Yücel Göktürk'ün
İstanbul'u çok iyi bilen Britanyalı Marksist yazar-düşünür
John Berger'le Roll müzik-edebiyat dergisinin
özel sayısı için yaptığı söyleşiyi kısaltarak yayınlıyoruz
‘Telephone Call From İstanbul’la başlayalım. Tom Waits’i sevdiğiniz
biliniyor...
John Berger: Tom Waits’i ilk günlerinden son albümüne, hiç
sektirmeden izledim. Hem şarkıcı, hem müzisyen hem de şair. Bu bakımdan, onu
hayranlık duyduğum bir başka isimle, Jacques Brel’le kıyaslıyorum. Tom Waits’in
şarkıları ya da şiirleri yeryüzünde çok yaygın olmalarına rağmen şarkılara konu
olmayan hayat tecrübelerini dile getiriyor. Bir başka özelliği sesi. Sesi bütün
vücudunu içeriyor. Sadece ses telleriyle değil, bütün vücuduyla, öyküsünü
anlattığı insanla hemhal oluyor. Bir Tom Waits şarkısı duyduğunuzda onu derhal
tanırsınız, sesini tanırsınız, kelimelerini tanırsınız. Ama, onu derhal
tanımanıza rağmen, o kendi benliğini silmekle meşguldür. Dile getirdiği hayat
tecrübesine kendisini teslim eder, onun içinde kendisini eritir. Bu tavrını çok
duygulandırıcı, çok etkileyici buluyorum.
İstanbul’a çok gelip gittiniz...
İstanbul pusulalarımdan biridir.
İstanbul ve isminiz yan yana geldiğinde birkaç resim canlanıyor
gözümüzün önünde. Bunlardan biri, İstanbul’da bir gecekondu, duvarda bir kitap
rafı, rafın üzerinde bir elin parmaklarını geçmeyen sayıda kitap. O kitaplardan
biri ‘Yedinci Adam’. Bu imgeyi The Chronicle’daki söyleşinize (6 Ocak 2002)
borçluyuz. Naklettiğimiz tasviri yaptıktan sonra, “bundan sevinç duydum”
diyorsunuz. Nasıl bir sevinçti o?
‘Yedinci Adam’ı o kitap rafında görmek köşeyazarlarının, edebiyat
eleştirmenlerinin övgülerinden çok daha değerliydi benim için. O kitap defalarca
konuştuğum, dertlerini dinlediğim ve yaşadıklarını anlattığım göçmen işçilerin
kitabı. Duygulandırıcı olan şey, kitabın, anlattığı insanlar tarafından
bilinmesi, kabul görmesiydi. Çıktığı eve geri dönen bir kitaptı. Bir kitap
yazdığınızda, başka şeylerin yanı sıra bir el uzatıyorsunuz. Belki de bir şey
sunduğunuzu umduğunuz için elinizi uzatıyorsunuz. Ama aynı zamanda el
uzatmanızın, yaptığınız o hareketin, hitap ettiğiniz insanlar tarafından kabul
görmesini umuyorsunuz. ‘Yedinci Adam’ı o evde bulmak, uzattığım elin başka bir
el tarafından, o kitabı yanıbaşında bulunduran bir adamın eli tarafından
tutulduğunu hissetmekti.
‘Kıymetini Bil Herşeyin’deki ‘Arzunun Bir Başka Yüzü’ başlıklı
yazınızda The Doors’un ‘Break On Through’ şarkısını alıntılıyorsunuz. Nazire
olsun diye, biz de “Soul Kitchen”dan bir alıntı yapalım: “Küçük minareler örüyor
parmakların/ Gizemli alfabeler söylüyor/ Yakıp bir sigara daha/ Öğreniyorum
unutmayı.”
Günümüzün egemen kültüründe, tüketim kültüründe acı yok sayılıyor. Ama sanat
acıyı yok saymaz, sayamaz, başkalarının acısına kayıtsız kalamaz. Rock’un
parmakları, kaale alınmayan, görmezden gelinen deneyimlerin, yaşantıların
nabzını tutuyor. The Doors ve Jim Morrison da bunun yetkin örneklerinden biri.
Yok sayılan sadece acı değil, bazı hazlar da dışlanıyor, hatta
yasaklanıyor. Sigara mesela.
Tüketim kültürünün ideolojik araçlarından biri paranoya; sigara yasağı onunla
ilgili bir durum. Bu kültürün başlıca özelliklerinden biri korku salarak
tüketime teşvik etmesi. Sigarayla ilgili paranoya, bunun güzel bir örneği.
Diyebilirsiniz ki, “ama insanlar sigarayı satın alıyor”, evet ama, sigara
konusunda yayılan korku sayesinde yeni ürünler üretilip pazarlanıyor. Tüketim
kültürü diyoruz ama, aslında neoliberalizmden bahsediyoruz. Açgözlülük ve kâr
tutkusu üzerine kurulu bu kültür, neoliberalizm olarak anılıyor. Ben ona
“ekonomik faşizm” diyorum. Neoliberalizmin çılgın ideali, tüketicinin tüketim
yoluyla insanlık durumundan muafiyet kazanması, bu muafiyeti satın alması.
İnsanlık durumu dediğimiz şey, ölümlülüğü, acıyı, hüznü, kayıp vermeyi içerir.
Ama bütün bunlarla barışmayı ve onları aşmayı sağlayan hasletleri de barındırır.
The Observer’a verdiğiniz mülakatta şöyle bir bölüm var: “Berger,
hakiki bir bağımlı gibi sigarasını şevkle içiyor. ‘Bir sigara’ diyor, ‘bir nefes
uzamıdır. Bir parantez açar; sigara süresi bir parantezdir, eğer birisiyle
paylaşılıyorsa, iki kişi de aynı parantezdedir. Bir sahnenin perdesi gibidir
sigara, sohbetin perdesini açar.’”
O sözler iflah olmaz bir bağımlı gibi gösteriyor beni. Zevk ve bağımlılık
farklı şeyler. Sigara benim için bir bağımlılık değil, bir zevk. O söyleşiyi
yapan gazeteci sigara içmiyor, bağımlı sözcüğünü kullanması o yüzden herhalde.
Ama size imrenmekten de kendisini alamıyor. Sonraki paragrafta şöyle diyor: “Çok
uzun zamandır ilk defa, ‘keşke sigara içen biri olsaydım’ diye içimden
geçirdim.” (Gülüyor) İstanbul’da insanlar biraraya geldiklerinde,
birlikteliklerini dolu dolu yaşamak istiyorlar. O birlikteliğin, o bir
aradalığın ritüellerinden biri de birlikte sigara içmek. Batı’da seyrek
rastlanan bir durum bu.
‘Ekonomik Faşizm Üzerine Düşünceler’ başlıklı yeni bir kitabınızın
yayınlandığını duyduk.
O bir kitap değil, bir broşür sadece. Tipik bir sokak broşürü.
Neoliberalizme “ekonomik faşizm” demeniz çok yerinde, ama kimilerince
abartılı bulunacaktır herhalde.
Abarttığımı hiç sanmıyorum. Bütün dünyada yoksullar ve yoksulluk olağanüstü
bir hızla artıyor. Bu artışın sebebi doğal kıtlıklar değil, serbest piyasa
mekanizması. Yoksulluk hem nicelik olarak hem de derinlik olarak katlanarak
artıyor. Böyle bir fenomen ortadayken, bunun müsebbibine ekonomik faşizm demenin
neresi abartı? Neoliberalizm ekonomik faşizmdir, zira dışlanan ve yoksulluğa
mahkûm edilen insanlar, piyasacıların zihniyetinde “loser”dır, kaybetmeye
yazgılıdır. Ve dünya sadece galipler için yaratılmıştır. Galiplerin yargısı o
ki, “mağluplar” alt-insanlar. Efendi ırka, üstün ırka mensup değiller. Onun için
neoliberalizm ekonomik ırkçılıktan başka bir şey değil.
‘Kıymetini Bil Herşeyin’de, “evet, başka şeylerin yanı sıra hâlâ
Marksistim” diyorsunuz. Hâlâ Marksist olmanızın sebebi ne?
Kapitalizmin dünyayı cehenneme çevirdiği artık herkesin malûmu. Kapitalizmin,
özellikle günümüzün finansal kapitalizminin felaket üreten süreçleri ortadayken
Marx’ı kim görmezden gelebilir? Marx, kapitalizmin tarihsel sürecinin analizini
yaptı, o analizler hâlâ bugünün kapitalizmine, dünyada olup bitenlere ışık
tutuyor. O analizler, kapitalizme nasıl karşı konacağına dair de yol gösteriyor.
Libération’daki söyleşinizde, düşünce dünyanızın şekillenmesinde
Fransız düşünürlerinin, yazarlarının çok belirleyici bir rolü olduğunu
söylüyorsunuz: Merleau-Ponty, Aragon, Camus, Jacques Brel, Edith Piaf ve Noir
Désir bir filozof, bir şair, bir yazar ve üç müzisyen.
Bir rock şarkıcısı pekâlâ bir filozofla kıyaslanabilir. Aralarında bir
hiyerarşi yok bence, çünkü düşüncelerin, duyguların ya da gözlemlerin ifade
edilmesi arasında hiyerarşik bir fark görmüyorum. Merleau-Ponty’yle Brel veya
Camus’yle Piaf veya Aragon’la Noir Désir arasında o anlamda bir fark yok benim
için.
Zapatista Marcos, sizin kitaplarınızı Chiapas’lı çocuklara okuyormuş.
Öyle mi hakikaten?
Evet, özellikle köylüler hakkında yazdığım üçlemeyi (‘Bir Zamanlar
Europa’da’, ‘Leylâk ve Bayrak’, ‘Domuz Toprak’). Birkaç ay önce Chiapas’taydım,
Marcos’la söyleşiler yaptım, resimlerini çizdim.
Halinde, tavrında en çok dikkatinizi çeken ne oldu?
Olağanüstü bir sesi var, çok müzikal bir ses. Karizması asla bir
politikacının karizması değil. Sesinde zerre otorite tınısı yok. Bir şarkıcının
sesi gibi, bir melodiyi takip eden şarkıcının sesi gibi adeta. İnsanı
rahatlatan, güven veren bir ses. Çok eril bir kişilik, sesi de çok erkeksi,
fakat müthiş anaç bir ses tonu var. İnsanı kucaklayan, sarmalayan, bağrına basan
bir ses.
|