br >
Torunlara mektup
Macahel Vakfı’nın eski başkanlarından Salih Yıldız, orman
mühendisliğinden emekli. İşin hakkını hukukunu da bildiğinden Macahel dergisine
bu konularda bilgilendirici yazılar yazıyor. Fakat kaleminin güzelliğini aynı
derginin bir sayısına yazdığı ‘Torunlarıma Mektup’ adlı yazıda görüyorsunuz
asıl.
Akif Emre, Begüm Mine, Mehmet Gökalp ve daha sonra doğacak torunlarına
hitaben yazdığı yazıda çocukluğunu, çocukluğunun köyünü anlatıyor, bir mühendis
olarak HES’lerin yöresine vereceği zararları, ‘terörist’ damgası yedikleri
mücadele sürecini aktarıyor. Final ise dokunaklı: “Torunlarım, ben Macahel’i
korunmuş olarak doğal yapısıyla bir gelin gibi görüyorum. Sizin çağınızda bu
gelin kocamışsa, dişleri dökülmüşse, saçı yolunmuşsa, ayağı aksamışsa, inanın ki
dedenizin bunda suçu yoktur. Dedeniz mesleği gereği fidanlar yetiştirdi,
fidanlar diktirerek ormanlar kurdu. Dedeniz doğduğu yerin solmasına razı
olabilir mi? Bu konuyu siyaset üstü gördü. Bu husus da böyle biline!”
‘Biz bütün Türkiye’yi orman sanıyorduk’
Camili Çevre Koruma Derneği Başkanı Hasan Yavuz, dört mevsim
Macahel’de yaşayan azınlıktan. Arada bir vadi dışında okuyan çocuklarını
ziyarete gidiyor. Kendisi kayıt zamanını kaçırdığı için yüksekokulu yarıda
bırakmış ama Macahel tedrisatı onu başka türlü eğitmiş. Bir yandan da
pansiyonculuk yapıyor.
“Tanıyanlar, bizim bölge insanları için ‘doğuştan lise mezunu’ diye bir cümle
kurar. Coğrafyamız kötü, doğaya direnç göstermek zorundasın. Kimse kimseden
üstün değildir ama coğrafyanız istemeseniz de sizi mücadeleci yapıyor. Hem
doğayla dostça yaşıyorsunuz, hem onunla savaşıyorsunuz. Gerektiğinde hastanızı
iki metre karı yara yara saatlerce uğraşarak ilçeye götüreceksiniz.
Bu coğrafyada doğduk, arkamız Şavşat, Borçka’nın 30 köyüne gidiyoruz. Oralar
da benzer. Akrabalarımız var, İstanbul’a, Ankara’ya da gidiyoruz. Ama
gittiğimizde de Karadeniz sahilini aşıp otobüsle şehre girişimiz hep geceye denk
geliyor. Biz Türkiye’nin çorak toprakları olduğunu bilmiyorduk ki. Bütün
Türkiye’yi orman sanıyorduk, ormanı korumak ne demek bilmiyorduk. İşte
Türkiye’nin çoraklaşmasını, erozyonu görünce, nasıl kalkınırız diye hesap
yapınca, ormanın gölgesinden kazanalım, gölgesinden istifade edelim istedik.
Havzamızda babalarımızın ektiği meyve ağacı yoktur, hepsi kemikleri bile
kalmayan dedelerimizden. Ağaçlarımız yaşlandı, tazelemedik. Meyve ağaçlarımızı
kesip Erzurum’a odun götürüp sattık. Hukuken orman kesemezsiniz ama meyve ağacı
sizin. Bu da alandaki meyveyi değersizleştirdi.
Tamam, aç değiliz, evlerimiz var, karnımızı doyurabiliriz. Ama biz niye
yoksuluz diye düşündük. Doğadan geçinmeyi öğrenmemiz lazımdı. Türkiye dört-beş
senedir organik tarımı konuşuyor, biz 10 yıl önce konuşmaya başladık. İlaç yok,
kimya yok. Fakat pazara ulaştırmak ekonomik değil, kamyona yükleyecek kadar çok
ürün yok. O zaman turistler gelsin, yerinde görsün. Hem turizm, hem eko-tarımdır
ihtiyacımız olan.
Biz Türkiye’yi fazla bilmiyoruz, Avrupa’yı hiç bilmiyoruz. İnanır mısınız,
İstanbul’da bir slayt gösterisinde vatandaşın teki kalkıp “Bu diaları
İsviçre’de, Alpler’de çekmişsiniz, bize Artvin diye yutturuyorsunuz” dedi.
Kendisi görmüş çünkü İsviçre’yi. Tek farkımız oranın değeri bilinmiş, yatırım
yapılmış. Bize yapılansa işte bu HES’ler...
Babam çok zengin bir insan değildi, istesek buradan en erken göçen de
olabilirdik, ona yetecek parası vardı. Ama fark ettim ki ben İstanbul’da karınca
olurum. Kazandığım yaşamaya gider. E, o zaman köyümde, akrabamla, anamla,
babamla otururum. Sosyal hayat konusunda dezavantajları vardır, kendinle de
kalırsın. Ben sayısız hayalimi anlatabilirim size. Hayatta hiç hayal kurmayan
insanlar var. Zamanında üç gazeteye aboneydim, okumayanı da hor görürdüm. Bugün
canım gazete okumak çekmiyor; kitap okuyorum. Ama 80’lerde okuduğum klasiklerin
tadı gibi olmuyor.”
|