strong>Japonya ve Endonezya’da olan deprem ve tsunami olgusu, insan yerleşimlerinin bu tür büyük afetlere karşı ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi. Bir Hollandalı olarak hem yapı ölçeğinde, hem de yerleşim anlamında insanın suyla kurduğu ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Su, artık sadece Hollanda için değil, dünyada pek çok yer için bir tehdit anlamına geliyor. Depremler, tsunamiler ve taşkınlar, birçok ülke için risk oluşturuyor ve özellikle yoksul insanlar bu tehditlerden olumsuz olarak etkileniyor. Bu risklerin olduğu yerlerde, korunmak için suyun üzerinde olmak aslında daha avantajlı. Maldivler Başkanıyla yaptığımız görüşmede benim Başkana söylediğim şey, iklim mültecisi olmaktansa iklim yenilikçisi olmaya geçmekti.
Artık doğal sınırlarına dayanan şehirlerin dikey büyümesine yatayda ‘suyla’ bir alternatif öneriyorsunuz. Türkiye’de biz, ayağımızın altında ‘yer’i hissetmekten hoşlanırız. Bu anlamda insanların verebilecekleri farklı tepkiler üzerine düşündünüz mü?
Aslında yapmaya çalıştığımız şey için yatay ve dikeyin bir karışımı diyebiliriz. Evet su üzerinde yaşamaya sıcak bakmayan insanlar olabilir; ama biz inşa ettiğimiz platformlar üzerinde ‘yer’deki rahatlığı sunmayı amaçlıyoruz. Burada söz konusu olan yüzen bir ev değil; büyük bir kentsel dokudan bahsediyoruz. Elbette bu, kendi başına şehirlerin sorunlarını hemen halledecek bir çözüm değil; ama ilerisi için bir alternatif.
İnsanların karaya dönmek için bir hasret çekebileceklerini düşündünüz mü hiç?
Bu, olayın bir boyutu; ama bir de tam tersini düşünün. Şu an ismini hatırlayamadığım ve şehirleşme ile medeniyetler üzerine çalışan Taylandlı bir profesör var; o, insanların sudan gelerek karada yaşamaya başladıklarını savunuyor. Biz, insanlara yeni duygular aşılamaya çalışmıyoruz. Göstermek istediğimiz, yeni bir çözümün mümkün olduğu.
‘Aquanomics’ (su ekonomisi) adını verdiğiniz yeni bir ekonomik modelden bahsediyorsunuz. Bunu biraz detaylandırır mısınız; örneğin mülkiyet sorunu nasıl çözülecek?
Diğer ülkelerde de gördüğümüz örnek, denizin tabanındaki parseli satın alıyorsunuz; burada suyun derinliğinin ne olduğu çok önemli değil. Deniz kıyısında bir eviniz olduğunu düşünün ve bahçenizi su basmış olsun. O bahçe su altında kalmış olsa da, hala sizin bahçeniz. Türkiye’de de bunun örnekleri var; Galatasaray adasını düşünün, orada da yüzen bir havuz, restoran var. Orayı bir gemi gibi ele alıyorlar; sadece lokasyon nedeniyle kira ödüyorlar.
|