TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi'nde geçen hafta düzenlenen toplantıda, birkaç gün öncesinde yerle bir edilen Emek Sineması'nda gelinen nokta ve sonrasında neler yapılabileceği tartışılıyordu. Ancak Erder'in o toplantı sonrasında söyledikleriyle, Emek Sineması'nı olduğu kadar, Gezi Parkı ve Topçu Kışlasını, Tarlabaşı'nı, Tarihi Yarımada'yı ve başka birçok örneği de birlikte düşünmek mümkün. Erder, kendisini korkutan üç sözcüğün altını çiziyor: Restorasyon, finansman ve hedef / amaç. Kenti kanatan yaraları iyileştirmek için öncelikle bu üç sözcüğe ve onların neleri koruduğuna bakmakta fayda var gibi görünüyor.
Toplantıda, 'kültür varlığı' kavramına gelene kadar katedilen yola vurgu yaptınız. Bu yol, bugün karşıkarşıya olduğumuz manzara için ne gibi ipuçları veriyor?
Türkiye’de hala ‘eski eserler’ kavramını kullanıyoruz. Bu da bize 1878’de Osman Hamdi Bey’in Fransa’dan getirdiği Asari Atika’ya dayanıyor. Asari Atika, 1972’ye kadar kullanılan ve en uzun süre yürürlükte kalan yasamız. Ondan sonra tek değişiklik, Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu (GEYAK); ‘eski eserler’ hala orada, ama yanına bir de ‘anıtlar’ ekleniyor. ‘Eski eser’den biraz kayma oluyor. Peki ‘eski eserler’e kültür ne zaman geliyor; Kültür Bakanlığı kurulduğu zaman. Milli Eğitim Bakanlığı bünyesindeki Eski Eserle Genel Müdürlüğü, Kültür Bakanlığı’na geçiyor; ‘eski eserler’in ‘kültür’ olduğu anlaşılıyor. Fakat o da bir süre sonra dejenere oluyor; Kültür ve Turizm Bakanlığı haline geliyor. Biz hala oralardayız. Eski eserlerin kültürel varlık olma süreci ise Dünya Kültürel Miras listesine aday olduğumuz zamana denk geliyor; bir bakıyoruz ki, orada ‘kültürel miras’ lafı da var ve onu da alıyoruz. Ama bir mirasyedi gibi davranıyoruz; nasıl olsa babadan kaldı diyip, harcıyoruz. Halbuki İngilizce ya da Fransızca’daki ‘heritage’, bir ‘emanet’ vurgusu taşır. Türkçe’de ‘kültürel emanet’ ve ‘kültürel miras’ arasında bir kayma var; biz, hala ‘miras’ olarak bakmakta fayda görüyoruz. ‘Emanete hıyanet olmaz’ diyerek de emaneti kabul etmiyoruz.
Başka ülkelere bakarsak, onlar ‘kültürel varlık’ konusunu 1900’lü yıllarda kavramış vaziyetteler. Kültürel varlıklar da, sizin ya da benim gibi, doğuyor, yaşıyor, ihtiyarlıyor. Nasıl ki yaşlı anamız, babamız yaşasın diye uğraşıyorsak; onların da bakılması gerekiyor. Kültürel varlık kimliği de etrafındaki bütünle birlikte oluşur; o bütün, binanın ruhu olur. Ruh, Türkçe’de biraz yanlış geliyor; ‘spirit’ sözcüğü doğrudan doğruya ‘ruh’ değildir, ‘öz’dür. Her binanın bir özü vardır.
Özellikle son yıllarda bir restorasyon çılgınlığı yaşanıyor; herşey 'ihya' ediliyor. Bu çılgınlıkta bahsettiğiniz 'öz' yeterince dikkate alınıyor mu?
Korktuğum üç kelime var; biri restorasyon, öbürü finansman ve diğeri de amaç / hedef. Türkiye’de herkes restorasyon yapıyor; belki bin tane şantiye var ve ne yaptıklarını sorduğun zaman ‘restorasyon’ cevabını alıyorsun. Restorasyon, herkese büyük bir zırh gibi geliyor; bir saklanma var. Oysa restorasyonun, renovasyon, rehabilitasyon, röprodüksiyon, rekonstrüksiyon gibi birçok farklı biçimi vardır; duvarı boyamak var, içerde odaları bölmek var… Her şey restorasyona giriyor; bu nedenle rahatça istediklerini yapıyorlar.
Finans konusuna da gelince; bundan 15 sene evvel eski eserleri korumak için para ararken ağlamaklı olurduk; ama bu yıl müthiş bir yığıntı var. Bu yığıntının nedenine ve nasıl harcandığına bakmak lazım. Bir kere koruma mevzuatımız çok yanlış; koruma için ayrılan bütçe, bir zaman kısıtıyla veriliyor. Yani o yıl harcanması gerek. Bu, restorasyon için çok büyük bir dezavantaj. Nasıl ki örneğin tıpta tedavi süreci her zaman bilinemezse, restorasyon için de böyledir.
Amaç kültürel varlıkları korumaktır; yaşamını sürdürmesidir. Ama artık böyle olmadığını görüyoruz; ekonomik nedenler çok öne çıkıyor. Tarihi Kentler Birliği bunu çok iyi gösteriyor; her belediye restorasyon projeleri yapıyor, çünkü turizm beklentileri var. Bunun dışında ideolojik restorasyonlar var; olmadığı halde yerindeymiş gibi yapılan camiler var, benzetme, kopya camiler var. Medreseler yeniden yapılıyor. Yani amaçta da büyük bir kayma var; bunları tespit etmek lazım.
“Ne olacak canım, yıkıp yeniden yaparız” yaklaşımı gittikçe daha fazla kabul görüyor; yadırganmıyor.
Okumak gerek; toplumun kültürü bu, onu iyice tanımlamak gerek. Eğer tanımlayamazsan yanlış teşhis koyar ve yanlış ilaç kullanırsın. Halk niye bunu istiyor diye bakmalı. Halkın eski eserler hakkındaki görüşünü, anlayışını ve kavrayışını anlamadıkça, tepeden inme şeylerimizle devamlı hüsrana uğrarız. İtalyanlar da, Fransızlar ve İngilizler de bu konuda uzmanlaşmışlardır; ama biraz yakından bakınca hepsinin yaklaşımlarında farklılıklar görürsünüz. Elbette Türkiye yaklaşımında da bir farklılık olacak. Yalnız bu farklılığı abartmamak lazım. Bu nedenle uluslar arası toplantılar, çözüm getiren buluşmalardır. Eğer herkesi ilgilendiren bir sorunla karşı karşıyaysanız, onun bir uluslar arası toplantısı yapılır.
Şunu unutmamak gerek; karar verici mekanizmanın çoğunu politikacılar oluşturuyor. Politikacının kafası o kadar karışık değildir; onun hedefi oy toplamaktır. Nereden oy alacaksa, ona göre uygulama yapar. Ama bizim derdimiz bu durumu çözmekse, gerçekten nedenini bulmalıyız. Mesela ben diyorum ki, toplumbilimcilerden oluşan bir ekip Türkiye çapında bir soruşturma yapsın; halkımız için ‘kültürel varlık’, ‘eski / tarihi eser’ ne anlama geliyor araştırılsın. Belki böylece daha akılcı, sağlam bir çözüme doğru akabiliriz. Ben bunu denemeye çalıştım ve Kültür ve Turizm Bakanı’na bu düşüncemi açtım. Bakan dedi ki, “Ben halkın ne istediğini biliyorum; toz toprak içinde yaşamaktansa, eski evleri yıkıp yeni binalarda yaşamak istiyorlar. Göçebe olduğumuz için eskiye bir merakımız yok; boşuna 50 bin dolar harcama”.
|