2009’dan 2010’a uzanan günler, sanatta nerdeyse bir “Sarkis
yılı” oluşturdu. Akbank Sanat’ın tüm mekânıyla örtüşen “Bir
Kilometre Taşı” sergisi, ardından İstanbul Modern’de bir anlamda kendi
mekânlarından bir “Site” kurduğu retrospektif, daha sonra Mimar
Sinan’ın son dönem yapıtlarından Atik Valide Külliyesi’ne
yerleştirdiği altın varaklı inşaat iskelesi, sonra Paris’te Centre Pompidou’yu
saran “Passages” sergisi ve şimdi de Galerist’teki
“Opus”u. Aslında hepsi de, Yerleştirme Sanatı’nın büyük
ustasının “mekânlar”la giriştiği hesaplaşmaların, mekânlara
müdahalelerinin ürünü.
Bu kez, Sarkis’in parmak izleri, sevdiği mekânların planları üzerinden onlara
yeniden dokunuyor, onları yeniden yaratıyor. Farklı kültürlerden ve farklı
coğrafyalardan seçilen bu yapılar belli bir düzen içinde sıralanıyor. Diziliş
sıraları ve birbirleriyle etkileşimleri onları bir bütünün parçaları haline
getiriyor.
Yorumlanan eserler Ayasofya’dan Japonya’daki Ryoan-ji Tapınağı’na, Selimiye
Camii’nden Hindistan’daki Ajanta Mağaraları’na, Berlin’deki Yahudi Müzesi’nden
Louis Kahn’ın Bangladeş’teki Parlamento Külliyesi’ne dek uzanan geniş bir
yelpazede.
- Mimari yapıları, planları üzerinden yeniden yorumlamaya nasıl karar
verdiniz?
- Benim birtakım mimarlara tutkum var, birtakım mimari yerlerde yaşamışlığım
var. Çıkış noktam Louis Kahn’ın Kudüs’teki gerçekleşmemiş projesi. Bu projeyi
ben icra ediyorum, gerçekleştiriyorum ama serginin bütünündeki eserleri bu
düşünceyle seçmedim. İcra edilmemiş projeler üzerinden gitmek çok şematik geldi:
“Sarkis kalkıp da olmamış projeleri dile getiriyor” durumundan çıkmak istedim.
Benim burada yaptığım hem katkı hem yeniden yaratma. Planları okurken
partisyondan sesi duyan müzisyenler gibiyim. Hangi mimari eserleri çalışacağımı
düşünürken icra etmek istediklerimin olmasını tercih ettim. Mesela her yıl
Selimiye Camii’ne giderim. Müthiş bir mimaridir! Onu işlemeye karar verdim,
Ayasofya’yı yapmaya karar verdim. Ahmedabad’a gittim, orada dört gün kaldım.
Ajanta Mağaraları 17 yaşından beri özlediğim bir yerdi, 50 sene sonra
gidebildim. Ve mekânın sesini dinledim. Aslında daha bu projenin başındayım ve
bunu devam ettirmek niyetindeyim.
- Partisyondan sesi duyan müzisyenler gibiyim, dediniz. Eserlerinizi
buradan yola çıkarak anlamak mümkün mü? Burada müzikle olan bağdan söz
edermisiniz?
-Opus adını müzikle çağrışım yapsın diye koydum. Parmaklarımın dokunuşu her
yerde aynı değil, bazen sert bazen hafif. Müziği duyuracak şekilde
izleyiciyi görsel bir şeyler okumaya davet ediyor. Opus’u eserlerimin
numaralanmasında da kullanıyorum, mesela Sinan’ın eserleri Opus 1, Opus 2 olarak
gidiyor.
- Parmak izlerinizi kullanarak bir şeyler üretmek sizin için yeni
sayılmaz aslında. 1989’da önce Strasbourg’da daha sonra Nantes’ta açılan “103
Suluboya” serginiz suluboya ve parmak izi kullanımı açısından “Opus”la
benzeşiyor. Parmak iziniz ve kullandığınız renklere dair neler söylemek
istersiniz?
- Benim eserlerimde genel geçer plan ölçekleri yok, parmaklarımla basarken
parmaklarımın ölçüsüyle mesafeyi göstermiş oluyorum. Aynı planları on sene sonra
çalışsam belki çok daha büyük ya da çok daha küçük olur eserlerim, bunu bilemem.
Bir plan nedir? Bir yapının özüdür, oradan başlıyorum. Sinan belki onu kuma
çizmiştir ya da eliyle anlatmıştır. Rölöve, binanın önceki halini araştırmaktır.
Benim işlerimde hep bir öze gitmek var.
- Sergide eserlerin neonlarla aydınlatılmış çerçeveleri ve neon
yazılar da dikkat çekiyor...
- Neonlar, eserlerin hem aurası hem de aydınlatıcısı. Eserlerimi galerinin
duvarları yaşatmıyor, benim yapıtlarım galerinin mekânını yaşatıyor. Galerinin
duvarlarına tutsak değiller.
- Bu çalışmalarınızı hangi akımın içinde
değerlerlendirirsiniz?
- Belli bir zaman sonra bu akım meselesi kayboluyor diyeceğim fakat
altmışlardan sonra “Yerleştirme Sanatı” doğmaya başladı, ben kendimi bunun
içinde görüyorum, yoksa kavramsal sanatçı değilim. Ben bütün kültürlerle ve
yaratıcılarla konuşan bir kişiliğim. Bu bir etki meselesi değil, konuşma
meselesi. Sinan beni etkiledi diye konuşmuyorum, bugün Sinan’la nasıl
konuşulurdu onu gösteriyorum. İşte her şey bugüne geliyor, o yüzden parmak
vuruşlarım o kadar taze görünüyor.
|