Kentsel dönüşüm süreci her geçen gün yeni boyutlar kazanmaya devam ediyor. Hükümet çalışmalarını hızlandırdıkça mahallelerin, meslek odalarının ve akademinin itirazları daha çok duyuluyor. Soru işaretleri ise artmaya devam ediyor. Akademi tarafında konunun nasıl yankılandığını, uzun yıllardır gecekondu alanları ve kentsel dönüşüm üzerine çalışan Doç. Dr. Murat Cemal Yalçıntan’la konuştuk.
Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğu uzun yıllardır konuşuluyor. Ama bunun çözümüne dair bir yasa yeni çıkarıldı. Böyle bir yasaya gerek var mıydı? Siz yasayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu süreci en başından okumak gerekiyor. Marmara Depremi olana kadar depremi düşünerek yaşam alanlarımızı kurmuş insanlar değildik biz. Durum böyle olunca depremin etkisi de büyük oldu tabii… Ekonomi tam hareketlenirken böyle bir depremin yaşanması, ekonomiyi de çok derinden vuruyor. Can kaybının yanında mal kaybı da var bu işin içerisinde. Bu durum kamuoyunda bir beklenti doğuruyor. İnsanlar iktidarı “Eğer sizin dediğiniz gibi gelişmiş, kalkınmış bir ülkeysek, evlerimizin depreme karşı daha dayanıklı olması gerekir. Bakın dünya örneklerine…” şeklinde sorgulamaya başlıyorlar. Bu her türlü siyasi iktidarı harekete geçirmeye yetecek bir durum zaten. Fakat bizde şöyle oldu; deprem 1999’da olduktan sonra birkaç sene bu iş yalnızca jeolojik boyutuyla tartışıldı. Kamuoyunun beklentileri bu anlamda çok karşılanmadı. Hükümet önlem almak konusunda zayıf kaldı. Deprem meselesine kalıcı bir çözüm arayışına girildiği zaman ise ilginçtir, inşaat sektörünün ekonomide aslında bir can simidi olarak kullanıldığı dönem biz depremi yeniden konuşmaya başlıyoruz. Bütün konuşulan ‘rant alanı’, ‘çıkar’ gibi argümanların ötesinde, inşaat sektörü için çok başka bir hale geldi yasa. Ekonomi inşaat sektörüne bağlandı. Çünkü inşaat sektörü, yan sektörleriyle birlikte çok ciddi rakamlara ulaşan bir sektördür. Haliyle bu kadar hareketli bir sektörü motive edecek, önünü açacak hamleler yapmak gerekiyor. Şimdi ortada da bir tane böyle afet meselesi varken bunun üzerinden yürümek kamuoyunu da mutlu edecekti. İktidar afet meselesi üzerinden bir dil kurdu ve bu yasayla tanıştırıldık. Yasa incelendiğinde ilk aşamada afet yasasından öte sadece depreme yönelik bir yasa gibi duruyor zaten. Ancak depreme bir çözüm gibi görünmekten öte, inşaat sektörünün önünü açan bir yasa bu. “Ekonominin hareketlenmesine neden karşı çıkalım? Madem inşaat sektörü almış sırtına götürüyor bu işi devam etsin” deniyor zaman zaman. Burada da sıkıntı şu; inşaat sektörü ekonomide hiçbir zaman uzun süreli dinamo olabilecek bir sektör değildir. İnşaat sektörü ekonomi düştüğü zaman, büyümede sıkıntılar yaşandığı zaman, talepte dar boğazlar olmaya başladığı zaman kullanabilecek bir sektördür. Sadece sosyal ekonomi çerçevesinde değerlendirmiyorum, reel ekonomi için de bu böyledir. 2002’den beri inşaat sektörü hamlelerini inceliyoruz; duble yollarla başlayan, TOKİ’yle devam eden bir süreç var karşımızda. Bugün artık TOKİ de bu sürecin içerisinde cılız bir şey olarak kalıyor aslına bakarsanız. Özel sektörün o kadar çok inşaat faaliyeti var ki, TOKİ’nin yaptıkları burada artık sürükleyici nitelikte değil. Sürekli artan bir çizgide inşaat yapılıyor bir kere. İnşaat yapmak demek, birilerinin bunu alması demek… Bizim ülke olarak bu kadar çok inşaatı satın alabilecek paramız var mı, varsa da nereye kadar var? Böyle bir hesaplar yapılmadan inşaat sektörüne bu kadar yükleniliyor olmasında çok büyük sıkıntı var ekonomik açıdan. Bizi İspanya’dakine benzer bir krize götürüyorlar. Büyük şirketler iflas etmeye başladı, iflası konuşulan şirketler var… Nihayetinde gidebileceğimiz başka bir yer de yok bu kadar inşaat faaliyeti varken. Şimdi bu kadar inşaat faaliyetinin yasa boyutunu ele alalım. Bu ülkede yaşayan herkesin belleğinde vardır böyle hikayeler; bir apartmanı yenilemek üzere müteahhit gelir ama iki daire duruma razı olmaz. Apartmanın içerisinde de kavga çıkar zaten ve sonuç olarak bina yenilenemez. Bu tip süreçlerin ve inşaat sektörünün önünü açan bir araç olarak değerlendirmek gerekiyor bu yasayı. Çünkü yasa kapsamında yalnızca risk alanı olarak tarif edilen yerleri konuşmuyoruz. Aslında bütün yaşama alanlarımızda, tek tek binalara girip bu işi yapabilecekleri hale geliyor durum. Şuanda birçok firma Göztepe, Erenköy gibi görece çok daha kaliteli bildiğimiz yerleri de yıkıp yenilemek çabası içerisinde. İnşaat faaliyetlerinin deprem boyutunu ele aldığımızda ne oluyor? Bakanlar kurulu riskli alan ilanı kararı alıyor. Nasıl ilan ediyor? Taleple ilan ediyor. Yani belediyeler, TOKİ, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı taleplerde bulunuyor. O talebin içeriğini biz bilmiyoruz. Ne tür bir çalışma yapılmış gösterilmiyor. Bakanlar Kurulu bunu onaylıyor. Bakanlar Kurulu’nun onayı da aslında göstermelik bir onay, icra birimleri bu işleri yürütüyorlar esasında. Riskli alanın neye göre tarif edildiğini yasa ve yönetmelik yazmıyor. Riskli alan ilan edilen alanların bir kısmını biliyorum. Bu alanlar müteahhitlerin uzun süredir gözünün olduğu, projelerin üretildiği alanlar. Yerel ve merkezi yönetimin talep ettiği Bakanlar Kurulu kararı, aslında müteahhitlerin talep ettiği alanlarda çıkartılıyor. Afete göre oluşturulan bir öncelikler listesinden gitmiyor olay. Bu ülkede yenilenmesi gereken alanlar var elbette. Ama bunların hepsinin gecekondu olması gerekmiyor. Yasa gecekonduya ilk ele alınacak yer olarak olaya yaklaşıyor çünkü mülkiyet sorunu yok gecekondu alanlarında. Mülkiyet sorunu olmadığı için çok daha rahat girebiliyor. Nihayetinde riskli alan tarifini belirleyen kriterler oluşturulmadığı için ortada ciddi bir sıkıntı ve insanların kafasında çok ciddi karışıklıklar var. Ben yasayı okuduğumda şunu görüyorum; yasanın ruhunda inşaat sektörünün önünü açmak hatta inşaat sektörünün içerisinde yeni sektörler yaratmak var. Yıkım ve boşaltma şuan ciddi bir sektör haline geliyor örneğin.
|