u projede kısa vadede son derece önemli ve kritik iki karar var: Marmaray projesinin dalış noktasının değiştirilmesi ile E-5 üzerinde yapılması planlanan raylı ulaşım sistemi 3. Boğaz Köprüsü ihtiyacını pekiştirecek. Diğer taraftan Marmaray gibi karayoluna göre her tüpünde en az yedi misli yolcu taşıyabilen bir sistem, asıl yerleştirilmesi gereken yere değil, yolculuk talebinin daha az ve mevcut banliyö ile deniz alternatiflerinin olduğu sahile kayacak ve onların yerini alacak. Böylece hem mevcut banliyö sistemi ve Haydarpaşa'daki deniz bağlantısı işlevsiz kalacak, Anadolu yakasında birbirine rakip iki raylı taşıma hattı oluşturulacak ve yatırım maliyeti artacak.
Buna karşılık özelleştirme ve satış için değerli mülkler elde edilecek, sahildeki mevcut yerleşim dokusunun, topografyanın, istasyonların tahrip edilmesi de bu işin cabası. Oysa Marmaray ulaşım ihtiyacının en rasyonel bir biçimde karşılandığı E-5 üzerinde olsa, iki taraftaki banliyö hatları modernize edilerek çalışabilecek ve Marmaray bazılarının ısrarla dile getirdiği 3. Köprü ihtiyacını ortadan kaldıracak.
Bu yanlış tercihin ise bir nedeni var: Yirmi beş yıllık geçmişi olan Marmaray projesinin Ulaştırma Bakanlığı'nın alanı olan tren hattı üzerinde geliştirilmesi. Köprü ve karayolları Bayındırlık ve İskan Bakanlığı'nı ilgilendiriyor.
Bu proje sorunlu bir yönetim biçimi içinde faydadan çok zarar getirecek
Marmaray projesi İstanbul'un omurgasını teşkil eden karadaki ve denizdeki endüstriyel ulaşım sitinin dönüşümü ile ilişkili bir proje. Ancak tarihindeki belki de en önemli proje kentin gündemine sanki basit bir ulaşım ve özelleştirme projesi olarak yansıyor: Bu proje ile hizmet dışı kalacak olan Haydarpaşa Garı, diğer istasyonlar ve mülkün de özelleştirilerek gelirlerinin kullanılması amaçlanıyor.
Özellikle merkezi otoritenin Haydarpaşa ve çevresindeki liman bölgesi için öngördüğü özelleştirme modeli hem proje, hem de hazırlanan özel yasa ile iyice belirgin bir şekilde ortaya çıkıyor: Haydarpaşa ve yakın çevresi için yapılacak proje ile elde edilecek gelirin zarar eden bir kuruluş olduğu söylenen TCDD'nin hızlı tren gibi yatırımlarını finanse etmek için kullanılması amaçlanıyor. TCDD yönetimi İstanbul'da elinde bulunan arazileri değerlendirmek için seçtiği mimarlara projeler hazırlatıyor.
Bir şirketin kendi mülkünü değerlendirmesi gibi, kamunun da aklına iş merkezleri, konutlar, oteller yapmak geliyor. Hal böyleyken, yani kamu arazilerini, mülkleri değerlendirmek isterken sanki değişimden yana olmayan bazı sendikalar, meslek örgütleri bu dönüşüm projelerine karşı çıkıyorlar. Gelişmelerin özeti bu. Görüldüğü gibi gerçekleşmekte olan olay bu projenin kapsamının ötesinde.
Özellikle endüstri mekanlarının mevcut öznesinin hizmeti yerine getirmeye yönelik olarak uzmanlaşmış bir kamu yönetimi birimi olduğu düşünülürse, hizmetin değişmesi anında-sürecinde kamu fikrinin de değişmesi kaçınılmaz. Dolayısı ile birinci olarak bu proje işlevleri tanımlayacak çok aktörlü bir program gerektiriyor. İkinci olarak bu çapta bir dönüşüm projesi, kamusal öznenin yeniden yapılandırılmasını gerektiriyor. Sorun dönüşümün mevcut aktörler (TCDD, belediye) tarafından yapılmaya çalışılmasıdır. TCDD doğal olarak, gelir elde etmek istemektedir. Bu da dönüşümün dar bir perspektiften yorumlanmasıdır. Dolayısı ile projenin başarılı olması için amaçların kent açısından belirlenmesi gereklidir. Profesyonelce yapılmadığı takdirde ise kente çok zarar verebilir. Bu nedenle bu çalışmayı mutlaka yalnızca TCDD'ye bağımlı olmayan bir kurumsal yapıya taşımak gerekiyor.
Özelleştirme olmadan da bu mekanlar kamusal niteliklerini kaybediyor
Özelleştirme kararı olmadan da, Haydarpaşa'nın kamu tarafından bugünkü kullanım biçimi de, Marmaray projesini hazırlayış biçimi de kamu fikrini temsil etmiyor. Haydarpaşa yalnızca işlevi, yük limanı olarak değil, kararların oluşturulma biçimi ve kullanım biçimi ile tamamen kentin katılımına ve yaratıcı profesyonel düşünceye kapalı.
Haydarpaşa Garı tamamen dar bir perspektiften bakan kişilerin, yöneticilerin kendi özel amaçlarına göre yönetiliyor. İstanbullular Haydarpaşa Garı'nı kullanıyorlar, ama bu tarihi yapının başına gelecekler ya da şimdi nasıl kullanılması gerektiği konusunda bir fikir sahibi değiller. Sorulması gereken şu: Bu durumu sorgulayabilecek, bu alanların kentliler yararına kullanımını sağlayabilecek kişiler olan profesyoneller acaba karar oluştuktan sonra mı devreye girmeli? Yoksa kararın oluşmasını sağlayabilecek bir biçimde bağımsız olarak mı hareket etmeli?
Profesyonel uğraşların yaratıcı olmasını sağlayan, hiç şüphesiz bu tercihlerden ikincisi olmalı. Ancak profesyonellik kariyerine ulaşmaları için mimarlık öğrencilerine tanınan bu imkan ne yazık ki kamu tarafından profesyonellere tanınmıyor. Profesyonellerin karar verildikten sonra devreye girmesi bekleniyor. Profesyoneller de bağımlı hale geldikleri için yatırımcı eksenli gelişen kentsel dönüşüm kararlarına boyun eğip, kendi uğraşlarını program oluşturma safhasının dışında tutuyorlar. Bu durumun en başta profesyonelliğe karşı bir haksızlık olduğunu söylemek yanlış olmaz. Dolayısı ile asıl sorun Marmaray projesi gibi devasa bir proje uygulanırken fark ediliyor.
Ama asıl sorun bunun ötesinde. Kamu değişim ihtiyacını yönetebilecek bir zekaya, beceriye ve deneyime sahip değil. Asıl sorun burada. Endüstri devriminin dönüştürdüğü kentin kamusal özneleri aynı zamanda kentin yerine geçen bu metaforları doğallaştıran pratikleri üretenler. Bu pratiklerin sürdürülebilirliğini sağlayan ise onların aynı zamanda hem bir metafor, hem de 'meta söylem' olarak işlev görmeleri.
Sorunların çözümünden, yenilikten, korumadan, gelişmeden söz ederken aslında kendilerinin kararların merkezinde yer aldıkları totaliter bir iktidar ve kamu fikrinden söz ediyorlar. Bu nedenle içeriklerinin değişmesi bir şey ifade etmiyor. İşlev değişiklerinin arkasında hem kamusallık fikrini, hem bir maddi pratik olarak kurgulama ve temsil araçlarını irdelemek gerekiyor. Üstelik bunu her zaman yapıldığı gibi yalnızca mimari nesne üzerinden yapmadan, siyasal temsil araçlarını sorgulayarak, kamusallık fikrini açığa çıkarmaya çalışarak yapmak gerekiyor. Bunu da profesyonel ortamda alışageldiğimiz gibi bir sipariş üzerine değil, bağımsız bir öneri getirerek gerçekleştirmek gerekiyor.
Bu durumda sorulması gereken şu: Kamusal alanda bağımsız bir sorumluluk üstlenmiş olan bağımsız profesyonellerin kamusal öznenin ve kamusallık fikrinin yeniden inşa edilmesinde bir rolü olabilir mi?
Alternatif bir kamu fikrine ihtiyaç var
Bir bakıma bu söylemlerde söz konusu olan eski kamu fikrinin ve eski kamusal öznenin sürdürülebilirliği aslında. Başka bir deyişle eski antrepolar, havagazı ve elektrik fabrikaları, otobüs garajları gibi kent içinde kalmış tesislerin bir makine gibi araçsallaştırılmış ve kentten ayrıştırılmış mekan düzenlerinin demokratik bir biçimde ve kente dair perspektife nasıl dönüştürüleceği sorunu bugünkü 'kentsel dönüşüm' fikrinin ana sorunsalını oluşturuyor. Dolayısı ile işlevini yitirmiş olan kamusal örgütlenmenin değişimi yönetirken ortaya koyduğu sorunları aşmak için 'amaçları yeniden tanımlayacak' kamusal öznenin de yeniden inşa edilmesi gerekiyor. Çünkü bu kamusal alanların mülkiyet sahipleri eski işlevlerinin de sahipleri.
Başka bir deyişle geçmişteki kamusal işlevleri yerine getirmek için oluşturulmuş bulunan resmi kurumlar. Bu kurumların çok doğal olarak yeni ve 'çok boyutlu' bir kamusallık kavramı geliştirmeleri mümkün değil. Bu nedenle bu kamusal alanları kendi perspektiflerinden tanımlamaya çalışıyorlar. Kimi zaman da İstanbul'un merkezinin denizle ilişkisini bir duvar gibi kesen antrepolarda olduğu gibi onlarca yıl işlevsiz, kentlilere kapalı bir biçimde karanlıkta duruyorlar. Bundan da eski kamusal öznelerin ve işlevlerin bu mekanları dönüştürmek için yeterli kapasitelerinin olmadığı anlaşılıyor. Karşımıza genellikle özelleştirme gibi kamusal kullanımın da nihayetlendirilmesini amaçlayan kararların ortaya çıkmasının nedeni bu.
Eski kamu fikrinin bir devamı olmasına rağmen biz de özelleştirmeleri ve Marmaray, 3. Köprü gibi projeleri bir yenilik gibi algılıyoruz. Çoğunlukla ya bu kamu alanını dar bir perspektiften yorumlamaya çalışan projeleri tartışıyoruz, ya da yasal olarak sorunlu hale gelmiş bulunan politik kararı. Bu tartışmalarda dile gelmeyen sorun ise bu dönüşümü hangi kamusal öznenin, hangi yöntemlerle gerçekleştirdiği. Oysa bu tür alanların yeni kamusal işlevlere açılmaları, politikayı da köklü bir değişikliğe uğratacak olan bir 'ağ sistemi' içinde yeniden örgütlenen, yaratıcı düşüncelere imkan tanıyan bir kamusallık biçimini gerektiriyor.
Devraldığımız kamusallık biçimi ise endüstri kent ilişkisinde ayrışmış, hatta kentle artık bir ilişkisi kalmamış bir işleve denk düşüyor. İstanbul gibi kentlerin yaşadığı bu sorun öncelikle profesyonelliğin nerede ve nasıl devreye girmesi gerektiğini tartışmayı gerektiriyor.
|