Prof. Dr. Mehmet Şener Küçükdoğu / İKÜ Mühendislik ve Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölüm Başkanı
Kültür Üniversitesi'ne gelişim üç yılı geçti, daha önce İTÜ'deydim. Bölüm başkanlığı gibi bir sorumluluk da taşıyınca, mimarlık eğitimini doğrudan ilgilendiren Mimarlar Odası'nın eğitim kurultayları gibi birtakım etkinliklerin içinde olmak kaçınılmaz oluyor. MOBBİG'in son toplantılarından birisi bizim ev sahipliğimizde yapıldı. Daha sonra, bu toplantının bir uzantısı olarak İTÜ Taşkışla binasında toplandık ve MOBBİG ve Mimarlar Odası olarak mimarlık eğitim süresinin 4 yıllık temel eğitimin üzerine asgari 1 yıllık tamamlayıcı bir eğitimi, başka deyişle toplam olarak 300 ECTS kredisi sağlanması üzerrinde ortak bir görüş belirledik. Bu görüşü yasa metni haline getirmek üzere kurulan Komisyon, Bahçeşehir Üniversitesi'nde toplanarak, yasa maddesi önerisini hazırlayarak, MOBBİG üyelerinin görüş ve onaylarına sundu. Bunun içerisinde, gerek mimarlık eğitiminin süresini ve gerekse kapsamını tanımlayıcı görüşler var. Ama bu tanımlamanın da kurumları bağlamayan, esnek bir tanımlama olması ana hedefimizdir. Aslında özellikle meslek eğitimlerinin tekdüze olup olmadığı tartışılmalı. İlk ve orta eğitimde bir eğitim birliği var, ama üniversite eğitiminde böyle bir birliğin yaratacağı bazı sakıncalar var. Belirli ilkelerle bazı çerçeveler oluşturulabilir, ama her kurumun kendine özgü bir modeli olmalı. Biz öğrenciyken, şimdiki Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi bir akademiydi. Onların Fransa'daki ekole dayalı ayrı bir modelleri vardı. İTÜ'de ise bir Alman etkisi vardı, daha farklı bir mimarlık eğitimi vardı. Yıldız, teknik okuldu; orası da doğrudan uygulamaya dönük daha başka bir model uyguluyordu. Ortadoğu Teknik Üniversitesi, daha yeni kurulmuştu ve Amerikan modelini benimsemişti. Dolayısıyla bunlar arasında "mimarlık eğitimi şu yolu izlesin" diye ne bir söylem, ne de bir eylem vardı. Her kurumdan da, çok parlak, kendini kanıtlamış, eserleriyle iz bırakmış çok değerli mimarlar yetişti. 12 Eylül Darbesi'nden sonra kurulan YÖK'ün ilk yıllarında "mimarlık eğitiminde şunlara, şunlara, şunlara uyacaksınız" diye bir liste geldi, dehşete düşürdü bizi. Bazı kurumlar uydu bazıları uymadı, ki uymayanlardan birisi de yapabildiğimiz kadarıyla İTÜ olarak bizdik. Ama örneğin o dönemde programa eklenen derslerin bazıları hala programda. Üniversiteler, ilk ve orta eğitimin açıklarını kapatmaya çalışıyor, böyle bir şey olabilir mi? Türkiye'de akreditasyon süreci Biliyorsunuz, AB müzakere sürecinde ele alınan iki meslek disiplininden birisi mimarlık. Mimarlık mesleğinin AB ülkelerindeki mimarlık mesleğine uygun ya da yakın bir çizgide olması gündeme geliyor. Bunu gerekçesi de AB sınırları içerisinde herkesin mesleğini rahatça uygulayabilmesi. Eğer siz onların normlarında bir eğitim yapmamışsanız ya da onların normlarına uygun olarak meslek eğitimi vermemişseniz, mimarlarınızın ehliyetini kabul etmeyeceklerdir. Peki, karşımıza AB süreci çıkınca mı geldik bu noktaya? Hayır, aslında çok uzun zamandır tartışılmakta olan bir konu bu. Avrupa'da ya da Amerika'da mimarlık eğitimi alan bir öğrencinin, aldığı diplomanın o mesleği uygulayabilmesini sağlayan bir ehliyet olmadığının hepimiz farkındaydık. Türkiye'de hala öyle. Şu an benim bildiğim, Kıbrıs ve bazı Türkmen Cumhuriyetlerindekiler de dahil YÖK'e bağlı olarak mimarlık eğitimi veren 39 okul var. Bunun yanında, kurulma kararları alınmış ama henüz açılmamış bölümler de var. Acaba YÖK hangi ölçütlerle bunların kurulmasına izin veriyor, bunlara bakılması gerekiyor. Öyle yapılsa, pekçok üniversite bölümü kapatılır. Her neyse, bunlar öğrenci yetiştiriyor, diploma veriyor, mezun olanlar da diplomasıyla gidip Mimarlar Odası'na kayıt oluyor ve mesleğini yapmaya başlıyor. Şimdi buna, uygulama AB ülkelerinde böyle değil, bizde de değiştirelim şeklinde mi bakmak gerek? Aslında 1990'lı yılların ilk yarısında başlayan bir süreçten konuşuyoruz. Mimarlar Odası'nda komisyonlar kuruldu, bu komisyonlarda görev alan arkadaşlarımız geceli gündüzlü çalıştılar. Yurtdışından alınan meslek yasaları Türkçeleştirildi. Türkiye'de nasıl bir meslek yasası olması gerektiği konuları tartışıldı. Geç de olsa bir öngörü vardı. Bütün bunlar oluyorken, AB konuları bu kadar gündemde değildi. Meslek ehliyeti Mimarlık diploması, bir meslek ehliyeti olmamalıdır. Peki bu ehliyeti alabilmek için ne gibi koşulların yerine gelmesi gerek? Tanımlanan mimarlık formasyonu neyse, o formasyon hangi bilgi ve becerileri vermeyi hedefliyor? Bunları altalta sıralasak, birbirine benzer şeyler çıkacaktır. Uluslararası Mimarlar Birliği'nin (UIA) koyduğu bir takım kriterler var, ABD'de NAAB'ın kriterleri var. Bunlar, yıllarca üzerinde kafa yorulmuş, tartışılmış konular. En basiti, dünyada böyleyse, bizim de bunları yerine getirmemiz gerek diye düşünürsünüz. Hedeflerinizi koyarsınız ve bunlara ulaşmak için hangi programı uygulamak isterseniz onu seçersiniz. Gerek Mimarlar Odası ve gerekse bölüm başkanları, 4 yıllık lisans eğitiminin yeterli olmadığı konusunda hemfikir. Bunun 5 yıl mı yoksa 6 yıl mı olması gerektiği üzerinde duruyoruz. 6 yıl biraz uzun gibi geliyor. Aslında 4 + 1'de uzlaştık ama o bir yılın nasıl olacağı konusunda hemfikir değiliz. Bu, ön şart. Bunu tamamlayan kişi bir lisans diploması alacak ve bir mimar adayı olacak. Bunun arkasından 52 haftalık bir mesleki deneyim geliyor. Bunu, eğitim süresi boyunca yapılan stajlarla karıştırmayalım. Mesleki uygulama ehliyetini verecek bir kurul olacak ve bu kurulun onayladığı iş yerlerinde alabileceksiniz uygulama eğitimini. Bu 52 haftalık mesleki deneyimi tamamlayan adaylar, söz konusu kurula başvuracaklar. Bu kurul, ya mesleki uygulama ehliyetini verecek, ya başka bir sınav yapacak, ya da daha başka bazı kriterlere bakacak. Burada verilecek olan ehliyet, belirli bir süre geçerli olacak. Bu süre boyunca mimar, mesleki gelişimine devam edecek. Meslek Odasının, üniversitelerin düzenlediği programlara, seminerlere, kongrelere, atölye çalışmalarına katılacak ve bunların hepsi de belirli bir puanlamaya karşılık gelecek. Ve belirli bir sürede belirli bir puanı toplayan, mesleki sicilinde de kötü bir kayıt olmayanların meslek uygulama ehliyetleri uzatılacak. Böyle bir model üzerinde anlaşmış bulunuyoruz. Şimdi, bunun ayrıntıları ve nasıl yasalaştırılacağı üzerinde çalışıyoruz. Akreditasyon Akreditasyon konusuna gelebilmek için bütün bunları anlatmam gerekiyordu. Akreditasyon, biliyorsunuz bir gönüllülük esasına dayanan bir eş değerlendirme. Bir kurumun mutlaka akredite olması diye bir şart yok. Akredite olmak isteyen kurumun da sahip olması gereken bazı ölçütler, ki bu ölçütler öğrenci - öğretim üyesi oranından öğrenci başına düşen derslik ölçülerine kadar bir dizi kriteri kapsıyor, var. Dolayısıyla bir eğitim kurumu akredite olmak için bir akreditasyon kuruluna başvuruyorsa, öncelikle bir öz değerlendirme yapmış olmalı. MİAK Mimarlık Akreditasyon Kurulu, 2006 yılının nisan ayında Mimarlar Odası'nın genel kurulunda yönetmeliği kabul edilerek kuruldu. Bu, gerek MOBBİG toplantılarında, gerekse Eğitim Kurultaylarında yapılan uzun tartışmalar sonucunda gelinen bir nokta. Yönetmeliğindeki bazı maddelerim öyle değil de şöyle olması gibi tartışmaları hala yapıyoruz, ama bana göre öncelikle uygulama görülmeli. Kurulda görev alan isimler, yıllardır akreditasyon üzerine çalışan, raporlar hazırlayan, yurtdışındaki uygulamaların nasıl olduğunu bilen, bu konuda deneyimli kişiler. Kurulun oluşturulmasıyla birlikte hemen çalışmalarına başladılar, Türkiye'de neler yapılabileceğine dönük çeşitli taslaklar hazırladılar ve bizlere gönderdiler. Bizler de bu taslakları inceleyerek, düşüncelerimizi ilettik. NAAB, ulusal ölçekte bir kurum olmasına rağmen, dışarıdan pek çok üniversiteye de akreditasyon hizmeti veriyor. MİAK'da NAAB'ın ölçütlerini alırsa ki görünen o, ve kendisini de ona akredite ederse, o zaman ona eşdeğer bir belge vermiş olacak. Akreditasyon modellerinin, öncelikle kurumların kendilerinin sorgulamalarını gerektirdiğinden, bana göre önemli bir yararları var. Akreditasyonu bir kenara bırakalım, kurumların, kendilerine gelen öğrencileri fiziksel, sosyal ve kültürel olanaklarla gerçekten hakkıyla yetiştirip yetiştiremediklerini sorgulamaları gerek. Akreditasyonun rolü, bu sorgulamanın yapılması için itici bir güç olması. Kurumlar, kendi olanaklarını zorlayacaklar, devlet de bu anlamda bir çaba içerisine girecek girmeli. Burada işin finansal boyutu kadar eğitsel boyutu da var. Siz bu kadar mimarlık okulu açıp bu okullara her yıl aldığınız öğrenci sayısı iki binlere varıyorsa ve aldığınız öğrenci sayısına karşılık sağladığınız eğitim kadrosu belirli bir oranda kalıyorsa burada bir çarpıklık var demektir. Türkiye'de pek çok disiplinde, ki mimarlık bunlardan birisidir, genel tablonun bu olduğunu düşünürsek, sizin yeni eğitim kadroları oluşturmak, onların yetişmesini sağlamak, önlerini açmak için politikalar geliştirmeniz gerekir. Bu, eğitim kadrosunun sayısal yeterliliğinin ötesinde donanım açısından da yeterliliği ile ilgili bir politika olmalı. Bu eğitim kadrosunu, çağın gerektirdiği becerilerle de donatmalısınız. Ama bugün ne yapılıyor, öğretim elemanı eksikliği, öğretim görevlileriyle kapatılmaya çalışılıyor. Kimdir bu öğretim görevlileri? O çevrede, kentte ya da kente yakın başka bir kentte olan, o konuya biraz ilgisi olan ama akademik anlamda bir formasyonu olmayan meslekten bazı kişiler. Bu, doğrusu bizim düşündüğümüz, çizdiğimiz modelin tamamen dışında. Bunların ortadan kaldırılması gerekiyor. Öte taraftan, öğrenci alımı konusu da hala tartıştığımız bir konu. Mimarlık öğrencisi sadece ÖSS'de belirli bir sayısal puan almış öğrenci mi olmalıdır gibi. Şöyle ya da böyle, bize gelen öğrenciyi yetiştirecek doğru nitelikte ve nicelikte eğitim kadrosunu oluşturmak zorundayız. Mobilitenin yansımaları Akredite olmuş kurumların, bazı ortak programlar geliştirmek gibi de bir şansı var. Çünkü arada bir eşdeğerlik var. Örneğin Erasmus programı neden ulusal ölçekte olmasın? Kurumların farklı kimliklerinden faydalanmanın pek çok yararı var. Peki yurtdışına gitmenin avantajı ne? Mimarlık bir görgü, kültür mesleği, kültürlerin farkında olabilme mesleği. Eğer akredite olmuş bir kurumsam, başka bir ülkede de akredite olmuş bir kurumla çok kolay işbirliği yapabileceğim. Bu işbirliği sadece öğrenci değişimi anlamında değil, aynı zamanda öğretim üyesi değişimi, ortak araştırma, atölye çalışmaları yapma anlamında da geçerli. Farklı akreditasyon seçeneklerinin olmasının avantajları Üniversitelerimizin kendilerine çekidüzen vermeleri açısından büyük avantajlar sağlıyor. Kendi eğitim modellerini sorgulamaları, bölgesel farklılıklarını da eğitim modellerine yansıtmaları gibi bazı avantajlar söz konusu olabilir. Çünkü Türkiye öyle bir coğrafya ki, mimarlık eğitiminde ayrı bir eğitici olarak yer alabilecek kentlerimiz var. Bunların başında İstanbul geliyor örneğin. Ama öte taraftan, Dicle Üniversitesi'ndeki bir öğrencinin de kendi kentinden, bölgesinden alacağı ve vereceği çok şey var. O kentte bir mimarlık bölümünün olmasının diğer kentlere göre bir farkı olmalı ki o kente yansımalı. Bu elbette sadece eğitim kurumunun orada olmasıyla ilgili değil, o bölgenin halkının da bunun farkında olması ve talep ediyor olması gerek. Yerel yöneticilerin bunun farkında olup, bundan faydalanmanın yollarını biliyor olması gerekiyor. Ki o kurumların gelişmesi açısından bunun önemli bir katkısı olacaktır. Buna sadece mimarlık açısından bakmamak gerek, farklı disiplinlerin o kentlerin ve o kentlerdeki yatırımların gelişmesinde yapacakları katkılar apaçık. O bakımdan, kurulmuş bölümlerin de 'efendim burada böyle bir şey olabilir mi' düşüncesiyle kapatılmasını düşünmenin de yanlış olduğu kanaatindeyim. Bunlar, öncesinde düşünülmesi gereken şeyler. Kurulmasından sonra artık o kentle nasıl bütünleşeceği, nasıl bir alışveriş içine gireceği, nasıl bir kimlik benimseyeceği, nasıl bir modele gideceği, kentle birbirlerini nasıl besleyecekleri gibi konuları tartışmak gerek. Bu tartışmaların, en az akreditasyon kadar önemli sonuçlar vereceği düşüncesindeyim.
|