İnşaat ve gayrimenkul sektörünün yeni gözdesi Haliç, geçtiğimiz günlerde yapılan ve 1 milyar 346 milyon dolarla Sembol-Ekopark-Fine Otel ortaklığının kazandığı 'Haliç Yat Limanı ve Kompleksi Projesi'yle yine kent gündeminin en önemli başlıklarından biri oldu. Haliç tersaneleri, tarihi Aynalıkavak Kasrı, Divanhane binasının da içinde bulunduğu geniş bir alana yayılacak proje için henüz ortada bir tasarım olmasa da, her biri 400 oda kapasiteli 5 yıldızlı 2 otel, apart oteller, dükkanlar, restoranlar, kongre ve kültür merkezleri, sinema ve eğlence tesisleri, 1000 kişilik cami, otopark gibi birimlerin olacağı söyleniyor. İhale öncesi verdiği bir demeçte Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım'ın Haliç'i 'bir yaşam alanına dönüştüreceğini' söylediği proje için ihaleyi kazanan ortaklıkta yer alan Sembol İnşaat'ın Yönetim Kurulu Başkanı Fettah Tamince'nin yorumu ise "Yıllardır boş ve atıl kalmış bir alanı deniz ve tarihle buluşturacağız. İstanbul ve Türkiye'ye iddialı bir turizm alanı kazandıracağız" şeklinde olmuştu.
Ancak, önemli bir endüstriyel miras ve sit olarak akıbeti çok uzun zamandır tartışma konusu olan, 'yıllardır boş ve atıl kalmış' alan için dillendirilen proje için ihale öncesinde başlayan tepkiler, ihale sonrasında da artarak devam ediyor. TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi, "sadece Tersane-i Amire'yi oluşturan alanın bütünlüğünü bozmakla kalmamakta, 2863 sayılı Koruma Mevzuatı, Koruma Kurulu kararları, planlama ve şehircilik ilkeleri, imar mevzuatı vb. uyulması zorunlu mevcut bütün yasal düzenlemeleri de yok saymaktadır" şeklinde eleştirdiği projenin iptali için hukuki yollara başvuracağını açıklarken; uzmanlar da tersane bölgesinin şu haliyle kalmaması gerektiği, ancak yeniden işlevlendirme için tek alternatifin de otel ya da AVM olmadığı konusunda hemfikir.
Projenin yapılacağı Taşkızak ve Camialtı tersaneleri bölgesinin 'sit' sınırları (yeşil çizgi), tescilli eserlerin (turuncu) ve tescili önerilen alanların (sarı) durumu (kaynak, Cenk Akdenizli)
Bu duruma seyirci kalmak istemeyen meslek odaları, mahalle dernekleri, yerel inisiyatifler, denizcilik sendikaları, ilgili çok sayıda kişi de, yeni oluşturulan Haliç Dayanışması çatısı altında örgütlenmeye başladı. İlk toplantısını 4 Ağustos Pazar günü yapan Haliç Dayanışması, hukuki girişimlerin yanısıra kamuoyunu hareketlendirmek için çalışmalar yapacak ve yerel-yabancı basını bilgilendirilecek.
Yıllardır Haliç tersaneleri üzerine çalışan Kocaeli Üniversitesi Mimarlık ve Tasarım Fakültesi Mimarlık Bölümü Restorasyon Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Gül Köksal, proje süreci için "Eğer gömleğinizin ilk düğmesi yanlış iliklenmişse, diğerlerinin doğru ilikleneceğini düşünemezsiniz" diyor. Köksal, kentin Bizans döneminden başlayarak, özellikle 19 yüzyılla birlikte önemli bir endüstri havzasına dönüşen Haliç'in parçalanan bütünlüğünü yeniden düşünebilmek için bir kilit olarak nitelendirdiği Haliç Tersanelerinde olacak aceleci bir dönüşümün; Haliç’in diğer noktalarında olan değişimden daha stratejik sonuçlar ve sorunlar doğurabileceği görüşünde.
Şirket-i Hayriye vapurlarıyla 'Boğaz'ı ulaşılabilir kılan ve kentin bugünkü yayılmışlığının tohumlarını atan; Silahtarağa Santrali'nde elektriğin üretilmesi ve gece aydınlatmalarının yaygınlaşmasıyla kentliler için günü uzatan, yeni bir kent yaşamını mümkün kılan, eşik atlatan ürünleriyle Haliç'in aslında ne olduğunu, bizim ne gördüğümüzü, tersaneler bölgesinin bu bütün içinde ne anlama geldiğini Yrd. Doç. Dr. Gül Köksal'dan dinliyoruz.
Gündem, Haliç tersaneleri; ancak Haliç, endüstrileşme anlamında daha büyük bir dağarcık aslında. Nedir Haliç’i bizim için önemli yapan?
Haliç, tersanenin kurulduğu 15. yüzyılla birlikte sanayinin yoğunlaştığı bir yer gibi görülmekle birlikte; elimizde, Bizans döneminde de kuzey kıyısında tersane olduğuna dair bilgiler var. Henüz her iki kıyıda da arkeolojik çalışmalar yapılmadığı için, daha geçmiş dönemlerde neler olduğunda dair net bilgilerimiz yok. Sanayileşmenin, 19. yüzyılda çok daha ileri seviyelere ulaştığını ve maden işleme, dericilik, enerji üretimi, gıda gibi bugünkü sanayi iş kollarının hepsinin faal olduğunu görüyoruz. Osmanlının sanayileşme hareketinin yoğunlaştığı 19. yüzyılda, bütün sanayi yapılarının hammadde ve bitmiş ürün transferinin kolaylığı nedeniyle özellikle su kıyılarına yapıldığını; Haliç’in coğrafi özelliği, lojistik değeri, kontrollü bir noktada bulunması, boğaza açılması, tarihi yarımadaya yani yönetim kademesine ve darphaneye olan yakınlığı nedenleriyle tercih edildiğini söyleyebiliriz. Çeşitli yazılı kaynaklardan, araştırmalardan ve fotoğraflardan, Tersane-i Amire, Feshane-i Amire gibi büyük devlet işletmelerinin yanısıra daha küçük yan üretim birimlerinin de hem Haliç’in iki kıyısında, hem de Alibeyköy Deresi’nin Haliç’le buluştuğu noktada dizi dizi yer aldığını anlıyoruz. Bu nedenle Haliç’in tarihine bakmak, aynı zamanda Osmanlının sanayileşme hamlesini, sanayi tarihini ve dolayısıyla emek tarihini yazmak; kentin gelişim sürecini okumak açısından da çok önemli. Yapılar, somut kaynaklar olarak, arkalarında soyut bir takım bilgileri ve değerleri de taşıyorlar. Biz o değerleri o somut izler üzerinden okuduğumuz zaman tarih de daha anlamlı bir hale geliyor. Endüstri fonksiyonlarının Haliç’ten dışlanmasını getiren kırılma nedir?
Bu yapılar, 20. yüzyıla kadar varlıklarını ve işlevlerini bir şekilde sürdürüyorlar; fakat 1950’lerden sonra bir takım işlev kayıpları gündeme geliyor. Kontrolsüz sanayileşme, aşırı kirlenmeyi de beraberinde getiriyor. 1980’lerde Bedrettin Dalan’ın belediye başkanlığı döneminde bir hareketlilik oluyor ve Haliç’in iki kıyısında da ciddi yıkımlar başlıyor. Bu yıkımlarda en kritik konu, hiçbir envanter çalışması yapılmadan gelişigüzel yapılmış olmaları. Sanayinin kontrolsüz bir şekilde inşaa edilmesi de savunulacak bir şey değil; ama onların ortadan kaldırılması adına iki kıyıda da bir temizliğe girişilmesi de doğru değil. Zira o süreçte önemli tesisler de yıkılıyor. Ancak, Haliç’in güney kısmından başlarsak Cibali Tütün Fabrikası, Feshane-i Amire, Haliç’in kuzey-güney birleşiminde konumlanan Silahtarağa Elektrik Santrali, devamında ise tuğla fabrikası, mezbaha gibi bir takım kalıntılar, yıkımdan bugüne ulaşmayı başarıyorlar. Sonra Sütlüce Mezbahası geliyor. Ve ondan sonra da eskiden Şirket-i Hayriye olarak bilinen Hasköy Tersanesi var ve hemen peşinden de Atatürk köprüsüne kadar Haliç Tersaneleri geliyor.
Bunlar, kıyı şeridindeki yapılar; öyle değil mi?
Evet, biz sanayi bölgesi olarak sadece Haliç’in kıyı şeridinden sözediyoruz; ama bir de geri görünüm bölgesi var. Bu da çok önemli tarih açısından; çünkü bu tesislerde çalışan işçilerin konaklama birimlerinin, yaşam alanlarının olduğu bölge burası. O dönemde nasıl bir kentleşme gerçekleştiğini geri görünümle birlikte değerlendirmek gerekiyor. Sanayi, ekonomi-politikle ilişkili olduğu için, aynı zamanda toplumsal hayatı da ciddi biçimde etkiliyor.
Haliç, sanayisizleştiriliyor; ama alternetif olarak ne öneriliyor ya da bir şey önerildiğini söyleyebilir miyiz?
Biraz önce sözettiğim yapıların hepsi bir şekilde yeniden işlevlendirilmiş durumda. Çoğunluğu, eğitim ya da kültür amaçlı programlar aldı. Ne derece başarılı oldukları (bunun için öncelikle başarı ölçütlerini söylemek gerekiyor), ne kadar işledikleri, hayatın içinde nasıl var oldukları sorularının, her biri için ayrı ayrı tartışmaya değer olduğunu düşünüyorum. En güncel örnek santralİstanbul olarak adlandırılan Silahtarağa Santrali’nin dönüşüm hikayesi. Haliç’in sanayileşmesi ve sonrasındaki konutlaşmayla birlikte ele aldığımızda, son 5-10 yılda yapılan bütün müdahalelerin; artık başka tür bir bilince sahip olduğumuz halde parçacıl olarak sürdürüldüğünü görüyoruz. Haliç Tersaneleri dediğimiz Tersane-i Amire’ye yapılan müdahaleler de böyle. Atatürk Köprüsü’nden Hasköy’e kadar olan kıyı şeridi bir bütünken; bugün, Haliç, Camialtı ve Taşkızak olarak parçalanmış durumda. Mülkiyet konusunda ise, daha da karışık bir parçalanma söz konusu.
Oysa örneğin benzer bir durumdaki Almanya’daki Ruhr Havzası için iç içe geçmiş, 17 kentin bütününe dair bir değerlendirme yapılmış, envanter çıkarılmış, neyin ne kadar muhafaza edilebileceği, nelerden fedakarlık edilebileceği yönünde bir konsensüs aranmıştı. Sonrasında yapılacak işin nasıl ele alınacağı, yöntemleri üzerine çalışılmıştı. Haliç’te bugüne kadar böyle bir çalışma yapılmadığı gibi, tersane için planlanan çalışmalarda da bunu göremiyoruz.
Bu parçacıl müdahalelerin bölgeye yansıması nasıl oldu?
1980’den sonra, özellikle 1990’lardan bugüne, Haliç bölgesindeki yeni yapılaşma, konut ve ofis üretme biçimine baktığımızda; İstanbul genelinde de olduğu gibi, hem çok ciddi bir nüfusun başka yerlere göç etmek zorunda kaldığını; hem de mimarinin, fiziksel dokunun, kentsel biçimlenişin bambaşka bir yöne sürüklendiğini söylemek mümkün. Bu tür dönüşümler sonrasında, çevredeki yapı niteliği de, değeri de ciddi bir biçimde değişiyor. Silahtarağa Santrali örneğinde bunu gördük; orası bambaşka bir şeye dönüştü. Bu hiç olmasın demiyorum; ama bunun bu şekilde olmayacağını varsaymak, görmemek de doğru değil.
Bu durum, şimdi Kasımpaşa bölgesi için de geçerli. Nitekim Bedreddin Mahallesi’nin olduğu yer 5366 sayılı yasayla bir süre önce çöküntü bölgesi ilan edildi. Orası, orta ya da düşük gelir grubundaki insanların yaşadığı, küçük küçük evlerin olduğu, komşuluk ilişkilerinin sürdüğü; ama bugünkü anlayışta hiç de kabul görmeyen bir yer.
Kasımpaşa’nın dışında, Haliç’in hemen yanı başında tarihi yarımada, hemen arka tarafında Beyoğlu Pera bölgesi, Taksim Meydanı, ucunda Galataport gibi parça parça sorunlu bölgelerle karşı karşıyayız. Şurası çok açık ki, Haliç bölgesinde ve özellikle tersane alanında şu anda yapılması düşünülen şeylerle birlikte İstanbul’da çok önemli değişiklikler olacak. Haliç’in endüstriyel mirası anlamında tersaneler bölgesinin önemi ne?
Burası, her ne kadar büyük oranda işlevsizleştirilmiş olsa da, andığımız diğer yerlerde olduğu gibi parçacıl müdahalelerin henüz yapılmadığı; varlığını özgün haliyle sürdüren bir yer. Dolayısıyla Haliç’in bütünlüğüne yönelik bir şeyi buradan kurmak mümkün. Doğru bir şekilde bakılırsa, iki kıyı arasındaki su yolu iletişimi; kültürel, fiziksel, işlevsel hareketlilik sağlanabilir. Bunun dışında tersaneler, çok ciddi bir endüstriyel mirası barındırmakta. Diğer yandan biz üretim alanları üzerinden konuşuyoruz; ama burası, askeri hastane, Divanhane, kışla, Bedreddin Mahallesi başta olmak üzere, bütün alanı bağlıyor. Burası, aynı zamanda tarihi yarımadayı, Galata sürekliliğini, Şişhane üzerinden Taksim’i de birbirine bağlıyor; çok kilit bir noktada. Tersaneye yapılacak her türlü müdahale, İstanbul için çok önemli. Orada olacak dönüşüm, Haliç’in diğer yerlerinde olan değişimden daha stratejik sorunlar, sonuçlar doğuracaktır diyebiliriz.
Türkiye sanayisinin aktörleri ne kadar duyarlı miraslarına karşı?
Bir örnekle anlatayım. Biz Silahtarağa’yı çalışırken fabrikada makineleri olan bazı Alman ve Macar firmaları ile iletişime geçtik. Bize AEG ve Siemens’in bütün arşivini açtılar. Ya da doktoramın bir bölümü için Almanya’da bulundum ve tersane karşılaştırması yapmak üzere Hamburg ve civarındaki limanlara bakıyordum. Onların arşivine gittiğimde, bana fotokopi makinesinin yerini gösterdiler ve orada bıraktılar. Raflarda her şey açık, erişilebilirdi; çok şaşırdığımı hatırlıyorum. Bize dönersek, Deniz Müzesi'nde çoğunluğu Osmanlıca, binlerce belge var; ama bakmak için izin almak bile bir mesai. Tarihe bakma, değerlendirme, belgeye sahip çıkma, onu yayma biçimlerimiz çok farklı. Yani sanayi mirasına yönelik duyarlılık oldukça zayıf.
İhale konusu alanın mevcut durumu nedir?
İhale konusu alan, Camialtı ve Taşkızak Tersanelerine karşılık geliyor. Ancak ihale konusu bölge aynı zamanda koruma alanı; onaylı bir 1/5000 ölçekli Koruma Amaçlı İmar Planı da var. Mülkiyet durumu oldukça karışık; örneğin alanda Çorlulu Ali Paşa Cami var, Vakıflara ait, alanın bir kısmı Maliye Bakanlığı’nın, bir kısmı Denizcilik İşletmeleri’nin tasarrufunda, ayrıca Kıyı Emniyeti de var vs. Ayrıca daha da önemlisi ihale yapıldı, ama henüz ortada bir plan yok.
İhale alanı dışında kalan Haliç Tersanesi ise, 2006 yılında yapılan bir protokolle Denizcilik İşletmeleri tarafından İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne "tersane işlevini sürdürmek koşulu ile" devredildi; alanda çok az çalışanla olsa da, hala gemi bakım-onarımı sürüyor. İhale konusu olan Camialtı Tersanesi ise, donanımları güncel, her an çalışmaya devam edebilir durumdayken, Şubat ayında terk ettirildi. Çalışanları da ya emekli edildi, ya da başka kurumlara nakledildi. Askeri tersane olan Taşkızak ise, daha erken bir protokolle, Tuzla’da alternatif bir yer gösterilmek şartıyla bırakılmıştı; şu an üretim yapılmıyor, lojistik bir merkez olarak faydalanılıyor. Aslında üçü de, istenirse, üretim yapılabilecek durumdalar.
Tersanelerin gerçekten işlevlerini kaybettiğini, zamanlarını doldurduğunu söylemek mümkün mü?
1993 yazında yüksek lisansımı yazarken, konu hakkında ilk çalışmaya başladığımda, tersanenin işlevini kaybetmeye başladığı gibi bir kabulüm vardı. “Burası önemli, korunmaya değer bir alan, nasıl müdahale edilmeli; işlevini sürdürse ne olur, sürdürmese ne olur” şeklinde düşünüyordum. Ama daha fazla işin içine girince ve tersanecilerle konuştukça; aslında burada korumamız gerekenin üretim değeri olduğunu anladım. Kapatılmaları işlevsel yetersizlikleri nedeni ile değil, tam aksine Türkiye'deki üretim alanlarının 1980'lerden sonra kapatılma/özelleştirilme macerası ile aynı. Üretimin sona ermesi ve yeniden işlevlendirilmeleri, üzerinde durulacak bir alternatif olmamalı yani?
Eğer üretim buradan kaldırılacaksa, bambaşka tartışmalara girmek gerekiyor. Bu nedenle, ‘üretim olmazsa, burası nasıl değerlendirilecek’ sorularını biraz geri plana çekmek gerektiğini düşünüyorum. Haliç’in her iki kıyısını da ve hatta Kasımpaşa, Beyoğlu’nu da etkileyecek bu kritik alana, mimari program anlamında nasıl bir müdahale yapılacağı soru işaretleri üreten bir durum. Yıllardır bu alan üzerine çalışmama rağmen, hele Gezi sürecinden sonra, bu sorulara hemen, bir çırpıda yanıt verilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Bugün oturup kamusal alandan ne anladığımıza, biz mimarların vazifesinin ne olduğuna, sosyal bilimcilerle nasıl yan yana durabileceğimize bakmalıyız. Okulda bu dönem bitirme projesi olarak, sanki öngörmüş gibi, tersane bölgesini vermiştik ve ‘denizcilik enstitüsü’ gibi bir program istemiştik. Öğrenciler projelerini, Haliç kıyı alanının herhangi bir noktasında yapabilecekti. Araştırıldı, çalışıldı, tartışıldı ve gördük ki, tersanede üretim sürdüğü için ‘yaşayan müze’ gibi bir konsept olamaz. Orası bir sanayi alanı; bir takım küçük müdahaleler ve programlar olabilir, belirli saatler için insanlara açık hale dönüştürülebilir, ama havuza bir kalyon atıp üzerine de örtü sermek gibi şeyler olmaz. Orayı nesneleştirerek; boş alanlarına binalar, kafeteryalar koyarak sağlıklı bir yere varılamaz.
Bir de atlanmaması gereken ‘eğitim’ konusu var. İstanbul Teknik Üniversitesi'nin (İTÜ), özü olan Mühendishane-i Bahrî-i Hümâyûn tersanede kurulmuş, dolayısıyla kökleri buraya dayanıyor. Dolayısıyla, İTÜ’nün burada direkt taraf olması, İTÜ Rektörlüğü’nün “Ne oluyor, burası bizim alanımız” demesi lazım. İTÜ Gemi İnşa Mühendisliği, öğrencilerine yazları tersanede staj yaptırıyor; onlar da doğrudan sahip çıkmalılar.
Fotolar; Gül Köksal arşivi
Bölgenin tarihselliğinin dekorlaştırıldığını, dekorlaştırma eğiliminde olunduğunu söyleyebilir miyiz?
Evet, bence amaç ve araç ilişkisinde bir karışıklık söz konusu. Kullanılan yer, tasarruf sahiplerinin amaçlarını gerçekleştirecek bir araç haline geliyor. Projenin aktörleri ister hükümet, ister muhalefet olsun, ister tanınmış, isterse de bilinmeyen bir mimar olsun… ‘Yer’le kurulan ilişki orayı tüketmek üzerinden inşa edildiği taktirde, o ‘yer’in kendisinin, anı değerinin bir anlamı kalmıyor. Mimarın, neye hizmet ettiği, neden ve nasıl yaptığıyla ilgili bir sorgulaması yoksa, sadece belli sermaye gruplarına hizmet ediyorsa; oradaki tarihsellik de amaç doğrultusunda bir takım dekorlar, görüntüler haline geliyor. Ama şöyle de bir durum var; ‘bu yapılmasın’ dediğiniz zaman, bu sefer de ‘mimarlık yapılmasın mı?’ gibi bir tartışma başlıyor. Ama bu mimarlığın da, politikanın da çok ötesinde bir şey; hayatla ilgili. Kaç asırlık yerlerden konuşuyoruz…
Mimarlık ortamının tepkilerini nasıl değerlendirirsiniz?
Mimarlık camiamız, buradaki durumun çok da farkında değil. Bizim yapmaya çalıştığımız da burada yapılan, yapılacak müdahalelerle kaybedilen, kaybedilecek olan şeyin ne olduğunu anlatmak. Sadece mimarlara da değil, bunu herkese anlatmak gerek; çünkü insan bilmediği bir şeye sahip çıkamaz, dönüştüremez de. Neyi dönüştürdüğümüzü bilmiyorsak, neye dönüştürdüğümüzü nasıl bileceğiz? Bazı mimarlar burayı bir iş olarak görebilirler; ama ben bir mimar ve koruma uzmanı olarak, buraya hemencecik herhangi bir şey yapılması fikrini doğru bulmuyorum. Evet burası 1980’lerden bu yana bilinçli olarak hiçbir şey yapılmadığı için kötü durumda; devam edecekse de bu şekilde devam etmesin, iyileştirilsin. Ama eğer orası desantrilize edilsin diyorsak da; nasıl yapılacağını, nasıl bir kamusallık sağlanacağını ve kimin neresinden ne kadar tutacağını düşünerek hareket etmek gerek.
İhale sonrası, ‘herkesi memnun edecek bir proje’ sözü geldi. Bu mümkün mü?
‘Gömleğin ilk düğmesini yanlış iliklerseniz, hepsini yanlış iliklersiniz’ diye bir söz vardır. Anladığımız kadarıyla alan için epey yüklü bir program düşünülüyor; ama mevcut yapılarla nasıl ilişki kurulacak, nasıl bir adaptasyon öngörülecek, ulaşım mevcut daracık yolla nasıl sağlanacak, yelkenliler o yat limanına nasıl gelecek gibi birçok cevapsız soru var. Zaten ortada bir proje de yok. İhale dosyasını bile göstermediler. Bırakın dosyayı, şartname bile askıya çıkmadı. Bu tutum, ilk düğmenin baştan yanlış iliklendiğini apaçık gösteriyor. Bundan sonra o iki yaka biraraya doğru gelmez artık. Tabi bu duruma seyirci kalmamak için Haliç Dayanışması isimli bir örgütlenmeye gittik biz de. Kapsamında meslek odaları, mahalle dernekleri, yerel inisiyatifler, denizcilik sendikaları, ilgili çok sayıda kişi var. Bir dava süreci olacak, aynı zamanda kamuoyunu hareketlendirmek için çalışmalar yapılacak, yerel-yabancı basın bilgilendirilecek.
|