'Kentsel Dönüşüm İmar Rantı...
İstiklal Caddesi Tarihine...
Çingenelerin Son Dansı: Sulukule
Beyoğlu Koruma Amaçlı İmar...
Taksim'de Tiyatroya Yer Yok!
“Rant için Soylulaştırma Operasyonları...
Beyoğlu'nda Neler Oluyor?
Korhan Gümüş: Özgürlükçü Kamu Modeline İhtiyaç Var
Kent ve kentsel dönüşüm üzerine çokça kafa yoran, konu kent ve kentsel dönüşüm olduğunda sıkça görüşlerine başvurulan Mimar-Kent Aktivisti Korhan Gümüş’ten biz de görüş aldık.
Mimar-Kent Aktivisti Korhan Gümüş ile kentsel dönüşüm projelerinde nerede hata yapıldığını, asıl yapılması gerekenin ne olduğunu, Beyoğlu ile birlikte Tarlabaşı, Sulukule, Fener-Balat’da nasıl bir dönüşüm yaşandığını, gri bir kütleye dönüşen Taksim Meydanı’nı konuştuk; İstanbul’un geleceğini masaya yatırdık. Gümüş; kentlerin geleceğini belirleyen liberal ve devletçi modelin artık sonuna gelindiğine ve özgürlükçü bir kamu modeline ihtiyaç olduğuna dikkat çekiyor ve “Farklı fikirlerin özgürlükçü bir şekilde geliştirilebileceği bir model, bu piyasa odaklılığın erozyonunu yaşayan tüm dünyada tartışılıyor. İstanbul bu açıdan biraz geç kaldı. Biz gözümüzü açtığımızda 5366 karşımıza çıktı. 5366’nın ufku belirli; müteahhitlik modeli. Buna hapsolduk” diyor… Kentlerin geleceği için iki farklı senaryo var. Bu iki senaryodan bir tanesi, tamamen piyasaya terk edilmiş bir kent ön görmekte. Kamunun tüm işlevlerden çekildiği ve bu işleri, piyasanın yerine getirdiği bir model. Öteki de kamunun kültür ve sanatla ilgili işler yaptığı bir model. Bence bu iki modelin de sonuna gelindi. Biz bu iki modeli bir karşıtlık içinde algılıyoruz. 19. yüzyıl Pera’sının kültür ve sanat mekânları özel alanlardı; tiyatrolar, sinemalar, kafeler, kitapçılar gibi. Onun karşısına Cumhuriyet, kamu modelini koydu; Atatürk Kültür Merkezi, devletin sanat galerisi, devletin operası, devletin geleneksel sanatı gibi. Bu iki model birbirine karşıt gözüküyor. Ama karşıtlık gerçekte bu iki model arasında değil. Karşıtlık bu iki modelin -liberal ve devletçi modelin- çökmüş olması. Çünkü ne devletin kamusal alanı tek başına belirleme imkânı var, ne de piyasanın, kamunun tamamen çekildiği, ticari bir işlev olarak sanat üretiminin bir meşruluğu kaldı. İkisi de iflas etti. 90’larda kamu modeli çökerken ticari anlamdaki kültür, sanat, mimarlık vesaireyi bize bir gelişme gibi gösterdiler. O da bir fiyasko. Emek Sineması’nı müteahhide verdiğinizde müteahhit oradan gelir elde etmeye çalışacak. Onun mantığı böyle çalışıyor. Biz ne kadar müteahhide dersini öğretmeye çalışıp; bu bir kültür yapısıdır desek de onun mantığı farklı çalışıyor. Sonuçta Emek Sineması bir kamu yapısı; devletin de mantığı yetmiyor. Devlet de “ben burayı nasıl elimde tutarım ve kendi bürokrasimle yönetirim” diyor. Ama bu da işe yaramıyor; Atatürk Kültür Merkezi’nde gördük. AKM bina olarak işlevsiz kalmaktan çok sosyal olarak işlevsiz kalmıştı. Sanat galerisi çökmüştü. Çünkü kötü yönetiliyordu. Bizler hep binalar üzerinden gidiyoruz, -mimarların böyle bir alışkanlığı var-, mekânlar üzerinden konuşuyoruz ama AKM’de gördüğümüz mesele kamunun politikasızlığıdır. Kamunun içine sivil toplumu katma becerisinin olmamasıdır. Taksim Gezisi’nde gördüğümüz de budur. İçine oteller yapıldı, sürekli AVM yapmayı düşündü başbakan. Kamunun da bu konuda politikası yok.
İstanbul’da şu anda en önemli dönüşümün yaşandığı yerler sahiller, en kıymetli yerler. Zorlu’dan başlayalım; 30 senedir orası karayollarının; Ankara’daki bir kurumun kar kazıma araçlarının garajı olarak kullanıldı. Ondan sonra da işlevsiz kaldı. Antrepoları düşünelim; 1958’de İstanbul’un dış ticaretini denetlemek için yapıldı, Ankara tarafından bu karar verildi. O zamanlar da birtakım yolsuzluklar olduğunu biliyoruz. Ve kimse de bunlara itiraz etmedi. Ondan sonra işlevsiz kaldı ve yine kimsenin sesi çıkmadı. Şehrin merkezindeki en değerli alan balık tutmak için bile kullanılamadı ve yine kimsenin sesi çıkmadı. Demek ki kamunun bunları muhafaza etmesi yetmiyor. Kamu işlevinde bir problem var. Tersaneler de öyle. Tersaneler çok sudan gerekçelerle kapatıldı. Haliç Tersanesi, prototip geliştirme atölyesi olabilirdi; endüstriyel yenilik tasarımı gibi eğitim alanında, gelişim açısından büyük enerji verebilecek bir yerdi. Haliç Havzası’nda tüm endüstriyel tesisler bir kör yaklaşımla yıkıldı. Ve oradaki insanlar, kültür mirası yok oluyor diye itiraz etti. Bu da çok önemli ama esas insani miras yok oldu. Bütün küçük üretim, Tarihi Yarımada bu şekilde sürekli baltalandı. Demek ki dönüştürücü bir kabiliyeti yok. Kamu ya hiç kontrolsüz piyasaya terk edip öylece seyrediyor ya da onun yerine geçmeye çalışıp kendi hayalindeki şeyi gerçekleştirmeye çabalıyor yöneticiler. Tarihi Yarımada planlarını alıp okuyun bir komedi senaryosu gibi; sokağında şerbetçiler dolaşacakmış, ebru, hat sanatı gibi şeyler küçük üretimin zarar vermeyen çeşitleri olacakmış. Bunların hepsi miadını doldurdu, hangi dünyada yaşıyoruz? Dolayısıyla bu ikili yaklaşım içinde bakamayız artık; kamuya kamu, piyasaya da piyasa gözüyle bakmamız mümkün değil. Dünyanın her yerinde karma bütçe kullanabilen, Ankara tarafından askıya alınmayan bir kent yönetimi fikri var. Newyork, Paris, Londra’da da bu böyle. 30-40 yıldır bu krize cevap aranıyor. İstanbul bu krizi geçiştirdi; Haliç’i de yıkarak. Bu Neoliberal bir müdahale gibi gözükse de aslında son derece eski bir model. Orayı yeşil alan, park yapacağım dediler. İlk belediye kurulduğu zaman da orayı park yapmıştı; aklına başka bir şey gelmedi. Bölgesel bir kalkınma nasıl sağlanabilir, küçük üretimin yaratıcı endüstriye dönüşümüyle ilgili adımlar atılabilir mi gibi konular belediyenin gündemine gelmedi. 1857’de 6. Daire kurulduğunda ilk yaptığı şey Tepebaşı’nda eski mezarlığı park yapmaktı. Dalan’ın da aklına yeşil alan diye tanımsız, böbrek biçiminde beton yolları olan bir şey yapmak geldi. Burada bir kriz var ve kriz iki taraflı; sadece piyasa aktörlerinde değil. Bu modelin sonuna gelindiğine göre, dünya bununla baş etmenin yollarını arıyor. Ekolojik kriz de bunun göstergesi, İstanbul’da başlayan kriz de bunun göstergesi.
Kamunun yönetim krizi var, bu çok açık. Buna bir çare, bir model arıyorlar. Ayrışmış kamu fikrine göre her bir işlev ayrıydı; ulaşım, çevre, kültür, sosyal konular vs... Bunlar 19. yüzyılda, modernleşme hareketinin başında, sorgulayıcı uzmanlık dilleri ortaya çıktığında iş görüyordu. Mevcut bir kent vardı ve onu kesip biçiyor, düzenliyorlardı. Şimdi temsil alanı çok genişledi, eskisi gibi değil; toplum her an iletişim içinde. Bu yüzden üstten bakan bu model artık çalışmıyor. Şehir ölçeğinde farklı işlevleri yan yana getirebilen, önceliklerin ortadan kalkmasını değil önceliklerin gelişmesini sağlayarak yan yana getiren yeni bir özgürlükçü kamu modeline ihtiyaç var. Dünyada da denenmekte olan bu. Duyarlılıkların, önceliklerin, kabiliyetlerin, yaratıcılığın teşvik edileceği anonim bir kamu fikrinden öznellikleri kapsayan bir kamu fikrine doğru gidiş; bu çok önemli. Günümüzde sosyal araştırmalar da öznellik konusunu içeriyor. İlişkisel bir bakış da getiriyor. Sadece tarih veya sosyoloji alanında değil; şehir gibi karmaşık bir olayı insanlar sorguluyorlar. Sorgularken kendi kullandıkları araçları da sorgulamış oluyorlar. Bilme biçimi açısından da bir değişiklik yaratıyor. İstanbul da bu tür gelişmelere gebe. Keşke yerel seçimler bu açıdan sadece aday seçmek için değil, aynı zamanda bu sistemi güncellemek için de bir fırsat olsa. Bunun için yapmaya çalıştığımız şeyler var. Ama daha fazla öne çıkarmamız lazım. Bu sistemden beslenen insanların bunu tartışma imkânı yok. UNESCO süreci çok iyi bir fırsat olabilirdi ama UNESCO’yu sadece bir restorasyon meselesi olarak gördük. Tarihi Yarımada ne kadar küçük bir yer de olsa tüm karmaşıklığıyla kentsel bir bütün. Tüm bu açılardan kamusal alanın genişletilmesi için çok iyi bir fırsattı. Ama restorasyon sektörü tarafından UNESCO meselesi geçiştirildi. Onun alanıymış gibi gösterildi. Onlar da buna cevap veremediler çünkü öyle bir deneyimleri yok. Surlara kötü restorasyon yapıldığı eleştirildi. Mesele bu kadar basit değil; çok daha karmaşık sosyal, siyasal problemlerden söz ediyoruz. Bunu restorasyon problemine indirgemek kente haksızlıktır. Uzmanlık bu değildir; uzmanlık bu karmaşayı anlayabilmektir. UNESCO süreci üstü örtülen bir süreçtir. Birleşmiş Milletler’in tüm toplantılarına sivil toplum katılımı söz konusudur. Ayrı bağımsız izleme süreçleri vardır. UNESCO bu formatta olmasına rağmen, Türkiye’de izleme ve katılım süreci basitçe bürokratik bir oligarşinin kendi içerisinde hesaplaşmasına indirgendi. Bu yüzden kamuoyu meseleyi anlayamadı. Siyasetçiler çok kolay şekilde manipüle edebilir hale geldiler. Katılım meselesi, kentsel dönüşümde insanların yerlerinden edilmemesi, bölgesel gelişmenin kültür mirası korunarak sürdürülebilmesi İstanbul için can alıcı, hayati konulardır. UNESCO meselesi kaçırılmış bir fırsattır. Siyasetçiler genellikle orta sınıf tembelliğine sahiptirler. Yenilikten ziyade inşaatla yapacakları şeyi ya da önlerine çıkan fırsatı değerlendirmek isterler. Öyle bakarsak Venedik’te de belediye başkanının Arsenal gibi en büyük endüstriyel alanını rezidansa, kongre merkezine, alışveriş merkezine açması lazım. Siyasi mesele daha derindedir; kenti nasıl yaşatabilirim, nasıl zenginleştirebilirim konusudur. Dolayısıyla Venedik orayı bir merkez haline getiriyor ve ölmekte olan küçücük bir kent turizm baskısına direniyor. Bizde ise bu iyi bir şeymiş gibi anlatılıyor. Tarihi Yarımada bu şekilde öldü. Bugün Adalar o şekilde can çekişiyor. Turizmi baş tacı yapıyoruz. Turizm, inşaat… Bunlar çıkar amaçlı konulardır. Kentleri yaşatan bu çıkar gruplarının ufku değildir. Müteahhitlerin ufku değildir. Onlar çok önemli bir iş yaparlar, onlara düşmanlık beslemiyorum. Fakat öyle bir şey yetmez. Kentin ufku fikirle, düşünceyle olur. Mimarlık düşünce üretim faaliyetidir, inşaat faaliyeti değildir. Bu yeni durum 40 yıl önce ortaya çıktı. Biz uzatmaları oynuyoruz. Neoklasik kamu modelini koruyup yeniden üreterek halkı kandırıyor aydınlar. Yeniliklerin temsilcisi olmaları gerekirken Türkiye’de asıl statükoyu aydınlar temsil ediyor. Bu yüzden Sulukule projesinde karşımıza çıkan meşhur mimarlar statükoyu temsil ettiler, yeniliği değil. Tarlabaşı’nda görev alan mimarlar da, yeniliği temsil etmek şöyle dursun müteahhide, spekülatöre hizmet ederiz diye karşımıza çıktılar. Mimarlık bu değildir; kendi mesleklerine ihanet etmiş oldular. Çünkü yenilik üretmek onlardan beklenir. Türkiye’de yenilik üretmesi gereken sınıf statükoyu temsil ediyor. Vatandaşların ufkunu genişletip, kamusal alanı zenginleştirecek olan entelektüel üretimdir. Türkiye’de çıkar sahipleri ile mimarlar birlikte çalışıyor. Bunu da matah bir şey gibi kabul ediyorlar. Çünkü o zenginlikten pay alıyorlar, birlikte yağmalıyorlar. Av sahası var ve ava birlikte gidiyorlar. Hâlbuki halk ile ilişki kurmaları lazım. Mimarlık para ile olacak bir iş değildir. Sanat da öyle… İstanbul’da insanların daha rahat şekilde yaşaması lazım, ulaşım sorunlarının olmaması lazım. Şehir hem bu kadar zenginlik üretiyor hem de sorunlarını çözemiyor. 19. yüzyıl ortalarından itibaren bakarsanız; kentin nüfusu 2.5-3 kat artıyor, fakat ulaşım sorunu giderek kolaylaşıyor. Şehirde büyük bir ulaşımsızlık varken geleneksel üretim ilişkileri içinde, birden tarifeli seferler ortaya çıkıyor, enerji konusunda büyük bir sıçrama oluyor. Şehir halkı mutlu olmaya başlıyor. Dolayısıyla bu sorunlar, modernleşmenin getirdiği sorunlar şeklinde açıklayamayız. Bu sorunlar, piyasaya terk edilmiş bir şehrin görüntüsü; şehir bir enkaz haline geldi. Çözüm diye yapılan her şey bir sorun. Mesela TOKİ konutları bir şehir oluşturamaz. Bunların hepsinin çöp olduğunu açıkça söylememiz lazım. TOKİ’ye “ne kadar çok konut üretmişsin, ne kadar iyi” diyen aydın bir kesimimiz var. TOKİ’ye çöp ürettiğine dair ayna tutacak birileri yok. Kimse onu eleştirmiyor. Basitçe bir siyasi probleme indirgiyorlar. TOKİ bir kamu kuruluşu. TOKİ’nin kent üretiminde nasıl işbirliği yapacağını ciddi bir şekilde tartışmamız lazım. Böyle bir kamu mekanizması dünyanın her tarafında var. Burada kamu politikalarının çökmüş olduğunu görmekteyiz.
Entelektüel kesim görevini yapmıyorsa, statükoyu temsil ediyor ve bu sistemi sorgulamıyorsa tepki halktan geliyor. Taksim için bile milyonlarca kişi harekete geçti. O meselenin ortaya koyduğu sorun hala kapanmadı. Türkiye’de bir an önce siyasi bir alternatif ortaya çıksa ve halka bunu anlatabilse, halka şiddet uygulamasa... Muhalefetin, iktidardan daha az şiddet üretmesi gerekiyor. Kültür mirası adı altında halka yalan söylenmese. Çünkü halk korumadan, kültür mirasından söz edenlerin aslında kendisine işkence yapıp zorluk çıkaranlar olduğunu biliyor. Aydın kesimi o şiddetten vazgeçse muazzam bir potansiyel ortaya çıkar ve siyaset yenilenir. Sistemi yenileyen sadece doğal afetler, insanların yaşadığı ekonomik kriz, savaşlar değildir. Bunlar insanların meseleleri sorgulamasına yol açar; ancak esas karşılaştığımız çetrefilli sorunlarla baş etme donanımını sağlayan ve kalıcı olan bilgidir. Sorunlarla başa çıkmak bağımsız bir düşünce ve çoklu bir ortam gerektirir. Örneğin; Sulukule’de diğer alternatifler neydi? İngiltere’den gelen London College Üniversitesi bunu gösterdi. İstihdam yapısını analizle giriştiler işe. Belediye o sırada projeyi yapmamıştı bile. Projeyi yaptıktan sonra eleştirmek kolay. Kiracılar burada yaşayamıyor, halk buradan gidiyor demek sonuçları görmektir. Bunu yapmak da onurlu bir şeydir. Bu şiddetin sonuçlarını da görüp analiz etmek lazım. Ama baştan şiddetin geleceğini görmek gerek. London College Üniversitesi’nden gelen insanlar gönüllü olarak, bir çıkarları olmadan bu işi yaptılar. Sulukule’de ekonomik bir kırılma yaratmadan insanların yaşam çevresinin iyileşebileceğini çok boyutlu bir çalışma yaparak gösterdiler. Bu tip çalışmalara ihtiyaç var. O sırada Türkiye’de, üniversitede görev almış insanlar ne yapıyordu? Onlar Sulukule’de halkla ilişki kurmadan villa gibi yapılar tasarladılar. İçinde hobi salonu olan, altında iki araçlık garajı olan... İnsanlara şiddet uygulamayı peşinen kabul etmişlerdi. Sorun buradan başlıyor. Oradaki insanların elinden tutsalardı ve insanlar dirençli hale gelselerdi oraya Fatih Belediyesi dokunamazdı. Ben bunu gözümle gördüm; belediye köşeye sıkıştı. Avrupa Parlamentosu’na gittik, Avrupa İskan Fonu destek vermeyi kabul etti. Projeyi, Kültür Başkenti Programı’na kavga ede ede koydurduk. İstense engellenebilirdi. Ama bir de bakıyoruz ki tüm o kapasite, çıkarlar doğrultusunda “kendime nasıl bir pay çıkarabilirim?” meselesine dönüyor. Sonuçta da geriye cılız bir itiraz kalıyor. Kentsel dönüşüm projeleri ile birlikte İstiklal Caddesi’nde kira fiyatları çok arttı. Kimse burada oturamaz hale geldi. Şiddetle değil ama ekonomik zorluklar sebebiyle insanlar taşınıyor. En düşük kira potansiyelini belediye yok etti. Burada yoksullara yer yok dedi. Tarlabaşı projesinde de adım adım piyasaya teslim oluşu görüyoruz. Belediye bunu kolaylaştırdı. Venedik Belediye’si ne yapıyorsa tam tersini yaptı. Venedik, insanlar kenti terk etmesin diye uğraşıyor; zenginler gelip buradan ev almasın diye ilan veriyor. Onların da duyarlı insanlar olduğunu düşünüyor. Burada ise belediye aracılık ediyor, komisyoncu gibi satıyor her yeri. Ve bunu başarı olarak görüyor. Onun kafasında turizm böyle bir şey. Bu at gözlüğü ile bakmaktır dünyaya. Burada bir körlük var. Bu körlüğün sonuçlarını halk öder. Hep birlikte görürüz; buradan bir başarı hikâyesi çıkmayacağı çok belli.
Neoliberal sistemin ilk işareti piyasalaşmaya karşı, entelektüel çevrede bir direnç ortaya çıktı. Bir taraftan çok sayıda STK kuruldu. Bunların içerisinde hem siyasi konularda fikir üreten STK’lar hem de kültür alanında üretim yapan STK’lar var. Kamu bunu desteklemediği için bunların hepsi filantropik (hayırseverlik) alana doğru kaydı. Türkiye’deki popülist siyaset, entelektüel üretimi zenginlerin uğraşı gibi göstermek için, kendi özgür keyfiyetini korumak için, istediği projeleri yapabilmek için entelektüel sorgu alanını tamamen özel alana izole etti. Bu yüzden biz bu İstanbul Bienali, İstanbul Festivali gibi etkinlikleri olumlu bir gelişme gibi gördük. Bu faaliyetlerin belediyeyle bir alakası yok; belediye İSMEK kursları yapıyor, Tarihi Yarımada planları yapıyor, semt konakları yapıyor, buralarda halka biçki, nakış, dikiş öğretiyor. Belediyenin böyle bir gayreti var. Böyle bir potansiyel varken kültür ve sanat tamamen kamu hayatından tamamen çekildi. Özel alana izole oldu ve biz de bunu önemli bir gelişme olarak gördük; ne güzel sermaye yatırım yapıyor, devlet gölge etmesin başka ihsan istemez dedik. Tepebaşı’nda ip koptu; Suna-İnan Kıraç Vakfı, o büyük konser salonunu yapmak istediğinde bunun gerçekleşebileceğini ve kamunun da buna destek olacağını zannetti. Kamu ona çok komik tekliflerde bulundu; sen buradaki otoparkı işletmek istiyorsun gibi çok küçük hesaplarla karşı çıktı. Ve orayı otopark olarak kullandı; kamunun orayı otopark olarak kullanması şehircilik açısından bir faciadır. Eğer üniversite hocaları şehircilikten çok iyi anlıyorsa, arabalarını oraya park etmemeliler. Bana da neden oraya park etmediğimi sordular. Kentin en değerli mekânını otopark olarak kullandılar ki bunlar şehri planlayan hocalar. Demek ki burada bir zekâ problemi var. Belediye sanki bir test yapıyor kim şehircilikten anlamıyor diye. Entelektüel üretim ile kamusal faaliyetler arasında bir kopukluk var; onlara da bir parmak bal verince işlerini yaptıklarını zannediyorlar. Tarihi Yarımada’nın alan yönetim planını hazırladılar, belediye onu uygulayacakmış. Alan yönetim planı böyle bir şey midir? Zaten her an uygulama ile iç içedir. Oradaki insanları bilgilendirir ve onları işin içine katar. Böyle bir reçete değildir. Alan yönetim planını bile anlamadılar bunu hazırlayan kişiler. Alan yönetim planı tam da bu seksiyonlaşmaya, kamu zekâsının bu şekilde ayrıştırılmasına karşı ilişkisel bir bakış sağlayan bir ilaçtır. Hazır elimizde Yenikapı’da bir fırsat da var; büyük bir transfer merkezi yapılıyor. Hiç olmazsa orada bir mikro bölgeleme yapılabilir ya da kara surları için bir çalışma yapılabilir. Bu potansiyeli yaratmak için biz çırpındık. UNESCO meselesini gasp eden insanlar bunu özellikle kapatıp teknik bir iş gibi gösterdiler, bir restorasyon işi gibi. Bu yüzden halk bir şey anlamadı. Bu kültür alanında yapılanların halktan yalıtılması meselenin örtülüp gizlenmesini sağlıyor. Kültür çalışmalarındaki geri çekilme önceden belliydi. Çünkü piyasaya teslim olursanız bu şirketler para kazanacak. Kültür ve halkla direnmek gibi bir amaçları yok. Büyük kentsel dönüşüm projeleri yapan şirketler, şan ve şeref için reklam amaçlı küçücük bir bütçe ayırarak Beyoğlu vitrininde gözükmek istediler. Ama bu sürdürülebilir olmadı. Tıpkı 19. yüzyıl piyasa aktörlerinde olduğu gibi. Çünkü burada bir potansiyel güç var. Burası insanların sanatla uğraştığı o eski boş mekânlar değil artık. Eskiden sanatçılar bu yüzden gelirdi; ucuz atölyeler için. Rumlardan kalma mekânlara el koyup onları kendi özel atölyelerine dönüştürürlerdi. Şimdi öyle değil. Uluslararası sermaye ve kent merkezinde değerli bir boşluk olarak gözüyor burası. Kültürü de itelemeye başladılar. Çükü onun da para anlamında bir getirisi yok. İKSV Deniz Palas’ı daha yeni yaptı. Otel olarak daha değerli olacağını fark edince, gidip daha ucuz bir yerden başka bir bina alıp değiş tokuşta kar edeceğini düşündü. Piyasa aktörlerinin kafası böyle çalışır. Emek Sineması’nın yıkılması da öyle. Birtakım değişiklikler yapılabilirdi projede ya da yıkılabilirdi de; biz ön yargılarla hareket etmeyelim. Ama müteahhit tarafından bu kararların verilmesi ve onun mantığı ile biçimlenmesi kente yapılan bir haksızlıktır, ayıptır bu. AKM için de aynı şey geçerli. Bu yüzden bir çözüm bulunamıyor. Düşünelim, bir fikir üretelim ve bunu gerçekleştirecek aletlerimiz olsun diyen yok. Çünkü sadece düşünce ve fikirden değil bu aletlerden de yoksunuz. Karma bir bütçe kullanarak kenti geliştirecek şeyden yoksunuz.
Halkın ne istediği sorulmuyor. Bu da önemli bir sorun, değil mi? Sadece inşaatı yapmakla olmuyor. İnşaatı yaparsınız ancak kullanamazsınız. Önce program geliştirilmeli. Bunu yapmadığımızdan dolayı tüm bu kültür vadisi, geriye kalan enkaz, sadece özel sektöre devredildi. En son stadyum yıkıldı ve tamamen piyasa mantığı ile dönüşüyor. Böyle bir şey olamaz. Burası bir kamu mekânı. Beyoğlu’nda bulunan özel şirkete ait bir binanın otel olmasını anlayabiliyorum. Zaten onlar piyasa aktörü. Fakat kamuya ne oluyor? O da piyasa mantığı ile değişiyor. Nefes alacak hiçbir yer kalmıyor. Örneğin; Roma Bahçesi, Beyoğlu’ndaki tek yeşil alan. Buraya dört kez inşaat yapmaya çalıştılar. Burasının korunması lazım. Herkes ilk önce oraya inşaat yapmaya çalışıyor. Buna üniversite de dahil. Her yer inşaat olursa herkes kazanacak değil; herkes kaybeder. Örneğin; arkeolojik kalıntının olduğu bir yerde -Satyros Manastırı’nın olduğu yerde- Alessandra Ricci ile bir arkeolojik alan çalışması yaptık. O sayede oradaki insanlar daha yaşanabilir bir çevre olabileceğini fark ettiler ve inşaat yapılmasını engellediler. İki-üç sene süren bu çalışmada gönüllü insanlar çalıştı. Eskiden Sema Behice Hoca oraya Bizans Sarayı derdi. Sonra kazılarda anlaşıldı ki burada aslında bir manastır var. En büyük arkeolojik kazılardan bir tanesidir. Bir hocanın kafasına takması ile başlayan, tamamen gönüllü insanların yürüttüğü bu çalışmada; imam, muhtar da dahil halk ile ilişki kurma fırsatımız oldu. Orada inşaat yapılması isteniyordu; İş Bankası iki parseli satmıştı ve Belediye imara açmıştı. İnsanlar bunu engellediler. O iki parsel İş Bankası tarafından projeye bağışlandı ve orada küçük bir müze açıldı. Kullanım ilişkileri çıkmaya başladı. Gördük ki oradaki halk aslında inşaat yapılmasını istemiyor. Cihangir’deki insanlar da Roma Bahçesi’ne inşaat yapılmasını istemiyor. Evet, Taksim Meydanı dev bir gri kütleye dönüştü. Kimse tam olarak ne olacağını bilmiyor. Proje yapılırken ne olacağı bilinmez mi? Proje denen şey önceden tespit etme faaliyetidir. Proje uygulama aşamasında yapılmaz. Buna kentin rekreasyon alanı diye bakmak gerekir. Emek Sineması’na kadar gelmek lazım. Nasıl yönetilecek ve nasıl destek alınılabilir konusuna bakılması lazım. Belediyenin böyle bir ufkunun olması lazım. Ufuk olmadığı için sadece ihale gözüyle bakılıyor. Ulaşım projesi diye o tüneli yaptılar. O tünelin faydası yok zararı var. Bu kadar zorluk para harcamadan da yapılabilirdi. Sadece inip çıkıyorsunuz tünelle. İnsanları zorluyorsunuz. Bu traji komik bir olaydır. Buna mizah yoluyla cevap verebilirim. Çünkü belediye de bilmiyor ne yapılacağını. Sorunu kendisi yarattı. Beton olarak kalsa belki daha iyi olur. Müdahale ettikçe daha da kötü olacak. Onun üzerine bu sefer lale desenleri falsan koymaya çalışıyorlar. Belediyenin web sitesinde gördüm. Onlar daha da komik. Hiç olmazsa beton olarak kalırsa insanlar der ki; belediye bir aptallık yapmıştı onun enkazı bu. Üzerine süslemeler yapıp halka beğendirmeye çalışacaklar. O projeyi yapan mimar ben kazandım diyor; şunu sormamız lazım: Nasıl kazandı? Alternatifleri nelerdi? Projenin mimarı Sabah Gazetesi’nde demeç verdi. İhaleyle üç yerden teklif getir, sana verelim gibi bir şey bu. Kazandığı doğru olsun; peki kazanamayan fikirler nelerdi? Ulaşım projesi yapan insanlar bizi şiddetle susturmaya çalıştılar. Tartışalım diyoruz; siz ne anlarsınız kavşak çözümünden, bu teknik bir iştir diye cevap veriyorlar. Tanrı gibi bize yukardan buyuruyorlar. Kent merkezinde başka çözüm bulunabilir. New York’ta artık tünel yapılmıyor. Daha konforlu yaya yolları açılıyor. Başka alternatifler var. Trafik kısıtlanabilir, otopark alanları değişebilir, metro çıkışının yeri değiştirilebilir. Bu şapşallık ve aptallıkla akıl yoluyla mücadele etmek neredeyse imkânsız. Taksim’deki ulaşım projesini yapan mimar ve mühendislerin fikirlerini değerli buluyorum ama alternatifini de merak ediyorum. Niye kendi fikirlerini şiddetle bize empoze ediyorlar? Fikirler değerlidir; ancak o diyor ki iktidar gücünü arkama aldım ve ben bunu zorla da olsa yaparım. Burada etik bir sorun var. Hortum Süleyman da eşcinselleri Beyoğlu’ndan uzaklaştırmak için insanlara işkence yaparak bir düzenleme yapmaya çalışmıştı. Bu model devam ediyor. Taksim projesi onun tarafından yapılmıştır. Bu yeniliği getiren Hortum Süleyman’dır. Fener-Balat’ta neler oluyor? Avrupa Komisyonu ile yapılan Fener-Balat Projesi, pilot uygulama olarak bir fırsat olabilirdi. Bu pilot uygulamanın deneyim yaratma imkânı vardı. O projede de gördüğümüz gibi kentsel karmaşık bütünü sadece restorasyon problematiğine indirgeyemeyiz. Avrupa Komisyonu’nun Habitat’taki o sivil toplum dinanizmini görerek geliştirdiği projenin içinde; sosyal merkez, kadın-çocuk çalışmaları, esnafla ilgili çalışmalar vardı. Projenin üretimine katılım vardı, sadece müteahhide terk edilmiş değildi. Bugünkü projelerde Tarlabaşı’nda da olduğu gibi doğrudan doğruya müteahhide terk edilmişlik var. Şu an burada ne olup bittiğini kimse bilmiyor. İstanbul’a örnek teşkil edecek uygulamalardır bunlar. Önce Avrupa Komisyonu ile birlikte yürütülen, ardından UNESCO projesine varan. O da STK’ların sayesinde oldu. Gönüllü olarak yıllarca uğraştılar, Habitat’ı kurtardılar. Bileşmiş Milletler ve Avrupa Komisyonu bunun somutlaşmasını istedi. Ama onun üzerine sünger çektik ve ne olduğunu kimse bilmedi. Mahkemeyi kaybettiklerini duyduk. O projede hatanın nerede olduğu tartışılmalıydı. Kamuoyunda bunu izleyip anlatan kimse yok. Fatih Belediyesi, bu projeyle birlikte adım atabilmek için hemen aynı şirkete Tarlabaşı projesini de verdi. Bu projedeki mimarlara küçük esnafın ne olacağını soruyorum; kendilerini ilgilendirmediğini söylüyorlar. Proje açık uçlu bir süreçtir. Projeyi müteahhitle yapıyorum demek bir suçtur. Müteahhit anlamaz ki. Kamusal konular siyasi olaylardır. Küçük üretim mi dönüşecek, kadınlara yönelik program mı olacak, istihdam dışı kalmış grup için eğitim programımı olacak; bunu müteahhide nasıl bırakırsınız? Bu projenin hep sonuçları üzerinden konuşuyoruz. Böyle konuşulmaz. Esas konuşulması gereken eylemsel olarak kamu ne yapıyor? Nasıl bu projeyi geliştirmesi gerekir? Meslek kuruluşlarının bunu konuşması gerekir. Burada bir eksiklik var, üniversitelerin bunu tartışması lazım. Mimarlık bürolarından bekleyemeyiz bunu. Onlar piyasa kuruluşlarıdır. Kamu işlevini yerine getirecek bağımsız kurumların, STK’ların tartışmaya ihtiyacı var. Galiba bundan sonra böyle olacak. Gezi olaylarından sonra örgütlenme hissediyorum. Biz hep kentsel dönüşüme mekânsal dönüşüm olarak baktık. Şimdi sosyal bir mesele olduğu ortaya çıktı. Siyasi bir kıpırdanma da görüyorum, çünkü konuya ilgi göstermeye başladı siyasetçiler. Muhalefetin de oluşacağını düşünüyorum. Ayrıca kamusalın üzerine düşünmemiz gerekiyor. Bu işin çözümü var; bunu göstermenin zamanı geldi. |