b>Kağıthane'de atık toplayıcılarının bulunduğu mahallede dolaşıyoruz. Geceyarısı olmasına rağmen halk sokaklarda. Çeribaşının konuğu oluyoruz. Bize yaşananları anlatıyor:
"Biz burada 50 senedir yaşıyoruz. Ben burada doğdum. Özal zamanında bize tapu tahsis belgeleri verildi. Bundan önceki belediye başkanı bize çok yardımcı oldu. Hatta belediye ile birlikte buradaki teneke barakaların yerine bu gördüğünüz evleri yaptık. Çizimleri bizzat belediyede çalışan plancılar yaptı. Ama şimdi diyorlar ki şu tarihe kadar evlerinizi boşaltın. Burası planlarda yeşil alan olarak geçiyormuş. Sonra evler için yıkım bedeli belirliyorlar. Diyorlar ki evinizin bedeli şu kadar. Gerisini borçlanacaksınız. Örneğin 50 bin YTL'yi ayda 500'er binden on yılda ödeyeceksiniz! Yahu bu millette bu kadar para ne gezer? Elektrik su parasını bile ödeyemiyorlar. Mecburen birkaç bin YTL yıkım bedelini almayı tercih edecekler. Sonra ne olacak? Bu para bizim vatandaşın cebinde durmaz. Sonra ne olacağı belli. Sokakta kalacaklar, şimdi yıkılan evlerde olduğu gibi. Bir de mülk sahibi olmayanlar var. Onların durumu felaket..."
Çeribaşı az çok mürekkep yalamış, nelerin olup bittiğini bilen bir kişi. Şu yeşil alan meselesine açıklık getirmek istiyorum. Bana anlatıyor:
"Mesele buranın yeşil alan olması değil, burada yaşayan insanların kararları etkileyebilecek güçlerinin olmaması. Yoksa değil 50 sene, beş sene içinde çevremizdeki yeşil alanların, arkası kalınlara nasıl peşkeş çekildiğini gördük. Mesele burada yaşayan insanların kültürleri, yaşama biçimleri ile hedef alınmaları. Burada yaşayan insanların böyle bir niyeti, kültürü olmadığı için eziliyorlar. Para biriktirmek, siyasete yatırım yapmak, imar ayrıcalıkları elde etmek gibi bir amaçları olmadığı için yok edilmek isteniyorlar".
"Kalk seni biraz gezdireyim" diyor. Gece karanlığında yürüyüşe geçiyoruz. Hurda bir kamyonetin naylonunu kaldırıyor. İçerde bir aile, iki bebeleri ile gözlerini oğuşturuyor. Gözlerim yol kenarlarında hurdalar ve naylonlar içinde yatan insanlara takılıyor. Çeribaşı gülüyor. "Şu halimize bir bak, bunu yapanlar utansın. Bu insanların tuvaleti, banyosu, suyu değil, yatacak yeri dahi yok" diyor.
Sonra birlikte mahallenin bir bölümünü yıkarak yapılan çim sahaya gidiyoruz. "Siz burayı kullanıyor musunuz?" diye soracak oluyorum. Gene gülüyor. "Bizi hiç içeri alırlar mı?" Bak şu yaptıklarına diyor. Çim sahanın etrafına her birinde de olduğu gibi yüksek tel duvarlar yapılmış. Bu yetmemiş, onun dışına tel örgü bir duvar daha yapılmış. O da yetmemiş, iki insan boyunda beton bir duvar yapılmış. Böylece bu sahada spor yapanlar etraflarındaki Roman mahallesinden yalıtılmışlar. Çeribaşının deyimiyle İstanbul'un göbeğinde bir utanç duvarı yükselmiş. Ama çocuklar boş durmamışlar. Duvarda nasıl yaptılarsa gözleri kadar küçük delikler açmışlar. Oralardan, kimse görmeden semte arabalarıyla gelip maç yapanları seyrediyorlar.
Yoksullarla mücadele
19 Temmuz'da Küçükbakkalköy'de yaşayan Romanların evleri eşyalarını bile almaya vakit bırakılmadan yıkıldı. Şimdi orada, enkazda yaşıyorlar. Belediye, evlerini yıktığı insanların suya erişmelerini de engellemeye çalışıyor. Yıkıntıların arasına gizledikleri bir çeşmeyi buluyor ve suyunu kesiyor. Amaç susuz kalmaları ve bölgeyi terk etmeleri. Burada evler yıkıldığı için tuvalet yok. Su, elektrik yok. Salgın hastalık tehlikesi var. Yıkım sırasında polisin sıktığı biber gazının etkisinde kalan çocuklar hâlâ hasta. İnsanlar sokaklarda, bebekler aç ve susuz. Hastalık kol geziyor.
Kentsel dönüşüm adı altında açıkta kalan, evleri yıkılan Romanlar küçük bebekleri, çocukları, yaşlıları ile yaşam mücadelesi veriyorlar. Bu mahallelerde yaşayan Romanlar doğdukları, onlarca yıldır yaşadıkları, sahip oldukları evlerinden sökülüp atılıyorlar. Kendilerine ev veriyoruz diyen kamu yöneticilerinin, şirketlerin dayattıkları ev bedellerini ödeyecek, borca girecek imkanları yok. Belediye yetkililerinin onların hayatlarını modernleştireceğiz, onlara iyilik yapıyoruz gibi sözlerinin bu yıkımları yaşayanlarla alay etmekten farkı yok. Belki de ne yaptıklarının, neler ettiklerinin bile farkında değiller. Yöneticiler sık sık hoşgörülü olduklarını, insanlara evlerini terk etmeleri için teklif götürdüklerini söylüyorlar. Ancak hoşgörü yetmiyor. İnsanların vatandaşlık haklarını koruyacak, eşit özneler olarak taleplerini dikkate alacak bir yönetim biçimine ihtiyaç var.
Asıl sorun, Romanların ve diğer yıkım yapılan yerlerde yaşayanların karar süreçlerine katılma, taleplerini temsil edebilme güçlerinin olmamasında. Kentsel dönüşüm uygulamaları sırasında yoksul mahallelerde yaşayan insanlara karşı çok acımasız koşullar oluşuyor. Bugün bu yıkım yapılan mahallelerdeki insanlar Lübnan'da olduğu gibi çok zor durumdalar. Belediyeler hiçbir çözüm geliştirmeden yıkımı bir planlama aleti gibi kullanıyorlar. Normal koşullarda uygulanmayan kurallar böylece keyfi kurallara dönüşüyor. Kararların tartışılmamış, paylaşılmamış olması vatandaşlık haklarının çiğnenmesine yol açıyor. Üstelik de aynı yöntemi neredeyse bütün siyasetçiler paylaşıyor.
Karanlıkta alınan kararlardan iktidara yakın olanlar nemalanırken, zayıflar zarar görüyor. Modernleşmeyen sivil toplum-kamu ilişkileri bütün toplulukları aynı yöntemlere başvurmaya zorluyor. Bütün dışlananlar içinde en çok zorlananlar ise Romanlar. Çünkü onlar hayatta kalma stratejilerini diğerlerine benzer biçimde kurmuyorlar.
Ne yapabiliriz?
Bu insanların yıkanacak suları, yemek pişirecek ocakları yok. Büyük bir umutsuzluk içinde hayata tutunmak için çırpınıyorlar. Akrabalarının evlerine gitmeye, birlikte barınmaya çalışıyorlar. Ama bu da bir çözüm değil, çünkü birkaç gün sonra akrabalarının da evleri yıkılıyor ve hep birlikte sokağa atılıyorlar. Çoğu da zaten 20 m2'lik alanlarda sekiz-on kişi birlikte yaşıyorlar. Ya da hurda malzemeler içinde, son derece sağlıksız koşullarda barınmaya çalışıyorlar. Bu insanların durumu depremden daha beter. Yardıma koşan da yok. Açıkta yatıyorlar.
Bugün yıkım yapılacağı söylenen Sulukule'ye giderken yollarda Lübnan'da yaşanan insanlık dramına karşı yardım kampanyalarının yapıldığını gördüm. Camilerin, imaretlerin yanıbaşlarında çadırlar kurulmuş. Afişler asılmış. Bunları görünce çok umutlandım. İktidarların acımasızlığına karşı halkın başkalarının acılarını paylaşması, yardım elini uzatmasından başka çare yok.
Ne yapabiliriz diye düşünüyorsanız, önerim şu: İlk önce evlerinizde bulduğunuz boş kaplara su koyun, içme suyu alın. Küçükbakkalköy'de içme ve kullanma suyu olmayan insanlara su taşıyın. İmkanınız varsa, yiyecek, giyecek hatta para yardımı yapın. Ama daha fazlasına ihtiyaç var. Depremden sonra olduğu gibi STK'lar harekete geçmeli. Yardım kampanyaları düzenlenmeli. Hemen sağlık taramaları yapılmalı. Doktorlar yıkımların olduğu yerlerde son derece sağlıksız koşullarda yaşayan bebekleri, çocukları muayene etmeye gitmeli.
Yapacak başka şeyler de var. Hiç zaman kaybetmeden Belediye'den şunlar istenmeli: Başlatılan yıkımlar derhal durdurulsun. Doğru dürüst bir plan, program yapılmadan evler yıkılmasın. Açıkta kalan bu insanlara tıpkı depremden sonra olduğu gibi acil barınaklar yapılsın. Salgın hastalık tehlikesine karşı hemen portatif tuvaletler gönderilsin.
Hatta daha fazlası istenmeli: Haklarında karar almadan önce yönetimler, uzmanlar halkı karar süreçlerine katsın. Yıkım yapılan yerlerdeki insanlara bugüne kadar yaşadıkları mahallelerine geri dönme hakkı verilsin. Komşuluk ilişkileri değiştirilmesin. Çocuklara eğitim hakkı tanınsın. Sağlık hizmetlerinden yararlanma imkanı yaratılsın. Yönetimler ayrımcılık yapmasın. İnsanların anayasal hakları, vatandaşlık hakları yönetimlerin ilk dikkate alacakları ilkeler haline gelsin. Çünkü modern bir yönetimin görevi ayrımcılık yapmak değil, vatandaşların sorunlarını çözmelerine yardımcı olmaktır.
|