Lütfen Tarayıcı Sürümünüzü Yükseltiniz.

Korhan Gümüş: Özgürlükçü Kamu Modeline İhtiyaç Var

Kent ve kentsel dönüşüm üzerine çokça kafa yoran, konu kent ve kentsel dönüşüm olduğunda sıkça görüşlerine başvurulan Mimar-Kent Aktivisti Korhan Gümüş’ten biz de görüş aldık.

Korhan Gümüş: Özgürlükçü Kamu Modeline İhtiyaç Var

Mimar-Kent Aktivisti Korhan Gümüş ile kentsel dönüşüm projelerinde nerede hata yapıldığını, asıl yapılması gerekenin ne olduğunu, Beyoğlu ile birlikte Tarlabaşı, Sulukule, Fener-Balat’da nasıl bir dönüşüm yaşandığını, gri bir kütleye dönüşen Taksim Meydanı’nı konuştuk; İstanbul’un geleceğini masaya yatırdık. Gümüş; kentlerin geleceğini belirleyen liberal ve devletçi modelin artık sonuna gelindiğine ve özgürlükçü bir kamu modeline ihtiyaç olduğuna dikkat çekiyor ve “Farklı fikirlerin özgürlükçü bir şekilde geliştirilebileceği bir model, bu piyasa odaklılığın erozyonunu yaşayan tüm dünyada tartışılıyor. İstanbul bu açıdan biraz geç kaldı. Biz gözümüzü açtığımızda 5366 karşımıza çıktı. 5366’nın ufku belirli; müteahhitlik modeli. Buna hapsolduk” diyor…

Kentsel dönüşüm projelerinde en önemli sıkıntı nedir, en büyük çıkmaz nerede sizce? Kentlerin geleceği nasıl planlanmalı?

Kentlerin geleceği için iki farklı senaryo var. Bu iki senaryodan bir tanesi, tamamen piyasaya terk edilmiş bir kent ön görmekte. Kamunun tüm işlevlerden çekildiği ve bu işleri, piyasanın yerine getirdiği bir model. Öteki de kamunun kültür ve sanatla ilgili işler yaptığı bir model. Bence bu iki modelin de sonuna gelindi. Biz bu iki modeli bir karşıtlık içinde algılıyoruz. 19. yüzyıl Pera’sının kültür ve sanat mekânları özel alanlardı; tiyatrolar, sinemalar, kafeler, kitapçılar gibi. Onun karşısına Cumhuriyet, kamu modelini koydu; Atatürk Kültür Merkezi, devletin sanat galerisi, devletin operası, devletin geleneksel sanatı gibi. Bu iki model birbirine karşıt gözüküyor. Ama karşıtlık gerçekte bu iki model arasında değil. Karşıtlık bu iki modelin -liberal ve devletçi modelin- çökmüş olması. Çünkü ne devletin kamusal alanı tek başına belirleme imkânı var, ne de piyasanın, kamunun tamamen çekildiği, ticari bir işlev olarak sanat üretiminin bir meşruluğu kaldı. İkisi de iflas etti. 90’larda kamu modeli çökerken ticari anlamdaki kültür, sanat, mimarlık vesaireyi bize bir gelişme gibi gösterdiler. O da bir fiyasko. Emek Sineması’nı müteahhide verdiğinizde müteahhit oradan gelir elde etmeye çalışacak. Onun mantığı böyle çalışıyor. Biz ne kadar müteahhide dersini öğretmeye çalışıp; bu bir kültür yapısıdır desek de onun mantığı farklı çalışıyor. Sonuçta Emek Sineması bir kamu yapısı; devletin de mantığı yetmiyor. Devlet de “ben burayı nasıl elimde tutarım ve kendi bürokrasimle yönetirim” diyor. Ama bu da işe yaramıyor; Atatürk Kültür Merkezi’nde gördük. AKM bina olarak işlevsiz kalmaktan çok sosyal olarak işlevsiz kalmıştı. Sanat galerisi çökmüştü. Çünkü kötü yönetiliyordu. Bizler hep binalar üzerinden gidiyoruz, -mimarların böyle bir alışkanlığı var-, mekânlar üzerinden konuşuyoruz ama AKM’de gördüğümüz mesele kamunun politikasızlığıdır. Kamunun içine sivil toplumu katma becerisinin olmamasıdır. Taksim Gezisi’nde gördüğümüz de budur. İçine oteller yapıldı, sürekli AVM yapmayı düşündü başbakan. Kamunun da bu konuda politikası yok.



Kamuya düşen görev nedir, ne yapması gerekiyor kamunun?

İstanbul’da şu anda en önemli dönüşümün yaşandığı yerler sahiller, en kıymetli yerler. Zorlu’dan başlayalım; 30 senedir orası karayollarının; Ankara’daki bir kurumun kar kazıma araçlarının garajı olarak kullanıldı. Ondan sonra da işlevsiz kaldı. Antrepoları düşünelim; 1958’de İstanbul’un dış ticaretini denetlemek için yapıldı, Ankara tarafından bu karar verildi. O zamanlar da birtakım yolsuzluklar olduğunu biliyoruz. Ve kimse de bunlara itiraz etmedi. Ondan sonra işlevsiz kaldı ve yine kimsenin sesi çıkmadı. Şehrin merkezindeki en değerli alan balık tutmak için bile kullanılamadı ve yine kimsenin sesi çıkmadı. Demek ki kamunun bunları muhafaza etmesi yetmiyor. Kamu işlevinde bir problem var. Tersaneler de öyle. Tersaneler çok sudan gerekçelerle kapatıldı. Haliç Tersanesi, prototip geliştirme atölyesi olabilirdi; endüstriyel yenilik tasarımı gibi eğitim alanında, gelişim açısından büyük enerji verebilecek bir yerdi. Haliç Havzası’nda tüm endüstriyel tesisler bir kör yaklaşımla yıkıldı. Ve oradaki insanlar, kültür mirası yok oluyor diye itiraz etti. Bu da çok önemli ama esas insani miras yok oldu. Bütün küçük üretim, Tarihi Yarımada bu şekilde sürekli baltalandı. Demek ki dönüştürücü bir kabiliyeti yok. Kamu ya hiç kontrolsüz piyasaya terk edip öylece seyrediyor ya da onun yerine geçmeye çalışıp kendi hayalindeki şeyi gerçekleştirmeye çabalıyor yöneticiler. Tarihi Yarımada planlarını alıp okuyun bir komedi senaryosu gibi; sokağında şerbetçiler dolaşacakmış, ebru, hat sanatı gibi şeyler küçük üretimin zarar vermeyen çeşitleri olacakmış. Bunların hepsi miadını doldurdu, hangi dünyada yaşıyoruz? Dolayısıyla bu ikili yaklaşım içinde bakamayız artık; kamuya kamu, piyasaya da piyasa gözüyle bakmamız mümkün değil. Dünyanın her yerinde karma bütçe kullanabilen, Ankara tarafından askıya alınmayan bir kent yönetimi fikri var. Newyork, Paris, Londra’da da bu böyle. 30-40 yıldır bu krize cevap aranıyor. İstanbul bu krizi geçiştirdi; Haliç’i de yıkarak. Bu Neoliberal bir müdahale gibi gözükse de aslında son derece eski bir model. Orayı yeşil alan, park yapacağım dediler. İlk belediye kurulduğu zaman da orayı park yapmıştı; aklına başka bir şey gelmedi. Bölgesel bir kalkınma nasıl sağlanabilir, küçük üretimin yaratıcı endüstriye dönüşümüyle ilgili adımlar atılabilir mi gibi konular belediyenin gündemine gelmedi. 1857’de 6. Daire kurulduğunda ilk yaptığı şey Tepebaşı’nda eski mezarlığı park yapmaktı. Dalan’ın da aklına yeşil alan diye tanımsız, böbrek biçiminde beton yolları olan bir şey yapmak geldi. Burada bir kriz var ve kriz iki taraflı; sadece piyasa aktörlerinde değil. Bu modelin sonuna gelindiğine göre, dünya bununla baş etmenin yollarını arıyor. Ekolojik kriz de bunun göstergesi, İstanbul’da başlayan kriz de bunun göstergesi.

 


Yani kamunun bir yönetim krizi var; bu krize çözüm ne peki?

Kamunun yönetim krizi var, bu çok açık. Buna bir çare, bir model arıyorlar. Ayrışmış kamu fikrine göre her bir işlev ayrıydı; ulaşım, çevre, kültür, sosyal konular vs... Bunlar 19. yüzyılda, modernleşme hareketinin başında, sorgulayıcı uzmanlık dilleri ortaya çıktığında iş görüyordu. Mevcut bir kent vardı ve onu kesip biçiyor, düzenliyorlardı. Şimdi temsil alanı çok genişledi, eskisi gibi değil; toplum her an iletişim içinde. Bu yüzden üstten bakan bu model artık çalışmıyor. Şehir ölçeğinde farklı işlevleri yan yana getirebilen, önceliklerin ortadan kalkmasını değil önceliklerin gelişmesini sağlayarak yan yana getiren yeni bir özgürlükçü kamu modeline ihtiyaç var. Dünyada da denenmekte olan bu. Duyarlılıkların, önceliklerin, kabiliyetlerin, yaratıcılığın teşvik edileceği anonim bir kamu fikrinden öznellikleri kapsayan bir kamu fikrine doğru gidiş; bu çok önemli. Günümüzde sosyal araştırmalar da öznellik konusunu içeriyor. İlişkisel bir bakış da getiriyor. Sadece tarih veya sosyoloji alanında değil; şehir gibi karmaşık bir olayı insanlar sorguluyorlar. Sorgularken kendi kullandıkları araçları da sorgulamış oluyorlar. Bilme biçimi açısından da bir değişiklik yaratıyor. İstanbul da bu tür gelişmelere gebe. Keşke yerel seçimler bu açıdan sadece aday seçmek için değil, aynı zamanda bu sistemi güncellemek için de bir fırsat olsa. Bunun için yapmaya çalıştığımız şeyler var. Ama daha fazla öne çıkarmamız lazım. Bu sistemden beslenen insanların bunu tartışma imkânı yok.

Kamusal alanın genişletilmesi adına UNESCO meselesi bir örnek olabilirdi sanırım…

UNESCO süreci çok iyi bir fırsat olabilirdi ama UNESCO’yu sadece bir restorasyon meselesi olarak gördük. Tarihi Yarımada ne kadar küçük bir yer de olsa tüm karmaşıklığıyla kentsel bir bütün. Tüm bu açılardan kamusal alanın genişletilmesi için çok iyi bir fırsattı. Ama restorasyon sektörü tarafından UNESCO meselesi geçiştirildi. Onun alanıymış gibi gösterildi. Onlar da buna cevap veremediler çünkü öyle bir deneyimleri yok. Surlara kötü restorasyon yapıldığı eleştirildi. Mesele bu kadar basit değil; çok daha karmaşık sosyal, siyasal problemlerden söz ediyoruz. Bunu restorasyon problemine indirgemek kente haksızlıktır. Uzmanlık bu değildir; uzmanlık bu karmaşayı anlayabilmektir. UNESCO süreci üstü örtülen bir süreçtir. Birleşmiş Milletler’in tüm toplantılarına sivil toplum katılımı söz konusudur. Ayrı bağımsız izleme süreçleri vardır. UNESCO bu formatta olmasına rağmen, Türkiye’de izleme ve katılım süreci basitçe bürokratik bir oligarşinin kendi içerisinde hesaplaşmasına indirgendi. Bu yüzden kamuoyu meseleyi anlayamadı. Siyasetçiler çok kolay şekilde manipüle edebilir hale geldiler. Katılım meselesi, kentsel dönüşümde insanların yerlerinden edilmemesi, bölgesel gelişmenin kültür mirası korunarak sürdürülebilmesi İstanbul için can alıcı, hayati konulardır. UNESCO meselesi kaçırılmış bir fırsattır.

AB’de kamusal nitelikli bir sürecin piyasa aktörleri ile geliştirilmesi suçtur, yolsuzluktur. Önümüzde bir prosedür, çerçeve var; projelerin katılımla yapılması lazım, müteahhitler tarafından değil. Uzmanlık kurumları ve bunların yan yana gelmesiyle oluşturdukları bir örgütlenme modeli var ve Fener-Balat’ta uygulanan buydu. Oradaki semt bürosu sadece bir mimarlık ofisi değildi. Bir yarışma şeklinde katılım gerçekleşmişti. Farklı fikirlerin özgürlükçü bir şekilde geliştirilebileceği bir model, bu piyasa odaklılığın erozyonunu yaşayan tüm dünyada tartışılıyor. İstanbul bu açıdan biraz geç kaldı. Biz gözümüzü açtığımızda 5366 karşımıza çıktı. 5366’nın ufku belirli; müteahhitlik modeli. Buna hapsolduk. Alternatif söyleyen olmadı bugüne kadar. Örneğin, Fener-Balat spekülatörlere kapalıydı. Çünkü bu kamu nitelikli bir müdahale. En sosyal demokrat belediye bile müteahhitle anlaşıyor; yer döşemelerini sen yap, ben de sana imar izni vereyim diyor. Tamamen politika ortadan kalkmış durumda. Merkeziyetçi bir yönetim modeli yüzünden İstanbul bu konuda geç kaldı. Ama hızlı bir şekilde bu konuların İstanbul’da tartışılacağını düşünüyorum. Çünkü kriz kapıda. Hükümet de bu yöntemle dönüştüremiyor, başarılı olamıyor. Sulukule örneğini gördük. Kültür Başkenti programına da kondu bu proje. Oradan bir model genişlemesi olacaktı. Başbakan da projeyi imzaladı ve Brüksel’e gönderildi. Ama burada projeyi yapacak kurum bulunamadı. O projeyi üniversite öğretim üyeleri yaptı, piyasadakiler değil. Taksim projesini de onlar yaptı, bir müteahhit yapmadı. Müteahhitler ve siyasetçiler üzerinden konuşuyoruz ama bu işi yapan bir mimari çevre var. Ve onların bu sürece destek vermesi, piyasa aktörleri gibi hareket etmelerini de sağlıyor. Onlar da kendi çıkarlarını temsil ediyorlar.

Siyasetçilerin ve mimarların yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Siyasetçiler genellikle orta sınıf tembelliğine sahiptirler. Yenilikten ziyade inşaatla yapacakları şeyi ya da önlerine çıkan fırsatı değerlendirmek isterler. Öyle bakarsak Venedik’te de belediye başkanının Arsenal gibi en büyük endüstriyel alanını rezidansa, kongre merkezine, alışveriş merkezine açması lazım. Siyasi mesele daha derindedir; kenti nasıl yaşatabilirim, nasıl zenginleştirebilirim konusudur. Dolayısıyla Venedik orayı bir merkez haline getiriyor ve ölmekte olan küçücük bir kent turizm baskısına direniyor. Bizde ise bu iyi bir şeymiş gibi anlatılıyor. Tarihi Yarımada bu şekilde öldü. Bugün Adalar o şekilde can çekişiyor. Turizmi baş tacı yapıyoruz. Turizm, inşaat… Bunlar çıkar amaçlı konulardır. Kentleri yaşatan bu çıkar gruplarının ufku değildir. Müteahhitlerin ufku değildir. Onlar çok önemli bir iş yaparlar, onlara düşmanlık beslemiyorum. Fakat öyle bir şey yetmez. Kentin ufku fikirle, düşünceyle olur. Mimarlık düşünce üretim faaliyetidir, inşaat faaliyeti değildir. Bu yeni durum 40 yıl önce ortaya çıktı. Biz uzatmaları oynuyoruz. Neoklasik kamu modelini koruyup yeniden üreterek halkı kandırıyor aydınlar. Yeniliklerin temsilcisi olmaları gerekirken Türkiye’de asıl statükoyu aydınlar temsil ediyor. Bu yüzden Sulukule projesinde karşımıza çıkan meşhur mimarlar statükoyu temsil ettiler, yeniliği değil. Tarlabaşı’nda görev alan mimarlar da, yeniliği temsil etmek şöyle dursun müteahhide, spekülatöre hizmet ederiz diye karşımıza çıktılar. Mimarlık bu değildir; kendi mesleklerine ihanet etmiş oldular. Çünkü yenilik üretmek onlardan beklenir. Türkiye’de yenilik üretmesi gereken sınıf statükoyu temsil ediyor. Vatandaşların ufkunu genişletip, kamusal alanı zenginleştirecek olan entelektüel üretimdir. Türkiye’de çıkar sahipleri ile mimarlar birlikte çalışıyor. Bunu da matah bir şey gibi kabul ediyorlar. Çünkü o zenginlikten pay alıyorlar, birlikte yağmalıyorlar. Av sahası var ve ava birlikte gidiyorlar. Hâlbuki halk ile ilişki kurmaları lazım. Mimarlık para ile olacak bir iş değildir. Sanat da öyle…

TÜMÜNÜ GÖSTERSONRAKİ SAYFA HABERİN DEVAMI:   1  |   2  |   3
http://www.yapi.com.tr/haberler/korhan-gumus-ozgurlukcu-kamu-modeline-ihtiyac-var_113895.html

Read Comment Section
İlk Yorumu Siz Yapın
Gönder

Yorumum onaylandığında e-posta ile bildir.

E-posta adresimle bültenlere abone olmak istiyorum

Haber gönderin Hemen haber gönderin

Sosyal Medyada Yapi.com.tr:

Abone Ol Yapı sektöründeki tüm gelişmelerden en önce siz haberdar olmak isterseniz e-bültenimize abone olun.
Bülten arşivine erişmek için tıklayın

REKLAM VERİN

Ajanda
TAMAMI » Bugünkü Etkinlikler BUGÜN:
Herhangi bir etkinlik mevcut değil!