Tophane’de yaşananlar pek çok kişi tarafından farklı
biçimlerde tartışılıyor. Kimileri bunun muhfazakarlıkla ilişkisini kuruyor,
kimileri ise kentsel dönüşümün sonuçlarından ve bunun “uzlaşma” ile yapılması
gerektiğinden söz ediyor. Bu açıklamaların hepsinde kısmen doğruluk payı olsa da
bütünü kavramakta ciddi eksikleri olduğunu söylemek gerek. Bütün bu olan
bitenleri anlayabilmek ve açıklayabilmek için yeni kent politikalarının ve bunun
arkasında yatan ideolojinin deşifre edilmesi lazım. Özellikle İstanbul gibi
toprak rantının çok ciddi bir biçimde arttığı bir kent söz konusuysa, kentsel
dönüşüm uygulamalarının hedeflediği alanlar bellidir. Kentin Beyoğlu, Karaköy
gibi rant potansiyeli giderek yükselen bölgelerine yakın bir konumda bulunan
Tophane’de yaşananları bu dönüşüm sürecinin bir durak noktası olarak
değerlendirmek gerekir. Beyoğlu Belediyesi’nin sayfasında “markalar” bölümüne
bakıldığında bu dönüşümün doğrultusu ve niyeti zaten apaçık görülecektir.
Haklı endişe
Bütün bu gelişmeler olurken, Tophane’de yaşayanların en azından bir kısmının
tepkileri hedefini şaşırmış durumda. Burada mahallelinin aslında en büyük
korkusu, ortaya çıkan değişimler sonucunda artık burada barınamayacakları ve
yaşam alanlarını kaybedecekleri konusunda duydukları endişeden kaynaklanıyor. Ne
yazık ki bu endişe sonuna kadar da haklı. Ancak, yine ne yazık ki, bu konunun
muhatabına, yani bu politikaları sonuna kadar destekleyen Beyoğlu Belediyesi’ne
ve Büyükşehir Belediyesi’ne itirazlarını götürmek ve kendi çözümlerini
oluşturmak yerine, tamamen serbest piyasanın işleyişine bırakılmış bir gelişimin
doğal sonucuna, yani burada yer seçmeyi uygun bulmuş bir sanat galerisine
saldırı gerçekleştiriliyor. Üstelik bu, muhafazakârlık adına ya da kaldırımların
işgal edilmesi gerekçesiyle yapılıyor. Mahallede yaşayanların çoğunluğunun oy
verdiği partinin kent politikalarını sorgulamadan... Bu politikaları sorgulamaz
ve yapılan muhalefeti gerçek muhatabına yöneltemezsek yaşam alanlarımızı ne
ölçüde ve ne süreyle koruyabiliriz ve iyileştirebiliriz?
Tamamen piyasa mekanizmalarına bırakılmış, ilkeleri konmamış bir kentsel
dönüşüm sürecinde ve daha yüksek verenin talebine uygun olarak biçimlenen
sosyo-mekânsal dönüşümde başka bir son yok: Daha yüksek veren kazanır. Bugün
kısmi bir “uzlaşma” ile yanyana durmayı becerebilen kesimlerin, bir zaman sonra
piyasanın “ayrıştırıcı” rüzgarında elenerek yaşadıkları yerleri terk etmek
zorunda kalması neredeyse kaçınılmaz görünüyor. Yani bugün bir “ara dönem”
yaşıyoruz. Eğer piyasa mekanizmasını denetleyen ve kentte yaşayan farklı
toplumsal kesimlerin yaşamsal taleplerine uygun dönüşümlere politik ve ideolojik
olarak kulaklarınız tıkalıysa, zaman içinde mutlaka artan rantlar galebe çalacak
ve yaşam alanınızı daha fazla verene terk edeceksiniz. Dünyada bunun aksini
gösteren bir örneğe henüz rastlanmadı. Ancak merkezi ya da yerel yönetimler
piyasa mekanizmasının işleyişine karşı koruyucu tedbirler alırsa ve kentin
dönüşümünde toplumsal gerçekliğe ve taleplere uygun çözümler bulmaya
niyetlilerse bunun tersine bir durum yaratılabiliyor. İşte bunun çareleri ve
örnekleri var.
Kentler, rant değerine göre bölümlere ayrılmış fiziksel mekânlar değildir.
Kentler toplumsal olarak kurulur ve biçimlenir. Yıllar içinde, insanların anlam
dünyalarıyla bütünleşerek ve bir bellek yaratarak kurulan yaşam alanları, kolay
oluşmaz. Bu sadece konut alanlarıyla da sınırlı değil, kentin tümüyle ilgili bir
mesele. Kenti sadece en yüksek verene satılacak bir değişim nesnesi olarak
düşünürseniz, kent, “yangında ilk elden çıkarılacak bir meta” ve bir mali kaynak
yaratma aracı haline gelir. Kentler, ancak bütün toplumsal kesimlerin bir
aradalığını destekleyen, barınma olanağı sunan ve karşılaşmaları artıran bir
yapıda gelişirse yaşamsal bir zenginliğe kavuşur. Aksi takdirde, döneminin en
fazla rant getiren işlevlerine doğru evrilir, homojenleşir ve belleğini
kaybeder. Bu da uzun vadede aslında herkesin, bütün kentlilerin, kaybetmesine
yol açan bir gelişme biçimidir. En çok kimin kaybedeceği de zaten başından
bellidir.
Kent, sadece piyasa mekanizmalarıyla ve bunu destekleyen kamu otoritelerinin,
politik ve ideolojik tercihleri doğrultusunda empoze ettiği plan ve proje
kararlarıyla biçimlenmeye başladığında ve buna karşı çıkma mekanizmalarınız,
değişen yasalarla ve TOKİ gibi bazı kurumların artırılan yetkileriyle elinizden
alınıyorsa, artık “uzlaşma” aramak da anlamını yitirecektir. Artık “uzlaşma”
dediğimiz süreç, tepeden verilmiş kararların belirlediği dar alanda
yürütülmektedir. Yani kırk katır mı, kırk satır mı?
Kamu yararı
Bu işleyen sürece karşı durabilmek ve herkesin yararına çözümler üretebilmek
için politik ve ideolojik düzlemde etik değerlere yaslanan ilkelerinizin olması
gerekir ve bu ilkelerin en başında da, aslında hepimizin bildiği gibi “kamu
yararı” var. Böyle bir ilkesel duruşunuz varsa, uygulamaları da bu doğrultuda
yönlendirebilirsiniz. “Kamu yararı” kavramı bile, ne yazık ki değişen ideolojik
söylemin içeriğine göre anlam değiştirdi. Artık bu kavram, farklı otoritelerin
söylemlerinde ve çeşitli bilirkişi raporlarında yapılmak istenen dönüşümler için
bir kılıf olarak kullanılabiliyor. Oysa, “kamu yararı” kavramının içeriği, ancak
toplumsal olarak oluştuğunda bir anlam ifade eder. Hem evrensel hem de yerel
değerlerin bir bileşkesi olarak ve toplumsal gerçeklikle yüzleşerek zaman içinde
kurulabilir, hakim söylemin direktifleriyle değil...
Biz bunları tartışaduralım, son Anayasa değişikliği ile “kamu yararı”na
dayanarak bazı uygulamalara karşı çıkma olanağımız bile elimizden alındı.
Ağustos 2010’da ise Belediye Yasası’nın 73. Maddesi’nde yapılan bir değişiklikle
artık kentsel dönüşüme ilişkin kararların verilme ve uygulanma yetkisi ilçe
belediyelerinden alınarak Büyükşehir Belediyesi’ne devredildi. Artık muhatabımız
daha uzak, boynumuz kıldan ince... “Yerelleşme”, “katılım”, “bir arada yaşama”
gibi kavramları parlatarak kullanan otoriteler, gücü merkezileştirerek,
ulaşılmaz kılarak ve yasaları topyekun değiştirip uygulamaların meşruiyetini bu
yasalar üzerinden kurarak yollarına devam ediyorlar. Artık yasal olanla
toplumsal vicdanımızda meşru olan arasındaki makas iyice açıldı. Yaşam
alanlarımız yok oluyor, hepimizin kullandığı kentsel mekânlar, konut alanları,
belleğimiz hiçleştiriliyor, bizim isteğimiz dışında ve biçimde dönüştürülüyor...
Bundan sonra “biz bunları bilmiyorduk; bize söylenmedi; sonradan duyduk” deme
şansımız yok. Ne yazık ki ne ekersek onu biçiyoruz.
Asuman Türkün / Doç. Dr., Yıldız Teknik
Üni.
|