eksikliklerle ilgili olabilir. O zaman şöyle bağlayayım sözü: Böyle bir varsayım doğruysa, iyi mimar yetiştirmek için sadece iyi mimarlık eğitimi vermek yetmiyor demektir. Tüm toplumun zihinsel kalıplarında derin bir değişim gerekiyor demektir. Batı toplumlarının 200-300 yıl yaşadıkları Gütenberg dönemi, okuryazarlıkla içlidışlılık ve oradan gelen zihinsel beceriler daha kısa zamanda, kestirme yollardan elde edilebilir mi? Televizyonun egemen olduğu bir dönemde bu nasıl olur? Olamadığı için mi, Kuştepe ve Mecidiyeköy'ü yaratıyor ve 250 yıldır bocalıyoruz? Türk toplumunun her zaman öncü gruplarından biri olan değerli mimar dostlarımızın da gündemine böyle bir soruyu sokabilirsem ne mutlu bana diyorum.
|