Türkiye, yaklaşık 9 hafta sonra yerel seçimler için sandık başına gitmeye hazırlanırken; seçilecek belediye başkanlarını oldukça yoğun bir yerel gündem bekliyor. Afet riskiyle soslanan kentsel dönüşümden konut hakkına, tarihi dokunun ve doğal çevrenin korunmasından iklim değişikliğine, ulaşımdan plansız yapılaşmaya kadar birbirinden zorlu birçok konu başlığından oluşan bu yerel gündemde; birçoğu iktidar partisi açısından bir önceki genel seçimlerin vitrinini oluşturan kentsel projeler de önemli bir yer tutuyor.
Bir dönem, büyük umutlarla kurulan ancak büyük tartışmaları da beraberinde getiren İstanbul Metropolitan Planlama ve Kentsel Tasarım Merkezi'nin (İMP) de başkanlığını yürüten, şu anda kurucuları arasında yer aldığı Atelye70 Planlama ve Tasarım Grubu'yla çalışmalarına devam eden Hüseyin Kaptan, bugünkü şehrin tohumlarının Turgut Özal döneminde çıkan 2981 sayılı İmar Islah Yasası'yla atıldığını söylüyor. 2981 sayılı İmar Islah Yasası ile 1960'lı ve 1970'li yıllarda yaşanan hazine arsalarının işgali ve hisseli ifraz olgusunun yasallaştırıldığını, tapu tahsis belgeleriyle herkesin hissedar olduğu bir kent ekonomisi yaratıldığını savunan Kaptan; "Bugünkü Türkiye’yi o yarattı" diyor.
GYODER’in gayrimenkul zirvesinde yaptığınız konuşmada, planlamanın iktisadi boyutuna vurgu yaparak; kalkınma planlarını takip eden, okuyan bir kuşak olduğunuzdan bahsetmiştiniz. ‘Kalkınma planları’, şehir planlama açısından neden önemliydi?
Sorunuza yarım asır geriye dönerek bakalım. 1962’de genç bir plancı olarak İller Bankası’nda çalışıyordum. 1960 askeri darbesi yapılmış, devletin organları yeniden örgütlenme sürecindeydi. Devletin daha önce de planlamaya dair bazı tavırları vardı, örneğin 1958 yılında İmar ve İskan Bakanlığı kurulmuştu. Kentsel gelişmelerden sorumlu Bakanlığın oluşumunda Mithat Yenen hocamızın öncülüğünde, İngiltere’ye, Fransa’ya, Amerika’ya gönderilen bazı ağabeylerimiz, yeni bir plancı kadrolarının oluşumunu haber veriyordu. 1960 yılında kurulan Devlet Planlama Teşkilatı’nın yönlendirmesinde sosyal ve ekonomik hedefleri ortaya koyan bölgesel kalkınma planları hazırlanıyordu. Özellikle de büyük metropoller yönünde işgücü göçü, nüfus yığılmalarının güçlü belirtileri vardı. Bölge planları, bölgesel kalkınma merkezlerini tanımlayarak, ülke genelinde dengeli bir kalkınma stratejisini destekliyordu. Bölgeyi oluşturan kentlerin nüfus- işgücü projeksiyonlarını yapıyor, kentlerin kimliğini tanımlıyordu.
Ülke genelinde, bölge planları ölçeğinde üretilen veriler alt ölçek fiziki planlara, Çevre Düzeni Planı, Nazım ve Uygulama İmar Planı gibi fiziki kararlara yansıtılıyordu. Bu süreç, 1960’lardan 1980’li yıllara kadar sürdü. 12 Eylül darbesi sonrası, Bakanlığın güdümünde İstanbul Belediye Başkanı Tırtıl Paşa’ nın kurduğu büro, bu coğrafya ancak 5 milyon nüfusu taşır kararını almıştı. İstanbul’un nüfusu 3 milyon dolayındaydı. Devletin koyduğu bütün stratejiler ve hedefler altüst oldu. Bu dönemde kuramsal olarak olumlu yorumlanan süreç, aynı zamanda yaşanan gerçeklerle büyük çelişki içindeydi. Erozyon var gücüyle batı metropolleri yönünde devam ediyordu. Üretilen planlar, yaşam gerçeğinden bütünüyle soyutlanmıştı. Netice itibarı ile 5 yıllık kalkınma planlarının ön gördüğü kentleşme ilkeleri bağlamında etkinliği kalmadı.
Bu süreç, Turgut Özal’la bitti. Türkiye, doğrudan dünyayla rekabet eden bir yolu seçti. Onun mekanı, organizasyon alanı da batı metropolleri, özellikle İstanbul oldu. Şu an ihracatın yarısını İstanbul yapıyor; finans hareketlerinin yüzde 50’si burada gerçekleşiyor.
Bu sürecin kentleşmeye yansımaları nasıl oldu?
1980’ lere kadar yaşadığımız bu süreç, planların gerçek yaşamdan soyutlanması, mekanda dramatik gelişmelerin de nedeni oldu. Hem hazine arsalarının işgali, hem de hisseli ifraz olgusu, bir kanser gibi kent coğrafyasına yayıldı. Hisseli ifraz, 1960’lı ve 1970’li yıllarda adeta bankaya para yatırmak gibi bir şey oldu; çünkü metropolde bir arsan oluyordu ve o hiçbir zaman değer kaybetmiyordu. Fakat bu bölüntüler o hale geldi ki, yağ lekesi gibi vadilere, kıyılara, fay hatlarına kadar yayıldılar. 1984 senesi geldiği zaman hemen hemen metropolün yüzde 75’inde yasadışı mülkiyet bölünmeleri hakimdi; ama bu nüfusa pek yansımamıştı. Nüfus, olsa olsa 4 milyon civarındaydı. Özal döneminde çıkan 2981 sayılı İmar Islah Yasası ile hem belediyelere plan yapma özerkliği verildi, hem de bu tür bölüntülere yasallaşma hakkı tanındı. Kanun ayrıca 'çekim alanı' olarak tanımlanan bölüntüleri de iskana açıyordu. Ölçtük, baktık; zaten onlara verdiği inşaat emsalini doldurduğu zaman kentin nüfusu 15 milyonun üzerine çıkıyordu.
O zamandan belliydi yani kentin ufkunun nerelere uzanacağı?
Evet; o zaman binalar yoktu, ama altındaki mülkiyet bölüntüleri ortadaydı. Öyle bir örüntü ki, hiç bir ritim, kural yok; son derece organik, son derece tesadüfi… Genellikle birbirine çapraz ızgaralar gibi, ama parselden parsele sürekliliği olmayan... Bugün gördüğümüz şehrin annesi o; tohumları o zaman atıldı.
2981 sayılı İmar Islah Yasası, bütün Türkiye kentlerini lime lime etti; bugünkü Türkiye’yi o yarattı. Planlamanın temel kuralı olan nüfus projeksiyonu göz ardı edildi; planlamanın temel işlevleri, plan makro kararları, donatı standartları dikkate alınmadı. ‘Tapu tahsis belgesi’ diye bir şey çıktı. Ben o zaman Şişli’yi planlıyordum; sadece Şişli’de 40 bin tahsis belgesi verildi. 1985 - 86 yıllarında, arabaların arkasında tenekeler ve teneke kutularının içinde demir filizlerle dolaşıyordu insanlar. Onları dikiyorlardı bir yere, ardından da tahsis alıyorlardı. Bu, herkesin hissedar olduğu bir kent ekonomisi oluşturdu.
Ben İstanbul’a geldiğimde Zeytinburnu, surların dışında, çok romantik, tek katlı gecekondu binalarının oluşturduğu bir yerdi. Çimento ve deri fabrikalarında çalışan işçiler, kamu mülkü olan alanları işgal etmişlerdi. 2981 ile bunlara tapu ve imar izni verildi. Fakat zamanla o kadar değer kazandı ki bölge, mülk sahipleri kat karşılığı müteahhitlerle anlaştılar. İmar hakkı 4 – 5 kattı; ama 7 -8 katlı binalar ortaya çıktı, yola tecavüzler oldu. Binalar, neredeyse arkadan birbirine yapıştı; arka bahçeler tamamen ortadan kalktı. Bu nedenle deprem riski altındaki bu alanları bugün korku ile izliyoruz. Pilot bölge seçilmiş olmasına rağmen, aşırı yapı yoğunluğu nedeni ile 10 seneden beri bu bölge için üretilmiş olan dönüşüm projeleri uygulanamıyor. İstanbul'un sadece kendini planlamaya çalışması yeterli mi?
Büyükşehir yasası, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne (İBB) il sınırlarına kadar plan yapma yetkisi veriyor. Ancak, olay böyle basit değil. Bence İBB’ nin İstanbul il sınırına kadar plan yapmasının, karar vermesinin büyük resme bakıldığında kifayeti yok. Çünkü, İstanbul’un ayrışmaz uzuvları il sınırları dışına taşıyor. Sanayisi, Tekirdağ, Çerkezköy, Çorlu, Lüleburgaz’da. Trakya’da İstanbul’un batı uzantısı olarak 9 bin hektar sanayi alanı var. Öbür tarafta ise Gebze’de 700 bin kişi organize sanayi bölgesinde çalışacak. İstanbul uzanıyor öyle, Kocaeli’ye kadar. Kocaeli planı 1973’te yarışmaya çıktığı zaman, öngörülen nüfus 1 milyondu; şimdi ise 5 milyon. Tekirdağ’ın nüfusu hala 150 – 200 bin civarında; ama esas Tekirdağ, Çorlu Çerkezköy ve daha öteye giden Lüleburgaz aksıdır. Orada 600 bin sanayi işgücü; ne demek bu? O 600 bin kişi, hizmet sektörünün desteği ile 1 milyon kişi olacak. Silivri’yle Tekirdağ, Çorlu arasında 4 milyon nüfus hesaplanıyor. Bir metropoliten alt bölge ama yönetiminin yarısı Tekirdağ’da, yarısı İstanbul’da olacak. Yani bir bedeni parçalıyorsun yönetirken.
Biz, İstanbul’u hep doğu batı aksında anlatıyorduk; Şimdi, üçüncü bir aks var artık; Yalova’da, Tuzla kapasitesinin neredeyse 1,5 misli bir gemi inşa sanayi bölgesi faaliyete başladı. Orada en az 100 bin kişi çalışacak. Bunlar hep İstanbul’un kolları bacakları; büyük resmi böyle görmeyen, İstanbul için bir elbise dikemez. Çok azgın bir şeyden bahsediyoruz. Bursa nüfusu 5 milyon olarak konuşuluyor, 5 milyon da Kocaeli; yani havzanın çevresinde 30 milyon nüfustan bahsediyoruz. Büyük bir enerji yığılması ve bu büyük enerjinin organizasyonunda çok ciddi örgütlenmelerin olması lazım.
Durum böyleyken, geriye dönüp baktığınızda İstanbul Metropolitan Planlama Merkezi’nin (İMP) misyonunu yerine getirdiğini düşünüyor musunuz?
İMP vazgeçilmez olarak tanımladığım örgütlemenin ergenlik devriydi, yasanın gereği olan stratejik planları ortaya koydu. Şeffaf bir süreçti. Planlamada geniş yelpazede katılımı sağladı. Yerel siyasetin oy birliği ile desteğini aldı ve onaylattı. Ekonomik, kültürel ve ekolojik sürdürülebilirlik olmak üzere, üç ana başlık altında elliye yakın öncelikli projeyi tartışma ortamına getirdi. Her sektörden 500 genç uzman deneyim kazandı. Pek çok akademik çalışmaya kaynak oldu.. Dünya’dan 60 üniversiteyle işbirliği yapıldı. Ben hiç pişman değilim; talebe gibi çalıştım, bir sürü çevre tanıdım. Burada sanıyorum ki bilim insanları kendilerini çok özgür ve muktedir hissettiler. Başkan bu ortamı hazırladı. Yüzlerce danışma kurulu toplandı ve hepsi de şeffaftı. Binlerce sayfa rapor hazırlandı. Bazı meslek odaları ile aramız pekiyi gitmedi. Tabi onlar da siyaset yapıyor, doğrudan doğruya iktidara muhalefet ettikleri için bizi de zaman zaman iktidarın bir unsuru, parçası gibi yorumladılar; onları da anlayışla karşılıyorum. Bürokrasi ile de iyi ilişkiler kuramadık; onu kabul ediyorum.
2009 yılıydı, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı, “Türkiye ortak aklını arıyor” sloganı altında bir Kentleşme Şurası düzenledi. Doğrusu slogan beni gerçekten çok etkiledi: “Ortak aklı aramak”. Şuraya, politikacılar, sivil toplum örgütleri, akademisyenler, hukukçular, iki bakan katıldı. Reisi Cumhur açılışı onurlandırdı. Şura, hümanist ayrıntıda çocuk- kadın haklarından başlayarak, ülke- bölge planlama ölçeğine kadar neredeyse yaşama konu olan her alanı kapsıyordu. Türkiye’deki bilgi birikimine doğrusu hayranlık duydum. Planlama sürecinde merkezi yönetim organlarını ve yerel aktörleri- siyasi organları- sivil toplum örgütlerini bir çatı altında topluyor; parsel ölçeğinden makro kararlara kadar katılımcı bir karar sürecini öneriyordu. Orada ülkemizdeki planlama süreci tartışılırken herkesin hemfikir olduğu konu, mevcut durumdaki çok parçalı kurumsal yapının ve dağınık planlama yetkilerinin birlikte ele alınması, katılımcı, müzakereci bir planlama sürecinin gerekliliğiydi.
Tarif edilen model neredeyse İMP idi. İMP bu anlamda yönetiliyordu. Merkezi yönetimin bütün unsurlarının planlama sürecine katılımı talep edilmişti. Nitekim örnek olarak üçüncü havaalanının yeri, limanlar, alternatif şemalar bağlamında Sn. Ulaştırma Bakanı’nın katılımıyla ve Bakanlığın görüşü ile kesinleşmişti. Üçüncü havaalanı 4 milyon hedef nüfusla Silivri- Çorlu Metropoliten Alt Bölgesi’nin dinamosu olacaktı. Sn Bakan, Sn Topbaş ve benim de bulunduğum helikopter gezisinde kararlar gözden geçirilmişti. Ama ne oldu? Bir gün televizyonda Sn Bakan’ın dünyanın en büyük havaalanın yerini sakladığını gördük. Bu nasıl bir politika? Üçüncü köprüyü, karayolunu da saklıyor, Amerika’dan İngilizcesi geliyor, oradan öğreniyorum. Belediye organları da oradan öğreniyor. Bunlar yanlış; bunu, 2009’da o şurada 500 kişinin oy birliğiyle aldığı kararlardan cesaret alarak söylüyorum. Şuranın kararlarını beş senedir ümitsizce bekliyoruz.
İMP’ye uzman olarak katılanlar, planlama sürecine destek veren, mesleklerinde bir ömür tüketmiş insanlardı; bizim kuşaktı. Orman olsun, toprak olsun; yeraltı coğrafyası, ulaşım, havayolları, denizyolları, lojistik sistemler, ekonomi, tarih, yaşam kalitesi olsun; kendi dalında uzman kişilerdi. İlk kez, böyle bir yapı için kürsülerinden çıktılar. Ne güzel değil mi? Hepimizin zaten maaşı vardı. Başkan (Kadir Topbaş), onlardan her hafta bir brifing alıyordu. Ama böyle bir sistemin çökmesi hüzün verici; ülkenin yeteri kadar donanımlı, bilgi sahibi insanları var ve halkın, hükümetin hizmetindedir.
Kamuoyunda böylesine endişe yaratan bu gibi projelere karşı sektör ne kadar duyarlı?
GYODER’in ‘Gayrimenkul Zirvesi’nde hiç Gezi tartışılmadı. Üç yıl önceki konferansın konusu: ekolojiydi; ‘Karadeniz ormanları’ diyen bir tek kişi olmadı. Ben planları anlatırken, mecburen dedim. Katılımcılar aydın, yetişkin insanlar, her türlü doğruyu biliyorlar; ama mezarlıktan geçerken ıslık çalıyorlar. Provakasyonun her konuda olabileceğini düşünerek ve bunu konumuz dışı bırakarak, Gezi olayları, bence yönetime en büyük yardımdı; yanlışları yapmasın diye en büyük uyarıydı. Bir tavır alıyor halk, bundan memnun ol. Bunu inanarak söylüyorum. 1978 yılında üniversite olarak Tuzla, Darıca, Soğanlığı planlarken halkın ilgisizliğinden şikayetçi idik. Toplumu planlama sürecine katmak için, mahallelere davulcu çıkarmıştık. Sloganımız, “Plancılar geldi. Malına sahip çık”tı. Kadir Topbaş, “Bundan sonra her şeyi halka soracağız” dedi; bundan güzel söylem var mı? Bazıları referandumdan bahsetti. Büyük bir aşama değil mi?
Ama Kadir Topbaş daha sonra verdiği bir demeçte ise “Her şey de halka sorulmaz” dedi…
Demez o; on senelik düşüncelerini biliyorum. Halka sormak, sorduktan sonra karar vermek meclisin hakkıdır. Kamu malı olan bir gayrimenkule halkın tavır koyması kadar normal bir şey yoktur. Bu, yöneticilere muhteşem bir destek, manevi bir güç verir. Taksim Meydanı gibi Türkiye’nin Champs- Élysées’i olarak nitelendirilebilecek bir yere, “Ben yaptım, oldu” tavrı olmaz. Gayrimenkul üzerine iş yapıyorsan ve iddialıysan, “kamu yararı”nı toplumda tartışacaksın. Çünkü hepiniz zeki ve okumuş insanlarsınız; toplumun en elit kimselerisiniz. Böyle hiç kimseyi konuşturmadan karar veremezsiniz; tartışıp, aksine de karar verebilirsiniz. Bu bir gayrimenkul işidir ve kamuya aittir. Üç yıl önceki toplantıda da hiç kuzey yerleşmeleri üzerine konuşmadılar. Ben onlara şunu sormak isterdim; “Hayalleriniz mi var? Serdar İnan gibi ormanlara şehirler mi yapmak istiyorsunuz? Bunu aranızda tartıştınız mı? Bir karar alın oraya gidip, gitmemekte”. Şurada alenen deyin ki, “Biz bu kuzey ormanlarına şehir kuracağız”; çünkü o şehirleri eninde sonunda bu sektör yapacak. Devletin yapacak hali yok ya… Çok çok TOKİ yüksek fiyatla satar, ama eninde sonunda yine onlar yapar. Bir dahakinde bu suali soracağım onlara. 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun, kamuoyuna bir kurtarıcı gibi sunuldu. Öyle mi?
6306, bu harabeyi toparlama amacıyla çıkarılan bir yasa. Ama eli öyle sert, ağır bir yasa ki; Orman Yasası, tarım toprakları, Boğaziçi Yasası, zeytinliklerin korunması, kıyı çizgisi, askeri araziler, Anıtlar Kurulu, kültür ve tabiat varlıklarının korunması, gereğinde hiçbir şeyi göz önünde bulundurmuyor. “Eğer konu insan canıysa, gerisi teferruattır” diyor. Bu, Türkiye için büyük macera. Bu yasa, lime lime olmuş o ince ince mülkiyetleri siliyor ve toplu yerleşmelere zorluyor... Dolayısıyla standartları zorlayan bir yoğunluk ve kentsel estetik sorunuyla karşı karşıyayız.
Geçenlerde bir konferans için Londra’ya, Oxford’a davet edildim ve üzerinden uçarken Londra’ya baktım. Uyuyan bir şehir, mahalleleri 100 – 300 yıllık, daha eski olanlar da var. Dönerken bir de İstanbul’a baktım; uyuma şansı yok, bombalanmış gibi, savaş var sanki şehirde. TEM’in üzerindeki eşmeler, dikmeler, yerin dibine doğru çökmeler.
Stratejik plan, “coğrafyaları keşfedelim, TEM’in üzerine abanmayalım” diyordu. TEM’in üzerine abanmak en büyük tehlike; çünkü zaten yasadışı 8 milyon nüfus var. Karayollarının üzerine cami yapılıyor. Çok merak ediyordum Kartal’daki adliye sarayının kapısı ne tarafta olacak diye; sonuçta prestij kapılarını karayoluna açtı. Adliye sarayı için meydan yaparsın. Öbür tarafta Çağlayan Adliye’si de TEM kavşağında, karayolu kavşağında. Oysa bunlar onursal, dominant binalardır; karayolunun üzerine yapılmaz, yayalaştırılmış kent meydanlarında veya bulvar üzerine yapılır. Bu dehşet bir kültür zafiyeti bence… İşte stratejik plan diyordu ki, kentsel alt bölgeleri keşfedelim. Mesela Beylikdüzü, mesela İkitelli… 1,5 milyon nüfus yani. Bu yapı kabusu içinde elinde karanfilinle nişanlını bekleyeceğin bir röper noktası var mı? Bir kamusal alan var mı? İMP, sosyal ve coğrafi bütünlüğü bağlamında kentsel alt bölgeleri, semtleri, mahalleleri yeniden keşfetti. Özbölgelerini, merkezlerini kamusal alanlarını tanımladı.
Türkiye’nin talihsizliği ne oldu sizce?
Bizim talihsizliğimiz, Orta Çağ yerleşme koşullarından sanayi devrine atlamış olmamız. Arada Rönesans yok. Oysa insanlar kent estetiği ve işlevleri bağlamında bulvarlar meydanlar çizmişler. İstanbul Metropoliten Planlama’da en çok ter döktüğümüz anlar, yabancı bilim insanlarının, “Tarihi Yarımadayı gezdik, Beyoğlu’nu gördük; siz kendi döneminizde ne yaptınız acaba?” dedikleri zamandı. Çünkü gösterecek bir örneğimiz yoktu. Ben o zaman utanarak, Luigi Piccinato’nun 1955’lerde yaptığı Ataköy birinci bölüme gönderiyordum. Orada, dünya literatürüne girmiş bir şema var. Oysa bizim dünya literatürüne giren bir yerleşkemiz yok 50 sene içinde. Tek tek binalar var, parsel ölçeğinde tarihi mekanlar var; fakat yerleşme bazında yok. Bu çok hüzün verici bir şey.
Ulaşım eksenli mega projeler İstanbul’u nasıl şekillendirecek?
Bence Marmaray çok doğru bir proje. Tabi denizyolları da son derece önemli; Onaylı stratejik plan 600 km metro sistemi ile, denizyolu- karayolu entegrasyonun öneriyor. Karayolu taşımacılığında baskın biçimde yoğunlaşma olan lojistik sistemleri, doğuda ve batıda geliştirilecek limanların hinterlandında örgütlüyor. İMP boğaz altından, lastik tekerlekli geçişe tamamen karşıydı. Tarihçiler de onaylamıyordu. Biz, tarihi yarımadayı gözümüz gibi sakınmak isteriz. Onu metroyla bir iki yerinden beslemeniz yeterliydi. Tarihi Yarımadadan karayolu geçirmek, bizim görüşümüzde bir cinayet.
Üçüncü köprü artık bir gerçek; devlet, 3. köprüyü ormanların arasında saklayabilirse çok başarılı bir iş yapmış olacak. Aslında 2. köprüde de bu hedeflenmişti. Hatta ilk projesinde, İstanbul’un gelişmesinde negatif enerji vermemesi için Büyükdere Caddesi ve Kavacık kavşakları yoktu. Ama sonra üzerine pek çok kavşak açıldı. Kuzey ormanlarını koruma perspektifinden vazgeçip, “ille de bu alanlarda, 5 milyon nüfuslu şehirler kuracağım” falan derlerse, modeli bozmuş olurlar. Bu, metropolün doğu ve batı sınırlarında tanımlanan metropoliten alt bölgeleri muhakkak bozacak bir adım olur. Şehir içinde demode olan sanayi, doğu ve batı uçlara taşıyor kendisini. Nüfusları bile belli. İstanbul’un sınırlarında şehirler kurulacak, fakat o şehirleri örgütleyecek bir sistem lazım. Ankara büyüklüğünde şehirler olacak; yani İstanbul’un doğusunda bir Ankara, batısında bir Ankara. Fakat Ankara’nın Ulus meydanından bir çizgi geçiyor; Çankaya tarafını ayrı, Mamak tarafını ayrı bir otorite yönetiyor gibi. Bu olağanüstü enerjiyi yönetmeye aday olan kadroların bilgiye ve bilime, ihtiyacı var.
Böyle bir durumda İstanbul bir ‘finans merkezi’ olabilir mi?
Hizmet sektörünün konumlanmasında İstanbul’un doğu ve batı yerleşmelerin arasında hala yaşayan ciddi bir dengesizlik vardır. Yoğun aktivite alanları batıda konumlanmasına rağmen doğu yakası yatakhane konumundadır. Boğaz trafiğinin de temel nedeni budur. Stratejik plan hizmet sektörü iş gücü desantrilizasyonunda çok merkezli sisteme geçişle doğu yakasını desteklemektedir. Kartal ve Kozyatağı’ nın bu anlamda hizmet sektörü için desteklenmesi plan stratejisidir. Kozyatağı’ nda finans merkezi önerilmesi bu anlamda destek gördü. Ama benim hayal ettiğim böyle kampüs gibi bir yerleşim değildi; daha yaşamla iç içe bir projeydi. 53 yıllık meslek hayatınız boyunca pek çok plan yaptınız. Sizce ne kadar başarılı oldunuz?
Evet, doğudan batıya, kuzeyden güneye, Anadolu’nun bütün coğrafyalarında çalıştım. İnsanların arasına karışıp hemşeri duygusunu yaşamayı severim. İstanbul metropolünün her yerinde çalışmışım; 53 yılın 43 yılı İstanbul’da geçmiş. Ama bunlar başarılı oldu diyemem; buradan bir resim çekemem. Çünkü plan ve uygulaması çok büyük bir entegrasyon işi. Bir hafriyatçı, bir kalıpçı bir plancıdan daha önemli olabilir. Bu meslek yaşamını sürekli ve inatçı bir patinaj olarak görebilirsiniz.
Yenikapı yarışmasında kazanan ekiplerden birisiniz… Ancak hala atılmış somut bir adım yok gibi görünüyor. Nedir son durum?
Bir mucize yaşanıyor; 8 bin 500 yıl önceki atalarını görüyorsun. Dedelerini, ayak izlerini, gemilerini görüyorsun; dünyada böyle bir olay var mı? Aynı alanda günde 1-2 milyon insan geçeceği bir transfer alanı organizasyonu söz konusu. Prof. Cellini’yle birlikte o yarışmayı kazananlardan birisiyiz. Kazandık, ama hiç kimseye sormadan önüne 1 milyon kişilik bir meydan yapıyorlar. Bütün dünyayı ayağa kaldırıyorsun; uluslararası bir jüri davet ediyorsun, dünyadan 145 büro başvuruyor. Bütün bilim dünyası seni izliyor; ama birisi diyor ki o kemikler taşıma köpek kemiği olabilir, öbürü diyor ki çanak çömlek… Bütün dünyayla matrak geçer gibi, orası için yaptığın projeyi de kaldırıp çöpe atıyorlar. Aynen İMP’nin kaderi gibi; çok benzer. Madem çöpe atacaktın, bu insanları niye uğraştırdın? Hizmet verme şansım gasp edilmiş gibi hissediyorum. Memleketimizin ekmeğini yedik, 50 sene çalıştık bir şeyler öğrendik, ama kendi uzmanlık alanımızda hizmet veremiyoruz.
17 Aralık’tan bu yana devam eden yolsuzluk ve rüşvet operasyonunda ‘kent suçları’ ve buradan sağlanan rant önemli bir çıkmaz olarak karşımıza çıkıyor. İddiaları ve yaşanan gelişmeleri siz nasıl değerlendiriyorsunuz? İmar, siyaset ve rant için bir finansman aracı olarak mı kullanılıyor? İMP döneminde siz buna karşı nasıl bir strateji izlemiştiniz?
Bu sorunun cevabı, anlattıklarım. Ara satırlarında falasıyla var. Özetle, şeffaf ve katılımcı bir planlama sisteminin olmadığı ortamlarda, bu tür sonuçlar olağandır. İMP, bu olaylar için bir sigorta idi. Sigortayı yakanlar bir daha düşünsün. Nostaljik bir duygu içinde İMP’ yi özlüyorum. Genç- bilgili- namuslu- çalışkan ve aşık...
|