80’lerin başı; Macahel Vadisi’ndeki
altı köy hâlâ elektrik yüzü görmemiş. Öyle dediğim dedik bir coğrafyası var ki
yörenin, dağlar sarp, orman sık, kışları çığ yüksek ihtimal, rüzgâr tel-direk
dinlemiyor ve 2 bin küsur rakımlı geçit yılın büyük kısmı kapalı. Zamanın TEK
memurları ne yapsın... Örneği Türkiye üzerinde muhtemelen yok; Macahel Vadisi’ne
elektrik, bizatihi yamaç boyu belli aralıklarla dizilmiş köylülerin tel rulosunu
bir yanındakine uzatmasıyla, bir tonluk dev direkleri hazırladıkları kalastan
düzenek üzerinden kol gücüyle taşıması sayesinde geliyor. O yamaçları onlar
kadar bilen yok, hangi şehirden gelenin bacak kasları, düz yolda arka arkaya 10
adım hiç atmamış ve de elektrik hasretiyle tutuşan köylününki kadar gelişmiştir
ki...
Vadi dışında yaşayan Macahellilerin çıkardığı, al gülüm ver gülüm esaslı
yerel yayıncılıktan öte, hakiki gazetecilik yapılan Macahel
dergisinden, Kevser Ruhi Uygun’un yazısından öğrendim
Macahel’in elektriğe kavuşma hikâyesini. Ne tesadüftür ki, aynı vadiye yapılması
planlanan sekiz HES (Hidroelektrik santral) ve devletin ‘boşa akan sudan’
elektrik üretme hülyası nedeniyle oradaydım. Doğu Karadeniz’e yapılması
planlanan HES’lerin sayısı 500’ü geçmişken, UNESCO tarafından
tescillenmiş, Türkiye’deki tek ‘Biyosfer Rezerv Alanı’,
Artvin’e bağlı Macahel’in payına da sekiz adet düşmüştü.
Macahel Vakfı, geçen hafta bugün, Türkiye genelinde yanlış
su politikalarına karşı direnen yerel ve ulusal birliklere ev sahipliği yaptı.
İki gün boyunca ‘H2SOS’ başlığında, birlikte hareket etmenin,
sesi yükseltmenin yolları konuşuldu. Doğa Derneği, TEMA, WWF gibi ismi ulusal
ölçekte faaliyet yürüten geniş çaplı sivil toplum örgütlerinden Fındıklı’da dere
başında nöbet tutan köy direnişine kadar, Derelerin Kardeşliği
Platformu, İkizdere Platformu, Allianoi
Girişimi gibi 100’e yakın muhalif oluşum oradaydı.
Kendi kampanyalarını yürütürken bir yandan da mağduriyetlerinin ortak kaynağı
olan zihniyete karşı mücadele etmenin yollarını aradılar. Şu an bu birlikteliğin
ismi üzerinde tartışılıyor; bir yürütme kurulu ve sekretarya oluşacak. Hukuki ve
bilimsel konularda bilgi paylaşımının dışında sivil itaatsizlik modellerini de
değiş tokuş edecekler. Bir araya geliyorlar, çünkü HES’lerin dışında, sulama,
kurutma çalışmalarıyla gölleri kurutulan, yeraltı suları emilenler,
Ilısu-Hasankeyf örneğinde olduğu gibi sorunlu baraj projelerinden türlü
şekillerde zarar görecekler; hepsinin merkezi Devlet Su
İşleri’ne çıkıyor.
Neyin lobisi?
Bir hidroelektrik santrali nedir, yapıldığında ne kazandırır, ne götürür,
maddi bilginiz hiç olmasın. Bir ülkenin, işi sadece çevre ve ormanla ilgilenmek
ve bu konularda politika üretmek olan Çevre ve Orman Bakanı,
“Hidroelektrik santrallerle ilgili lobi faaliyeti var. Özellikle sivil toplum
kuruluşlarını kullanarak lobi faaliyeti yürütüyorlar” diyor, birden memleketin
enerji sorunsalına müdahil oluyorsa, işte orada bir şüphelenmeniz lazım (Kaldı
ki tek başına ‘lobi yapmak’ herhangi bir yeri işaret eder bir itham değil.
Önemli olan ne için lobi yapıldığı... STK’lar zaten lobi yapmak üzere
kurulurlar)... Hidroelektrik santraller muadillerine göre yapıldığı yöreye
görece daha az zarar verdiğinden daha çevreci sayılabilir. Fakat en kapitalist
dört işlemle getiri götürüyü geçemiyorsa, orada da ayrı bir şüphe konusu var
demektir.
Türkiye’ye mahsus su politikalarından söz ediyoruz, hesaba kitaba bu
toplantının yapıldığı Macahel’den başlayalım. Üç yanı Türkiye, bir yanı
Gürcistan dağlarıyla çevrili, altı köyden oluşan vadi, endemik bitki ve
böcekleriyle, saf Kafkas arısı üretimi ve her kovanı ayrı leziz ballarıyla, beş
sene ekilmeyen tarlayı istila edip anında yutan iştahlı ormanlarıyla, her
yanından fışkıran kaynak sularıyla, 200-300 senelik ahşap ev ve serenderleriyle
hakikaten eşi menendi gezegen üzerinde zor bulunacak bir yer.
Hesap zamanı: Nükleer santrale göre daha zararsız olan
HES’lerin yapımı için 4 metre çapındaki tünellerin 1 metresi 30 ton, 5
kilometrelik mesafe ise 150 bin ton hafriyat demek. Bu, 15 ton taşıyan
kamyonların dimdik, engebeli yollarda tam 100 bin sefer yapması anlamına
geliyor. Yapılması düşünülen tünellerin toplam uzunluğu 80 km., kanalların
uzunluğu ise 12 km. Çarpım işlemi size kalmış. Bu harekât için yeni yollar
açılması gerekli, bunun için ağaç kesilmesi şart. Hadi bu kamyon trafiğinin
doğal hayata zararlarını da geçtik diyelim, hafriyat nereye dökülecek? Dere
yataklarına... Zaten tünellerde akacak suyun kuşla, böcekle ilişiği
kesildiğinden denge bozulmuş olacak, bir de üzerine hafriyat...
Sadece Macahel’e düşünülen HES’lerin maliyeti 80 milyon dolar. Nihayetinde
burada üretilecek enerjinin piyasa değeri ne kadar? Yıllık 15 milyon dolar;
Türkiye’nin halihazırda ürettiği yıllık enerjinin yüzde 0.15’i. Binde 1.5 da
diyebiliriz. Sadece verimlilikten gidelim, değiyor mu?
Güzel ideolojili şirket
Macahellilerin 80’lerde köylerine elektrik gelirken işi üstlenmeleri,
yaşadıkları yeri sahiplenmelerinin olduğu kadar, devletle kurdukları özgün
ilişkinin de bir tasviri sanki. 1921’de yapılan referandum sonucunda 12 köy o
zamanki Sovyetler Birliği’ni seçerken, Türkiye’de kalmayı tercih eden bu altı
köyün halkı, babalarının, dedelerinin verdiği oyların mükafatını görmek isterken
hep bir kenarda kalmanın ezikliğini yaşamış daha çok. Kışın 7 metreyi bulabilen
karla, senenin dörtte üçünü ıslatan deli yağmurla mücadele eder gibi biraz kendi
kendilerinin devletlerini yaratmışlar.
Altı ay boyunca yolları kapandığında, birbirlerinin hekimi, öğretmeni,
erzakçısı, dert ortağı olmuşlar. 80’lerde neredeyse tamamı ormancı olan köylüler
aralarında karar alarak toptan bu işi bırakmış. Camili Çevre Koruma
Derneği, Türkiye’nin ilk yerel örgütlenmelerinden. Kendi kendilerini
kalkındırabilmek için Macahel isimli bir anonim şirket kurmuşlar. Birkaç yıl
boyunca kurucu üyelerinin Bağ-Kur primlerini bile ödeyemediği olmuş ama olsun.
Dernek başkanı Hasan Yavuz, “Güzel ideolojisi olan bir şirket
düşün...” diyor, “Hem DİSK gibi köylünün hakkını kollayacak, hem de yatırımcıyı
buraya çekmeye çalışacak...”
Bu ‘güzel ideolojili şirket’, 1997’de yörede arıcılık üzerine çalışan
TEMA’yla ortaklık kurmuş. Eline biraz para geçen, yakındaki
Borçka’dan Sakarya’ya, Ankara’ya, İstanbul’a uzanan bir rotada kış evi açmış
kendisine. Neticede Macahelli yine kendi kaderini tayin etmiş. Mülkiyet
meselesine dair kafa karıştırıcı bir yer Macahel. Dönümlerce uzanan ormanlar,
kâğıt üzerinde hiçbir karşılığı olmasa da yüzyıllardır aileler arasında
paylaştırılmış durumda. Kimse kimsenin ağacına kovan asamaz. Ama bu mülkiyet
paylaşımı, aynı zamanda kimsenin ağaç kesmemesinin de teminatı. “Devletin bilsek
çoktan giderdi” diyor köylüler. Bir yandan, evet, mülkiyet iddiaları var, bir
yandan da kimse, diyelim Düzenli köyüne beş yıldızlı otel yapılsın diye
toprağını satacak gibi görünmüyor. Bir mülkiyet karmaşası da devletin su
kaynakları üzerine projelerinden doğuyor. Dereler, ırmaklar, denizler kimindir?
Türkiye’de kullanım hakkı yerli/ yabancı şirketlere satılmayan kaç dere
kalmıştır?
Bütün bu hesaba kitaba katmadığımız bir şey daha var. Vadi içinde nereye adım
atsanız değişmeyen, pür sessizliğin göbeğine yayılmış su sesi kesildiğinde köylü
ne olacak? Pantolonlarını giymeden evden çıkmış gibi, gözlüklerini komşuda
unutmuş gibi, hayırdır inşallah içlerine sıkıntı oturmuş gibi bir
tuhaflaşacaklar mı?
Macahellilerin çok büyük bir kısmı ve de Türkiye’nin su politikalarından
mağdur koca bir grup insan, kendi kaderlerini tayin için bir araya gelmiş
olabilir. Onlar uğraşırken, üç-beş gönül almaya yelkenleri suya indirenlerin
sayısıyla, devletin insanlarını ne kadar duyacağı önemli bundan sonra. Devletin
mülkiyeti kime ait ki?
Torunlara mektup
Macahel Vakfı’nın eski başkanlarından Salih Yıldız, orman
mühendisliğinden emekli. İşin hakkını hukukunu da bildiğinden Macahel dergisine
bu konularda bilgilendirici yazılar yazıyor. Fakat kaleminin güzelliğini aynı
derginin bir sayısına yazdığı ‘Torunlarıma Mektup’ adlı yazıda görüyorsunuz
asıl.
Akif Emre, Begüm Mine, Mehmet Gökalp ve daha sonra doğacak torunlarına
hitaben yazdığı yazıda çocukluğunu, çocukluğunun köyünü anlatıyor, bir mühendis
olarak HES’lerin yöresine vereceği zararları, ‘terörist’ damgası yedikleri
mücadele sürecini aktarıyor. Final ise dokunaklı: “Torunlarım, ben Macahel’i
korunmuş olarak doğal yapısıyla bir gelin gibi görüyorum. Sizin çağınızda bu
gelin kocamışsa, dişleri dökülmüşse, saçı yolunmuşsa, ayağı aksamışsa, inanın ki
dedenizin bunda suçu yoktur. Dedeniz mesleği gereği fidanlar yetiştirdi,
fidanlar diktirerek ormanlar kurdu. Dedeniz doğduğu yerin solmasına razı
olabilir mi? Bu konuyu siyaset üstü gördü. Bu husus da böyle biline!”
‘Biz bütün Türkiye’yi orman sanıyorduk’
Camili Çevre Koruma Derneği Başkanı Hasan Yavuz, dört mevsim
Macahel’de yaşayan azınlıktan. Arada bir vadi dışında okuyan çocuklarını
ziyarete gidiyor. Kendisi kayıt zamanını kaçırdığı için yüksekokulu yarıda
bırakmış ama Macahel tedrisatı onu başka türlü eğitmiş. Bir yandan da
pansiyonculuk yapıyor.
“Tanıyanlar, bizim bölge insanları için ‘doğuştan lise mezunu’ diye bir cümle
kurar. Coğrafyamız kötü, doğaya direnç göstermek zorundasın. Kimse kimseden
üstün değildir ama coğrafyanız istemeseniz de sizi mücadeleci yapıyor. Hem
doğayla dostça yaşıyorsunuz, hem onunla savaşıyorsunuz. Gerektiğinde hastanızı
iki metre karı yara yara saatlerce uğraşarak ilçeye götüreceksiniz.
Bu coğrafyada doğduk, arkamız Şavşat, Borçka’nın 30 köyüne gidiyoruz. Oralar
da benzer. Akrabalarımız var, İstanbul’a, Ankara’ya da gidiyoruz. Ama
gittiğimizde de Karadeniz sahilini aşıp otobüsle şehre girişimiz hep geceye denk
geliyor. Biz Türkiye’nin çorak toprakları olduğunu bilmiyorduk ki. Bütün
Türkiye’yi orman sanıyorduk, ormanı korumak ne demek bilmiyorduk. İşte
Türkiye’nin çoraklaşmasını, erozyonu görünce, nasıl kalkınırız diye hesap
yapınca, ormanın gölgesinden kazanalım, gölgesinden istifade edelim istedik.
Havzamızda babalarımızın ektiği meyve ağacı yoktur, hepsi kemikleri bile
kalmayan dedelerimizden. Ağaçlarımız yaşlandı, tazelemedik. Meyve ağaçlarımızı
kesip Erzurum’a odun götürüp sattık. Hukuken orman kesemezsiniz ama meyve ağacı
sizin. Bu da alandaki meyveyi değersizleştirdi.
Tamam, aç değiliz, evlerimiz var, karnımızı doyurabiliriz. Ama biz niye
yoksuluz diye düşündük. Doğadan geçinmeyi öğrenmemiz lazımdı. Türkiye dört-beş
senedir organik tarımı konuşuyor, biz 10 yıl önce konuşmaya başladık. İlaç yok,
kimya yok. Fakat pazara ulaştırmak ekonomik değil, kamyona yükleyecek kadar çok
ürün yok. O zaman turistler gelsin, yerinde görsün. Hem turizm, hem eko-tarımdır
ihtiyacımız olan.
Biz Türkiye’yi fazla bilmiyoruz, Avrupa’yı hiç bilmiyoruz. İnanır mısınız,
İstanbul’da bir slayt gösterisinde vatandaşın teki kalkıp “Bu diaları
İsviçre’de, Alpler’de çekmişsiniz, bize Artvin diye yutturuyorsunuz” dedi.
Kendisi görmüş çünkü İsviçre’yi. Tek farkımız oranın değeri bilinmiş, yatırım
yapılmış. Bize yapılansa işte bu HES’ler...
Babam çok zengin bir insan değildi, istesek buradan en erken göçen de
olabilirdik, ona yetecek parası vardı. Ama fark ettim ki ben İstanbul’da karınca
olurum. Kazandığım yaşamaya gider. E, o zaman köyümde, akrabamla, anamla,
babamla otururum. Sosyal hayat konusunda dezavantajları vardır, kendinle de
kalırsın. Ben sayısız hayalimi anlatabilirim size. Hayatta hiç hayal kurmayan
insanlar var. Zamanında üç gazeteye aboneydim, okumayanı da hor görürdüm. Bugün
canım gazete okumak çekmiyor; kitap okuyorum. Ama 80’lerde okuduğum klasiklerin
tadı gibi olmuyor.”