Büyük kentleri mega ulaşım projeleri, kentsel dönüşüm, ucu bucağı kestirilemeyen bir inşai faaliyet kıskacındaki Türkiye'nin kırsalı da plansız, projesiz, öngörüsüz enerji ve maden yatırımlarının odağında. Ancak özellikle son yıllarda, merkezinde inşaat ve enerji sektörlerinin olduğu bu 'kalkınma' hamlesi; hoyratlığıyla ciddi bir karşı direnişi de beraberinde getiriyor. Gezi direnişiyle birlikte ilk kez odağında 'kentsel mekan'ın olduğu bir kalkışma yaşanırken; HES'e, maden ya da taş ocağına, termik santrale karşı ayaklanan köylü haberlerine her geçen gün yenileri ekleniyor. Kuşkusuz, kimi bölgelerinde 20 yılı aşan (siyanürle altın madenciliğine karşı Artvin, nükleer santrale karşı Sinop, termik santrale karşı Amasra) bir yaşam mücadelesine ev sahipliği yapan Karadeniz; bu direniş içinde önemli bir yerde duruyor. Kazanımları ve kayıplarıyla yereldeki mücadelenin itici güçleri, motivasyonu, kapsayıcılığı, direnç noktaları gibi pekçok konu başlığında önemli ipuçları veren bölge; daha üst ölçekli ve ortaklaşmış bir yaşam mücadelesinin nasıl örülebileceği üzerine düşünmek için de bir fırsat sunuyor.
Karadeniz İsyandadır Platformu tarafından 30 Eylül - 7 Ekim tarihleri arasında bu yıl 3.'sü gerçekleştirilen ve Karadeniz Ereğli, Bartın Amasra, Sinop, Ordu Fatsa, Rize Andon ile Artvin Arhavi'yi kapsayan 'yaşam yolculuğu'; bize, bu 'fırsatı' yerinde deneyimleme şansı verdi. CHP İstanbul Milletveli Melda Onur'un da katılarak destek verdiği yolculukla; bölgenin kimi zaman sönümlenen ama bir tehditle parlayıveren mücadelesi yeniden hatırlanırken, yapılanlar ve yapılabilecekler üzerine de tartışıldı.
Murat Akbaş* Gezi'nin bakiyelerinden biri; Ereğli
Eski bir maden sahası olan Kireçli Koyu'nda HEMA tarafından iki termik santral kurulması gündemde olan Karadeniz Ereğli'de çevre mücadelesinin bu kadar alevlenmesinin Gezi süreciyle birlikte olduğunu söylüyor Ereğli Çevre Platformu Grup Dönem Sözcüsü Murat Akbaş. Gezi sonrası pekçok kentte olduğu gibi forumlarda buluşmaya başlayan Ereğli halkı; forumların, termik santrallere karşı bir mücadeleye evrilmesi gerektiğine karar veriyor. Çünkü Kireçli koyunda kurulacak termik santraller, bölgede kurulması planlanan 9 – 11 arası termik santralden sadece ikisi. Burada kurulacak olan termik santraller, en çok Bayat, Ballıca, biraz daha uzak olan Üç Köy ve Sücüllü’yü etkileyecek; ama Çatalağzı Termik Santrali’nin yarattığı kirliliğin Amasra’ya kadar ulaşabildiğine işaret eden Akbaş, "Kireçli'ye kurulacak santraller, Ereğli’yi de etkileyecektir" diyor.
Akbaş'a göre mücadelede en büyük şansları, "ondan çok şey öğrendik" dediği ve HES’lere, termik santrallere karşı Türkiye’nin her yerinde çevre mücadelesinin içinde olan avukat Yakup Okumuşoğlu'nun Ereğli’de yaşaması. İki yıl önce yine termik santral tehdidine karşı biraraya gelen bölge köyleri de aslında çevre mücadelesi konusunda yeni sayılmazlar. Ancak köylülerin mücadeleye daha istekli katılımının önündeki en büyük engel de yine bu iki yıl önceki deneyim; zira bazılarında “daha önce direndik de ne oldu?” gibi bir yılgınlık yaratmış. Kimsenin Kireçli'de bir termik santral istemediğini söyleyen Akbaş; söz konusu yılgınlığı aşabilmek için çevre mücadelesi içinde olan, başarmış platformların deneyimlerinin, bilgi aktarımlarının öneminin altını çiziyor ve bunun öğretici yönüne dikkat çekiyor.
Foto: Kireçli Koyu
Elbette “Termik santral kurulsun; Türkiye’nin enerjiye ihtiyacı var, karanlıkta mı kalalım?” diyen çatlak sesler de var ve santralin bölge gençlerine iş olanağı sunacağı söyleniyor. "O da yalan" diyen Akbaş, devam ediyor:
"Biz onlara, Türkiye’nin enerjiye ihtiyacı olmadığını, bu projelerin hep dışarıya enerji satmak için olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Ayrıca belki santral inşaatında yakın köylerdeki arkadaşlar çalışacak; ama tamamlandıktan sonra santralde istihdam edilecek insan sayısı çok az, ki bunların çoğu da teknik personel. Onlar da şirket tarafından büyük şehirlerden getirilecek".
* Ereğli Çevre Platformu, 13 Ekim'de yaptığı bir toplantıyla firmaya ÇED raporunu hazırlamak ve bakanlığa sunmak için 09.05.2014 tarihine kadar verilen süre içinde ÇED raporu Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'na sunulmadığı için ÇED sürecinin sonlandırıldığını açıkladı.
Amasra termik santral muharebeleri
Karadeniz'in en önemli turizm destinasyonlarından olan ve UNESCO Dünya Miras Geçici Listesi’nde yer alan Amasra da termik santral tehdidi altındaki yerlerden biri. Çevre ve Şehircilik Bakanı İdris Güllüce'nin "Siyasi sorumluluğun farkındayım. Ama ben Türkiye’nin tamamını düşünmek zorundayım" diyerek onay verdiğini söylediği santrale karşı kepenk kapatmaktan insan zinciri oluşturmaya kadar birçok eyleme imza atan Amasralılar, Türkiye'nin en uzun soluklu mücadelelerinden birinin aktörleri. ÇEKÜL Amasra Temsilcisi, Bartın Platformu Eş Sözcülerinden Hüseyin Çoban, termik santral projesinin aslında 1990 yılında Zonguldak havzasında devletin işlettiği kömür ocaklarının satamadığı kömürü eritmek için bir çözüm olarak da gündeme geldiğini anımsatıyor ve ekliyor:
"Ancak Tarlaağzı bölgesi için o zaman sözü edilen, şimdikinin 1/5’i ölçüde, küçük bir tasarıydı. Biz o zaman da kül yutmayız, böyle bir coğrafyada bu yapılamaz diyerek tavrımızı göstermiştik. Olmaz, çünkü bu bölgenin insanı zaten yerin altından kömür çıkararak enerji ürettiler; bunu elektrik enerjisine dönüştüreceğim diye burada yakmanın bir anlamı yok".
Amasra için 'II. Termik Santral Muharebesi' ise HEMA'nın 2005 yılında 3 yıl sonra kömür çıkarmak üzere rödovans anlaşması imzalamasıyla başlıyor. Bartın Platformu Yönetim Kurulu Üyesi Mehmet Korkut, Hattat Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Hattat'ın o sıralar Bartın Ticaret Odası’nda aşağı yukarı 100 kişinin olduğu bir toplantıda kömür çıkartmak için geldiğini söylediğini ve “Bartın istemezse termik santral kurmayacağım” dediğini anımsıyor. Ancak süreç ne yazık ki bu yönde gelişmedi.
Hüseyin Çoban, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın 2009'da kabul ettiği Zonguldak Bartın Karabük Planlama Bölgesi 1/100.000 Ölçekli Çevre Düzeni Planı'nda termik santrallerin yeni adresi Filyos Vadisi olarak gösterilmesine ve Amasra ile Bartın'ın turizm ve tarım açısından geliştirilecek bir bölge olarak kabul edilmesine rağmen Tarlaağzı Vadisi'ne termik santral kurma ısrarının nedenini anlayamadığını kaydediyor. İlk ÇED dosyasının, turizm ve tarım açısından bu bölgede bir termik santral olamayacağı gerekçesiyle reddedildiğini anımsatan Çoban, şöyle devam ediyor:
Foto: Tarlaağzı ve Gömü köylerindeki deneyim aktarım toplantılarına köylüler yoğun ilgi gösterdi
"Ama 2 km ötede Delikliburun’da yapabilirsin diye bir yarı karar çıktı. Firma, onu bile kabul etmedi; o dosyayı dondurdu ve aynı yer için, ama bu kez ismini Çapa Koyu olarak değiştirerek yeni bir dosya verdi. ÇED dosyasında koordinatlar var; bir bak, karşılaştır; aynı yer olduğu konusunda yırtınmamıza rağmen, kabul edildi ve bizi onun tartışmasına soktular. O koordinatlara bakılsaydı, başka bir şey daha görülecekti; Tarlaağzı vadisi, Yatağan Termik Santrali’nin alanının çok daha küçüğü. Yani 300-500 megawatt’lık bir santral ya sığar ya sığmaz. Ama kömürü nerede stoklayacaksın, külünü nerede depolayacaksın? Burada yapılması düşünülen santral, 2 bin 600 megawattlık bir santraldi, şimdi bin 200 megawatta düşürdüler. Ne yazık ki burada bu yükü karşılayacak bir hacim olmadığını, çok önemli olmasına rağmen, Bakanlığa tartıştıramıyoruz. Üstelik orada bir de kömür ocağı var. 'Buradan çıkan kömürü satmak için liman lazım' diyerek liman projesi aldılar, ama hani burada yakacaktın? O liman, muhtemelen Ukrayna’dan ithal kömür getirmek için kullanılacak. Zaten burası zor bir bölge; fay kırıkları var. Onların istedikleri kadar, hele 1000 – 2000 megawattlık bir santral için yetecek miktarda kömür çıkması mümkün değil. HEMA kömür çıkaramayacak; TTK’nın çıkardığı da, santral kurulsa bile yetmeyecek. 5 sene sonra da yerli kömürle enerji üretimi lisansının kaldırılmasını, ithal kömüre geçilmesini isteyecekler. Özellikle çevre köylerde, ‘çok sayıda işçi çalışacak’ gibi bir propaganda yapıldı; HEMA Kömür İşletmesi'nde 10 bin kişinin çalışacağını söylüyorlar. Ama termik santralde en fazla çalıştıracağı kişi sayısı 800. Özellikle Soma kazasından sonra da madende, yeraltında Çinli işçileri çalıştıracağım diyor".
Peki platform bu süreci nasıl yönetti? "Tepki gösteriyoruz, toplumsal muhalefet yapıyoruz, basın açıklamaları düzenliyoruz, mitingler, zincirler, kepenk kapatma eylemleri organize ediyoruz; ama sonuç almaya dönük adımlar atamıyoruz" diyen Çoban, "Haklı olduğumuz, elimizde hukuken donelerin de olduğu süreci iyi yürütemedik aslında" sözleriyle özetliyor hislerini. Bartın Platformu'nun bu anlamda bir özeleştiriye ihtiyacı olduğunu söyleyen Çoban; kötü de olsa bazı kuralların işlemeye devam ettiğini, onların karşısına doğru belgelerle çıkılması gerektiğini anlatıyor:
"Örneğin, Tabipler Odası olarak Sağlık İl Müdürlüğü’nün bahsetmediği madenci hastalıklarını anlatan bir raporu bizim koymamız lazım; Tabipler Odası ilk elden imza toplamakla, slogan atmakla uğraşmasın; riskleri söylesin. Su ürünleri, tarımsal üretim nasıl etkilenecek, bunlardan bahsedilsin. Zaman zaman bunları söyleyenlerimiz oldu; ama bu süreci ikinci plana ittik. Hala açtığımız bir dava yok; oysa sadece Çevre Düzeni Planı’nın kabul etmediği bir konunun dosyasını kabul edemezsin diye bile Bakanlığa dava açabilirdik. İnsanları tepki gösterir hale getirdiğimiz yetmiyor; asıl nokta kazanmak. Mesela defalarca imza toplamanın bir anlamı yok; adam imza vermiş, bir daha mı imza vereceğiz diyor. Bir miting yapmışız, bir daha mı yapacağız diyor. Bir kere de hukuksal bir kazanımımız olsun, bir adım atalım; zaten tek güvencemiz de o. Hukuk diyecek burada ‘dur’ diye".
Çoban'ın dikkat çektiği bir diğer nokta da mücadelenin farklı boyutları... Batı Karadeniz'in üretici insanların bölgesi olduğunu belirten Çoban, 200 yıl önce kömürün bulunduğu, ağır sanayinin temellerinin atıldığı, ölçüp biçmeye dayalı 'ustalığın' öne çıktığı bölgenin bir çalışma kültürüne, mesai bilincine sahip olduğunun altını çiziyor. "Amasralılarda, yaşadıkları yere ve ürettikleri işe karşı bir farkındalık var" diyen Çoban'a göre yapılması gereken en önemli şey kültürel varlıkları, değerleri anlatmak, insanlara bunu göstermek. Dışarda deli dalgalar ve nükleer santral
Sinop'u diğer yerleşimlerden ayıran özellik ise yapılmak istenen enerji yatırımlarının çeşitliliği. Türkiye'nin en çok göç veren illerinden biri olan Sinop'ta sadece 90 kilometre yarıçaplı bir alan için planlanan enerji yatırımları, 1 nükleer santral, 4 termik santral, 7-8 HES projesinden oluşuyor. 10,5 kilometrelik bir alanda çalışmaların sürdüğü nükleer santral projesi için şimdiye kadar 225 bin ağaç kesildi; Abalı Köyü'nün İnceburun'daki mahallelerinin de içinde olduğu 8 mahallenin de proje nedeniyle kamulaştarılması bekleniyor. Nükleer santrale karşı yapılan en önemli eleştirilerden biri Sinop'u insansızlaştıracak ve kendisi için lojistik bir üsse, lojmana dönüştürecek olması.
Foto: Türkiye'nin en kuzey noktası olan ve 1863 yılında inşa edilen İnceburun Feneri de nükleer santral bölgesinde
60 kadar sivil toplum kuruluşunun bir araya gelerek oluşturduğu Sinop Nükleer Karşıtı Platform'un (NKP) Dönem Sözcüsü Zeki Karataş, bir sanayi kenti olmayan Sinop'ta kurulacak bir nükleer santral, termik santral ya da mikro HES ile ülke ekonomisine katkı sağlanacağına inanmadıklarını söylüyor. Sinop’ta yapılması öngörülen nükleer santralin toplamda 4800 MW kapasitesinde olacağını ve bunun da Türkiye'nin toplam enerji üretiminin ancak yüzde 5'ine karşılık geleceğine işaret eden Karataş; "Bu ülkede enerji krizi değil, enerji yönetim krizi var" şeklinde konuşuyor. Türkiye’de resmi rakamlara göre yüzde 18, ancak kendi hesaplamalarına göre ise yüzde 20-22 seviyelerinde bir kayıp enerji olduğunun altını çizen Karataş, şöyle devam ediyor:
Foto: Zeki Karataş
"Bir nükleer santral projesi için harcanacak yaklaşık 22 milyar dolarlık bütçenin yarısı kadar bir bedelle, Türkiye’deki mevcut enerji nakil hatlarının rehabilite edilmesi sonrasında, üretilecek enerjiden çok daha fazlası bir tasarruf yapmak mümkün. Çünkü Türkiye’de resmi rakamlara göre yüzde 18, ancak bize göre yüzde 20-22 seviyelerinde bir kayıp enerji var. Dünya ortalaması ise yüzde 6-8 seviyelerinde. Biz zaten enerjiyi hor kullanan, tasarruflu kullanmayan, nasıl kullanılacağını bilmeyen bir toplumuz. Aslında Enerji Bakanlığı’nın ENVER projesi uygulanmış olsa bile nükleer santrale gerek kalmayacak. Türkiye’de enerji arz/talep dengesi hiçbir zaman bozulmaz. Enerji analizcileri, Türkiye’de her yıl enerji talebi ve arzında yüzde 10’luk bir artış olacağı varsayımı üzerinden bir hesap yaparlar ve yeni projeler üretmeye çalışırlar. Ancak yıl sonuna baktığınızda Türkiye, hiçbir zaman yüzde 2’yi aşan bir talep artışıyla karşılaşmıyor. Bu nükleer belasına bulaşmanın hiç gereğinin olmadığı ortada. Bunun yerine yenilenebilir enerji kaynaklarınızı aktif hale getirebilirsiniz".
Foto: Nükleer santral çalışmaları kapsamında bugüne kadar 225 bin ağaç kesildi
Durum böyleyken neden nükleer santralde ısrar ediliyor? Karataş bunun sebebini, "Buradaki amaç Avrupa’nın enerji deposu olmak ve dünyanın nükleer konusunda çözemediği atık sorunlarını bu bölgede aşmak" diyerek açıklıyor ve şöyle devam ediyor:
"İnceburun'da 10,5 kilometrekarelik bir alan nükleer santral sahası olarak tahsis edildi. 60 kilometrekarelik daha geniş çaplı bir alanı ise bu konudaki teknolojik parkları yaratmak için kullanacaklar. Aklımıza gelen bu; yani atık depolarını buraya aktarmak. Ama biz istiyoruz ki, sadece Türkiye değil; bütün dünya halkları daha temiz bir çevrede, rahat yaşasınlar. Bu nedenle ne nükleer, ne de termik santral; ne de suyun ticarileşmesini ortaya koyan mikro hesler olmasın".
Karataş'ın dikkat çektiği bir diğer nokta da TMMOB'un mücadeleye sağladığı maddi destek. "TMMOB'un maddi desteği olmaksızın bunu sürdürmemiz olanaksızdı" diyen Karataş, TMMOB çatısı altındaki odaların idari ve mali açıdan Bakanlıkların denetimi altına alma girişimlerini bir de bu açıdan okumak gerektiğini sözlerine ekliyor.
KESK Dönem Sözcüsü, Sinop NKP üyesi, Enerji Sanayi ve Maden Kamu Emekçileri Sendikası (ESM) İl Temsilcisi Metin Gürbüz de 29 Nisan 2006’da, Çernobil’in yıldönümünde Türkiye’nin en büyük çevre mitinglerinden birini yapan Sinop’taki mücadelenin dinamikleri hakkında şu bilgileri veriyor:
"Böyle uzun soluklu mücadelelerde, kimi zamanlar bazı kırılma noktaları oluyor; insanların direngenliğinde kayıplar yaşanıyor. Gerze örneğinde olduğu gibi, yerel unsurları, yerel yöneticileri mücadeleye katmadığınız, onlara görev vermediğiniz zaman istediğiniz bazı imkanlara kavuşamıyorsunuz. Geçtiğimiz yıllarda Sinop’ta bu sıkıntılarla karşılaşmıştık; yerel yöneticilerimiz nükleer santral yanlısıydı. Ama 20 yıllık deneyim bize, Sinop merkezde yerel yönetime gelmek isteyen siyasi partiler üzerinde nükleer karşıtı olmanız gerektiği baskısını oluşturmamızı sağladı. Gerze’de de böyle. Dönemsel bakmıyoruz; bazen insanlar ekonomik sebeplerle bu mücadeleyi daha tali düşünebiliyor. Çünkü ekonomik sorunlar, işsizlik var. Abalı bölgesi ve Sinop, Osmanlı'nın bir bakiyesi gibi. Galiçya’dan Arnavutluk’a, Kafkasya’dan Arap yarımadasına, Kırım’dan Anadolu’nun birçok yerine kadar göç almış. İnsanların direnç noktalarında, etnik altyapılarına göre öne çıkan farklı şeyler olabiliyor. En büyük dinamiklerimizden biri, meslek odalarının, emek örgütlerinin, çeşitli siyasi partilerin, Balıkçılar Kooperatifi gibi yapıların mücadelenin içinde olması". * Özel mülk olur, kendi dağına çıkamazsın
Karadeniz'in bir diğer direniş noktası da siyanürle altın madenciliğine karşı seslerini duyurmaya çalışan Ordu'nun Fatsa ve Ünye ilçelerinin köyleri. İki ilçenin sınır bölgesinde Altıntepe Madencilik tarafından başlatılan altın arama çalışmaları, Ordu'nun 2012'de Büyükşehir olmasıyla mahalle statüsü kazanan Yukarı Bahçeler, Aşağı Bahçeler, Tepeköy, Koçhisar, Çakmaklı, Yazlık, Kolice, Fartil, Şerefiye, Dumanlı, Hasanlı gibi birçok köyü etkileyecek. Köylüler, maden arama çalışmaları ilk başladığında bir kampanya düzenleyip, topladıkları imzaları dönemin belediye başkanına sunmuşlar; ancak bir sonuç elde edememişler. Ordu Doğa ve Yaşam Alanları Koruma Platformu Üyesi Gül Ersan, sonrasında sürecin nasıl geliştiğini şöyle özetliyor:
"Altın madeni konusu 2 yıl önce kulağımıza geldi. Ne yapalım derken, Fatsa Derelerin Kardeşliği Platformu’yla birlikte bir panel düzenlemeye karar verdik. Doğal olarak köylerden çok fazla katılım olmadı. Sonradan, madene karşı bir ÇED iptal davası açıldığını öğrendik. Fakat zaten bir ÇED raporu olmadığı için mahkeme, olmayan bir şeyin iptali de olmaz diyerek davayı reddetmişti. Madencilik, yoğun su kullanımı gerektiriyor; şirket, yer altı su kaynaklarını depolamaya başlayınca, köylüler susuz kaldı. Maden sahasının yarattığı tahribat da görünür olmaya başlayınca, köylüler ne yapılabileceği konusunda bizi aradılar. Bolaman’da Atilla HES projesini durduran Demirciler Köyü Doğayı Koruma Platformu, Fatsa Derelerin Kardeşliği Platformu ve Fatsa Avcılar ve Atıcılar Derneği olarak, köylülerin mücadelesine destek vermek için bir araya geldik".
Ersan, ancak bu kez destek konusunda farklı bir yöntem izlemeye karar verdiklerini anlatıyor. "Şimdiye kadar, mesela HES’ler konusunda, köylülere gittiğimiz zaman hep bizim dürtüklememiz gerekiyordu. Bu sefer köylüler karar verecek, biz destekçi, hukuki anlamda yol gösterici olacağız dedik" diyen Ersan, bunun işe yaradığını da söylüyor. Elbette bunda özellikle büyük kentlerde yaşayan, kentsel dönüşüm projeleriyle boğuşan ve yazlarını geçirmek için geri dönen köylülerin de payı büyük. Hatta, köylerden birinin İstanbul'da bir derneği var ve üyeleri mücadeleye destek verebilmek için burada neler yapılabileceği üzerine kafa yoruyor. Ersan, sonuçta birkaç ay gibi kısa bir sürede organize olunup, imza kampanyası düzenlenmesini, yürüyüş organize edilmesini ve hukuki sürecin başlatılması yönünde de adımların atılmasının kendileri için de bir moral olduğunu, motive edici olduğunu söylüyor:
"Ordu geneli için düşünülen 73 HES projesi var; HES projesi olmayan ırmağımız, deremiz yok. 25 civarında açılmış davamız var ve onları sürekli izlemek gerekiyor. Bu süreç bizi oldukça yıpratmıştı".
Ersan'a göre çok yıpratıcı ve direnç kırıcı olan bir diğer unsur da hukuki mücadelenin gittikçe daha pahalı bir yöntem haline gelmesi. Sürekli yükselen bilirkişi ücretleri örneğin, kimi zaman caydırıcı da olabiliyor. Buna örnek olarak da Kabadüz ilçesi Akgüney köyünde bir kurşun zenginleştirme işletmesinin Medet Irmağı yatağındaki havuzlarından birine karşı açtıkları ÇED iptal davasını gösteriyor ve şöyle devam ediyor:
"O zaman 5 bin 600 TL olan bilirkişi parasını toplayamadık. Eyvah, dava gitti diye düşünürken; mahkemeden, bilirkişi ücretinin hazine tarafından karşılanacağı ve kaybedenden tahsil edileceği yönünde bir karar çıktı. Bilirkişi de lehimize görüş bildirdi ve yürütme durdurularak ÇED de iptal edildi. Anayasa’nın 56. maddesine göre herkes sağlıklı bir çevrede yaşama hakkına sahiptir; devlet ve vatandaşlar da bunu sağlamakla görevlidir. Ama gelinen noktada devlet yok, vatandaşlar var; devlet sürekli zorluk çıkartıyor. Doğa benim malım değil, kimsenin değil, hepimizin. Devlet diyor ki, 'Gel kardeşim, sen burayı gaspet; istediğin kadar talan et'. Bize de ses çıkarmamamızı söylüyor; karşı çıkarsanız da şu kadar para ödersiniz diyor".
* Bölge köylüleri, bizim ziyaretimizden sonra iki büyük eylem düzenleyerek, altın madeni istemediklerini kararlı bir şekilde ortaya koydular. Kendi özel mülklerindeki yolları kapatarak, şantiyeye malzeme taşıyan kamyonların geçisişine izin vermeyen köylüler; maden sahasındaki eylemleriyle de yöneticilere, maden işletmecilerine seslendiler. Maden bölgesinde güvenlik önlemleri alan jandarmanın köylülere söylediği ise, özel mülkiyete karşı suç işledikleriydi. Eylemler, bu hafta sonu (28 Eylül Pazar, saat 14:00) İstanbul Beyoğlu'nda Galatasaray Meydanı'nda yapılacak basın açıklamasıyla devam edecek.
"Gözünde bir damla yaş olsa, su diye onu da alacaklar"
Hukukun, 'ücreti mukabil' bir hakka dönüşmesinin en can yakıcı örneklerinden biri Rize Andon Vadisi'nden Kazım Delal. Andon Deresi'nde yapımı planlanan HES projesinin durdurulması için açtığı davada ilk bilirkişi incelemesi için ineğini satan, ikincisi için de banka kredisi kullanmak zorunda kalan Kazım Delal; ya da başkalarının ona yakıştırdığı isimleriyle Kazım Dayı, Yurttaş Kazım. Yaptıklarını, "Su herkesin hakkıdır; ben 6 milyar insanın mücalesini veriyorum" sözleriyle özetleyen Delal, "Onun için herkesin mücadeleye ortak olmasını ve bundan sonra mücadelenin daha da sıkılaşmasını istiyorum. Bu adamlar milletin bir yudum suyunu da alacaklar. Gözünde bir yaş olsa diyor ki, 'Orda su var; onu da alacağım'; olay bu kadar hassas" diyor. Pek çoğumuzun bir problemle karşılaştığı zaman, 'ben tek başıma ne yapabilirim ki' umutsuzluğuyla en başından vazgeçtiğini anımsattığımız Delal, kendi ifadesiyle 'buradaki espriyi' şöyle özetliyor:
"Bir defa mücadelende haklı olacaksın; yetmez, kararlı olacaksın; o da yetmez, hiç geri adım atmayacaksın. Özgüvenini kaybetmeyeceksin. Çok önemli; eğer özgüvenini kaybedersen, mücadelede bir sıfır geridesin. Az kişi olup, karalı olursan güçlüsündür. Nereden başlayacağını iyi bileceksin; olayı yük edeceksin arkana. Mücadelenin 5 ayağı var; hakimler, avukatlar, vatandaşlar, üniversiteler ve basın. Basın, burada en önemli ayaklardan biri. Çünkü insanlara bunu aşılıyor; hem onları ayıltıyor, hem de bir kişinin veya beş kişinin nasıl mücale verdiğinin görülmesini sağlıyor".
|