Prof. Dr. Gülsün Sağlamer / MimED Başkanı - İTÜ Eski Rektörü
15 - 17 Kasım 2006'da gerçekleştirdiğiniz Forum 3'ün başlığı 'Global Area for Architectural Education' olarak belirlenmişti. Öncelikle, Forum 3'ün bir değerlendirmesini yapabilir misiniz? Düzenlediğimiz forum birçok açıdan başarılı oldu. Öğrenci yarışması, öğrencilerin İstanbul üzerine düşünmeye teşvik edilmesi, mimarlık çerçevesinin de dışında başka bir dünya olduğunu ve o dünyada mimarların nasıl düşünebileceklerini göstermesi bakımından önemli bir girişimdi. Mimarlık eğitimine hizmet vermiş insanların başarılarının topluma ulaştırılması ise olayın bir başka boyutunu oluşturuyordu. Bütün bunların ötesinde, forumun, küreselleşen dünyada mimarlık eğitiminin geçirdiği evrimin tartışılması için iyi bir ortam oluşturduğunu düşünüyorum. Sunulan 43 bildirinin arasında 17 de yabancı katılımcının bildirisi vardı. Bana göre, uluslararası boyutta da başarılı oldu. Dünya çok hızlı değişiyor. Küreselleşmenin, teknolojik gelişmelerin, nüfus artışının, nüfus mobilitesinin mimarlığın üzerinde aşırı etkileri var. Bu etkiler altında hepimizin oturup 'nasıl bir mimarlık eğitimi olmalı'yı düşünmemiz gerekiyor. Forum, bu anlamda, küreselleşen dünyada 'Türkiye'de mimar adaylarını dünyada yarışmak üzere nasıl yetiştirmeliyiz' sorusunun tartışılmasına da iyi bir ortam hazırladı. Küreselleşme yeni bir kavram değil, ancak zaman içerisinde bağlamından uzaklaştığını söylemek mümkün mü? Thomas Friedman, 'The World is Flat' isimli kitabında küreselleşmeyi üç evreye ayırıyor. Keşiflerle başlayan dönemde ülkelerin küreselleştiğini, 1800'lerden 2000'lere kadar devam eden süreçte şirketlerin küreselleştiğini, 2000'lerden sonraki dönemde ise bireylerin küreselleşmeye başladığını söylüyor. Dolayısıyla, küreselleşme yeni bir kavram değil. Mimarlık ve sanat tarihini incelediğimiz zaman, özellikle Avrupa ölçeğinde ressamların, mimarların farklı ülkelerde, örneğin krallar için işler yaptığını görüyoruz. Bu ilişkiler her zaman vardı. Ama bunun yoğunluğu artık o kadar arttı ki, birer örnek olmaktan çıkıp yaşamın bir parçası haline geldiler. Artık bu mobilite, küresel ilişkiler olmadan gündelik hayatımızı sürdüremez durumdayız. Forum başlığını ve içeriğini (Global Mimarlık Eğitim Alanı / Global Architectural Education Area), küreselleşmenin gündelik yaşama yansıması bağlamında düşünebilir miyiz? Elbette, mobilite o kadar çok artmış durumda ki... Erasmus programı ile gelen 30 öğrencimiz var. Kendi öğrencilerimiz arasından da yurtdışına her yıl 50 - 60 öğrenci gidiyor. Bu, önemli bir dinamizm yaratıyor. Bu çocuklar, nasıl stüdyo yönetildiğini, nasıl bir mimarlık eğitimi verildiğini görerek dönüyorlar buraya. Buna, öğretim görevlilerinin mobilitesini de ekleyin. Mobilite, bütün bu farklı görüşlerin harmanlanarak üniversiteler içerisinde konuşulmasına, tartışılmasına olanak sağlıyor. Dolayısıyla, siz kendinizi artık hiçbir şekilde izole edemez duruma geliyorsunuz. O zaman da herkes küresel konuları stüdyolarına, mimarlık eğitimi programlarına taşımak durumunda kalıyor. Bunu, yapılan sunumlarda gördük. Türkiye'nin neresinden olursa olsun, yeni mimarlık okullarında da bu çabanın olması sevindirici bir durum. Demek ki lokal kalmıyor, olanaklarının yettiği kadarıyla dünyada olup bitenlerle kendisini senkronize etmeye çalışıyor. Ben bundan cesaret aldım, diğer ülkelerden gelen örnekleri de görünce dünyadan geri kalmadığımızı gördüm. Dolayısıyla forum, bizi umutlandıran, cesaretlendiren bir toplantı oldu. Eğitim, genel olarak gündemin çok konuşulan başlıklarından birisi. Ancak daha çok kadrolaşma, fiziki yetersizlikler gibi alt başlıklarla gündemde yer bulabiliyor. Bu karmaşa içerisinde akreditasyon yeterince doğru algılanabiliyor mu, sağlıklı bir düşünsel platform oluşturulabiliyor mu? Artık dünyada her şey o kadar karmaşık bir hale geldi ki, hiçbir şeye yüzde yüz doğru, iyi ya da yanlış deme olanağımız kalmadı. Her şey çok boyutlu. Bu karmaşık ilişkiler içerisinde iyi sonuçlar almak için bazı şeyleri de feda ediyor olabiliyorsunuz. Bu anlamda Erasmus gibi programların, mobilitenin çok yararlı olduğunu, kusursuz olduklarını söylemek zor. Ama aynı şekilde, bu programların eğitim sistemimizi mahvettiğini de söyleyemeyiz. Her zaman, her bir öğrencinin özel bir durum olduğunu düşünmüşümdür. Mimarlık eğitimi, reçetelere bağlanması en zor olan eğitim dallarından birisi. Çünkü, yapmaya çalıştığınız şey yaratıcı insan yetiştirmek. Eğitimciler olarak, üniversitenize gelen öğrenciyi, tasarımcı, yaratıcı olarak eğitmeyi hedefliyorsunuz. Bu, çok zor, reçeteye bağlanamayacak bir iş. Bir öğrencide çalışan bir model, bir diğerinde çalışmayabilir. Dolayısıyla, mimarlık eğitiminde eğiticilerin çok duyarlı olması gerek. Öğrencilerin her birini tanımaya çok zaman harcaması gerek ki, onu geliştirebilecek yardımı yapabilsin, ortamı yaratabilsin. O bakımdan başka disiplinlerden farklı, zor bir iş yaptığımızı düşünüyorum. Eğitim ve öğretim için iyi bir ortam oluşturmamız gerekiyor. Eğitim yapılacak ortamların ve bu ortamların içinde bulunacağı sosyal ve kültürel çevrenin, yaratıcılığı destekleyecek nitelikte olması gerek. Örneğin stüdyo ortamı kötüyse, bu caydırıcı, çocuğu stüdyodan uzaklaştıran bir faktördür. Eğer eğitim sisteminiz rijid bir sistemse, organizasyon açısından yaratıcılığa izin vermez. Demek ki ünüiversite olarak altyapınızın yeterince zengin, öğrencinizin yaratılıcılığını tetikleyecek mekansal standartlarınızın yüksek, teknolojik olarak donanımlı ve oraya can veren öğretim üyelerinizin de yeterince hoşgörülü, esnek, bilgili, toleranslı ve verici olması gerekiyor. Binanın dışına çıktığımız zaman da, İstanbul gibi bir kentte yaşamanın ayrıcalığını görüyorsunuz. Dünyanın mimarlık eğitimi yapılabilecek en iyi kentlerinden birinde yaşıyoruz. Bütün bunları birleştirince, ben geleceği kötü görmüyorum. Teknik Üniversite'nin bilgisayar altyapısı çok iyi, öğrencilerimiz teknoloji ile barışık. Kütüphanelerimiz çok iyi, bilgiye erişim kolay. Teknik Üniversite, esneklikte de çok yol kat etti. Bütün bunlara baktığınız zaman, İTÜ Mimarlık Fakültesi'nin neden ilk akredite olan kurum olduğunu anlamak da kolaylaşıyor. Ama elbette kalite güvence sistemlerinin ve akreditasyonun yaygınlaşması gerekiyor. Bu deneyim üzerinden nasıl bir okuma yapmak mümkün? Birçok ülkede, ulusal değerlendirme / akreditasyon süreçleri var. Örneğin, bir mimarlık programının YÖK tarafından onaylanmasıyla, o programın ve mezunlarının akredite olması gibi. Ancak süreç, yurtdışında gelişmiş ülkelerde bu şekilde yaşanmıyor. Eğitim programları, devletin dışında bağımsız kurumlar tarafından denetleniyor. Bizde henüz bu mekanizmaların oluştuğunu söylemek mümkün değil. Eğer bir kurum, ulusal sınırların ötesinde dünyada yarışacak mimarlar ve mühendisler yetiştirme gayretindeyse, kurumun ve verdiği eğitimin uluslar arası düzeyde tanınırlığının olması gerek. İşte bu noktada uluslararası akreditasyon önem kazanıyor. Eğer kurumunuzu şeffaflaştırıp, kurumun kendisini iyileştirecek ve geliştirecek geri besleme mekanizmalarını oluşturmazsanız, dünyada da yarışamazsınız. Biz, rektör olduğum dönemde bunu başardık. Kurumun özdenetimini yapması, hedeflerini oluşturması, bu hedefler doğrultusunda projeler üretmesi, söz konusu projelerin sonuçlarından alınan geri besleme ile stratejilerini yenilemesi, çıtayı yükseltmesi yönünde şeffaf bir sistem geliştirdik. Böylece, Teknik Üniversite, uluslar arası ölçekte programlarını akredite etme cesaretini göstermiş bir üniversite oldu. Biz diyoruz ki, kim istiyorsa gelsin, değerlendirsin, her türlü değerlendirmeye açığız. Bu, kendinizi çok güçlü hissetmenizi sağlıyor. Sizin mezununuz, dünyada yarışacak kapasitede oluyor. Projeler için uluslar arası kaynaklara başvurduğunuz zaman bu mekanizmalar çalışıyor, bir yere birisi seçileceği zaman bu mekanizmalar çalışıyor. Bunlar, bir kurumun kurumsallaşması ve uluslar arası düzeyde tanınırlığı açısından çok önemli. Bazı arkadaşlarımız, uluslararası akreditasyona karşı tepkililer, "Biz zaten iyi bir okuluz, ne gerek var ki" şeklinde yaklaşıyorlar. Oysa, biz kendi kendimize "biz iyiyiz" diyemeyiz. Bu anlamda kurumlar arası işbirlikleri nasıl değerlendirilmeli? Üniversiteler, bölümler kesinlikle işbirliğini gerçekleştirmeli. Birlikten kuvvet doğar. Türkiye, genç nüfusu ile dünyada parlayan bir yıldız olma sürecinde. Biz bu noktada ne kadar güçlü ve ihtiraslı olursak, işbirliğini ne kadar arttırırsak o kadar başarılı oluruz. Mücadelenin çeşitli platformları var. Öyle yerler var ki, üniversite o alanda tek başına var olmak durumunda. Ama bazı platformlarda da ulusal ölçekte varolabilmemiz gerekiyor. Böyle bir durumda, ulusal ölçekteki üniversitelerimizin arasında büyük kalite farklarının olmaması gerekiyor. Mimarlık bölüm başkanlarının işbirliği, bu farkın azaltılması anlamında önemli. Forum 3'te bölüm başkanları ile yaptığınız yuvarlak masa toplantısında 4 soru sormuştunuz. Sizin cevabınız nedir bu sorulara? Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, ana eksen 'değişim'. Öğrendiğiniz her yenilik, stüdyolarınıza, programlarınıza da yansıyor. Sürekli bir reformdan bahsediyoruz. Bu sürekliliği sağlayabilmek için ise, bu değişimi sağlayacak yeteneğinizin olması gerek. Altyapınızla, insan kaynaklarınızla, finansal olanaklarınızla, teknolojik donanımınızla bu değişimi izleyecek, sürükleyecek, öncü olacak yeteneklere sahip misiniz? Bütün sorun burada yatıyor. Eğer bunu başarabilirseniz, ders programlarınız sürekli gelişir, insan kaynaklarınız ona göre şekillenir, ilişkileriniz ona göre ayarlanır. İşte o zaman, sizin de mimarlarınız İngiltere'de, Amerika'da rahatça iş yapar. İşte o zaman, sahici küreselleşmeyi yaşarız. Türkiye, henüz mimarlık anlamında uluslararası düzeyde hizmet veren konuma geçebilmiş değil. Örnekleri var, ama yeterli değil. Değişim için kaynaklarımız ne kadar yeterli? Bütün dünyada, devletlerin yükseköğretim için ayırdıkları kaynakların azaldığı bilinen bir gerçek. Bütün dünya yüksek öğretimi nasıl finanse edeceğini düşünüyor. Bizim gibi ülkelerin gündeminde ise, özellikle nüfus artışı nedeniyle yükseköğretim öncelikli konu. Okullaşma oranınızı arttırmanız gerekiyor ki, bizde Açık Öğretim dahil, üniversite düzeyinde okullaşma oranı yüzde 30'larda. OECD ortalaması ise yüzde 50'lerin üzerinde. Demek ki, bizim kaynağa ihtiyacımız var. Amerika'da eğitime ayrılan pay gayri safi yurtiçi hasılanın yüzde 2'si oranında, ayrıca bu kaynağın önemli bir bölümü öğrenci harçlarından karşılanıyor. Avrupa'da bunu yapmak istiyor, ama yapamıyor. Bizde, öğrencilerden alınan harçların yükseltilmesi, çok zor bir konu. Ekonomik açıdan büyük sıkıntılar yaşayan öğrencilerden yüksek harçların istenmesi, bir kere moral olarak onları yıpratacak, verimi düşürecek bir şey. Şimdilik olanaksız görünüyor. Burada şöyle bir gerçek ortaya çıkıyor. Üniversiteler, kendi paydaşları ile bütünleşmek zorunda. Öğrencisi, öğretim üyesi, mezunu, eleman yetiştirdiği sektör, hepsinin kilitlenip, bu sistemi geliştirecek şekilde elini taşın altına koymalı. Mezunların katkısı çok önemli. Kurumun mezunuyla bütünleşmesi, yetiştirdiği kişinin nerede nasıl çalıştığının, başarılı olup olamadığının izlenmesi açısından önemli. Çünkü eğitim sistemini şekillendirirken bu veriler çok önemli. Öbür taraftan üniversite, alacağı finansal destekle de, kendisini çağa uyduracak değişimleri gerçekleştirebilir. Biz, Teknik üniversite olarak bunu başarabildik. 8 yıl içerisinde 80 milyon dolar gibi bir bağış toplayarak, üniversitenin değişiminin finansmanını doğrudan doğruya mezunlardan ve endüstriden karşıladık. Gelişen eğitim teknolojilerinin eğitime yansıması akreditasyon sürecini nasıl etkiledi, ivme kazanan uluslararası hareketlilik akademik yaşama nasıl yansıyor? Bizim için henüz kısa sayılabilecek bir deneyimden bahsediyoruz, daha dördüncü senemiz. Henüz, eğitim ortamını nasıl etkileyeceğini kestirmek zor. Artıları, eksileri var. Artıları var, farklı ülkelerde mimarlık eğitiminin nasıl ve hangi koşullarda yapıldığını, hocaların bu süreçte nasıl yer aldıklarını, kaynakların nasıl kullanıldığını ve nasıl arttırıldığını, öğrencilere ne gibi sorumluluklar verildiğini görüyorsunuz. Bunun, örneğin öğrenciler üzerinde çok önemli etkileri oluyor. Çünkü buraya bakış açıları değişiyor. Üniversiteleri değişime zorlamak açısından da önemli katkıları oluyor. Ancak şöyle bir sıkıntı var. Bu bir sömestrlik süre, giden ve gelen öğrencilerin sisteme entegre olup, verim alabilmeleri için yeterli olamayabiliyor. Bu, Avrupa Üniversiteler Birliği toplantılarında da tartıştığımız bir konu. Acaba yatay mobilite yerine düşey mobilite mi önem kazanmalı diye düşünüyoruz. Biz, öğrencilerimizi daha çok yatay mobilite ile yani lisans programı içerisinde üçüncü sınıfta yurt dışına gönderiyoruz. Acaba master ya da doktora dereceleri için yurt dışına gitmeyi teşvik etmek daha doğru bir yaklaşım mı? Ben, tenolojinin eğitimin her alanına girmesi gerektiği inancındayım. Burada önemli sorunlarımız var. Bakın biz, Teknik Üniversite bünyesinde anaokulu, ilkokul ve lise kurduk. Anaokulunda 3 yaşındaki çocuk mükemmel bilgisayar kullanıyor. Bu çocukların bize, üniversiteye geldiğini düşünün. Bu gelecek olan kuşak, şu an olanlardan çok farklı. Genç kuşakların teknoloji kullanımındaki bu büyük değişim, henüz üniversitelere yansımadı. Bu nedenle, buralardaki eğitim kadroları ile gelecek olan yeni kuşakların hangi ortamlarda karşılıklarını iyi düşünmek gerekiyor. Aslında bu, dünyanın sorunu. Teknolojiyi iyi kullanması beklenen yeni kuşakları kim eğitmeli? Bu anlamda çok ciddi sorunlar var karşımızda, bizden çok ciddi adımlar atmamız bekleniyor. Artık, bizi bugüne getiren modellerle devam edemeyiz. Kadrolarımızı gençleştirmek ve onlara yetkiler vermek mecburiyetindeyiz. Bunun hazırlığının yapılması gerekiyor. Ama hazırlığı bir kenara bırakın, hükümet 4 yıldır asistan alınmasını engelleyerek bunun önünü kapatıyor. Asistan almazsanız, nasıl genç öğretim üyeleri yetiştireceksiniz? İnsan kaynaklarını geliştiremeyen bir yüksek öğretim sistemi nasıl bir gelecekten bahsedebilir, nasıl küresel bir yarışa katılabilir? Yapılan kötülük çok boyutlu, ileride yansımaları daha da kötü olacak. Ben teknolojinin eğitimi renklendirdiğini düşünüyorum. Gelişen internet olanakları, ağ üzerinden çoklu konferanslar düzenleyebilmek gibi artılar, eğitimi çok zenginleştiriyor. Dünyanın öbür ucundaki birisiyle projeniz üzerine konuşabiliyorsunuz, onun kritiklerini alabiliyorsunuz. Bunun için rektörlüğüm bitmeden önce 1996 - 2000 döneminde kurduğumuz uzaktan eğitim sistemimizi yenileyecek, analogtan dijitale geçirecek bir proje başlattık ve 5 milyon dolarlık bir yatırım yaptık. Bütün uzaktan eğitim stüdyolarını dijital hale getirmeyi hedef aldık. Ancak mevcut yönetim, bu projeyi etkili ve verimli kullanmıyor ya da kullanamıyor. Türkiye'de çok ilkel bir davranış şekli var. Birinin yaptığı birşeyi diğerinin bozmasının doğal karşılanıyor. Bu nedenle, tuğlaları üst üste yerleştirmeyi başaramıyoruz bir türlü. Sürdürülebilirliği nasıl sağlayacağız bu durumda? Sürdürülebilirliği sağlayacak mekanizmaların oluşturulması, hesap verebilirlik mekanizmalarının oluşturulması ile sağlanabilir. Size bir olanak verildi ve siz onu kullandınız. Bunun sürdürülebilmesi için, gereken işlemlerin yapılmaya devam etmesi gerek. Daha önceki yönetimin yerine gelen yönetimin, "Ben bunları rafa kaldırdım" deme lüksü olmamalı, buna izin verilmemeli. 2000 yılında, bütün dünyada örnek olan 'mühendislik ve ileri teknolojiler' başlığında bir program yarattık. Altı alanda, dünya ile yarışmak üzere master ve doktora programları açıyoruz. 25 milyon dolarlık bir proje, Avrupa'da pekçok yerde sunumu yapılmış, 4 yıl mükemmel bir şekilde işlemiş. Ama şimdi bu proje İTÜ'de durma noktasına gelmiş, kimse hesap sormuyor. Türkiye bu kadar zengin mi? Böyle bir ülke gelişebilir mi? Üniversiteyi oluşturan paydaşların süreçlerde yeterince söz sahibi olduğunu söylemek mümkün mü? Bana göre öğrenciler şu an birçok platformda oldukça etkililer. İnterneti çok iyi kullanıyorlar ve eleştirilerini medeni çerçevede ifade edebiliyorlar. Akreditasyon sürecinin ve uluslararası hareketliliğin eğitimi öğrenci odaklı yapılandıracağını öngörmek mümkün mü? Bireysel gelişimin çok önemli olduğu bir gerçek. Süreç, bizim eğitim sistemimizde de bireyleri öne çıkaracak. Geçenlerde, Nice'de doktora programları üzerine bir toplantıya katıldım, 'mentor öğrenci'liği devreye sokuyorlar. Doktora yapan öğrencinin, yürütücüsünün dışında, onun gibi o programı daha önce almış bir rehber edinmesi anlamına geliyor. Bu yardımlaşma kurulabilir. Böylece sistemin düşeyde entegrasyonu sağlanabilir. Türkiye'de mimarlık üzerine yapılan etkinlikleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Çaba var, ama henüz çok etkili olduğunu söylemek zor. Çok daha güçlü olmalı. Önümüzdeki yılar bilgi ekonomisinin değil, yaratıcı ekonominin geliştiği yıllar olacak. Sistemin, yaratıcı insan yetiştirmeye odaklanması gerek. Aktivitelerin de bu bağlamda harmanlanıyor olması gerek. Bu yönde çabalar var. Ancak 15 milyon insanın yaşadığı bir metropolde, yaratıcılık için çok daha güçlü seslerin çıkıyor olması gerekiyor. Ortak bir heyecanın, bir kentlilik duygusunun yaratılması çok ama çok önemli.
|