Batı basınında ‘En politik bienal İstanbul’da’ gibi başlıklarla haber olan
11. İstanbul Bienali’nde son haftaya girildi. 9. İstanbul Bienali’nin
küratörlüğünü Charles Esche ile birlikte yapmış olan Vasıf Kortun, ‘İnsan Neyle
Yaşar?’ temalı 11. İstanbul Bienali’ni, İstanbul’un bienaller tarihinin içinden
bakarak değerlendiriyor.
11. İstanbul Bienali’ni nasıl değerlendiriyorsunuz?
Biraz kıskanıyorum, mükemmele yakın. Beğenmediğim zaman söylemediğimi
bırakmayacak kadar çoğu İstanbul bienalini eleştirmişimdir. Yakın ya da uzak
durduğumdan değil, bu sefer sahiden dünyanın en iyi bienali İstanbul’da,
diyebilecek yere geldik.
İstanbul Bienali, Venedik Bienali’ni solladı deniliyor.
Venedik Bienali’ni çok değişik yönlerden geride bıraktı. Venedik modeli, hala
ulus pavyonlarıyla küratörlü sergiler arasında gidip gelen, uluslar çoğaldıkça
da uluslar yarışına dönen bir proje. Para ve keyif sektörünün, genelde sanat
dışındaki bileşkelerin hükmünde. Sanat fuarları ile ardışık zamanlı ve
ilgilenmediğim bir kalabalığa uzanıyor. Venedik yeniliğe işaret eden, genel
durumu analiz eden, büyük cümleleri olan, sorgulayan bir bienal değil artık.
İstanbul’un böyle bir lüksü var. Çok daha mazbut, çok daha ekonomik,
uluslararası sanat haritasının tam ortasında değil ama dışında da değil.
Özgürlüğünü ve görece tarihsizliğini daha iyi kullanmakta
Neoliberal ekonomik düzende, bienaller nasıl bir rol oynuyorlar?
Venedik ya da İstanbul gibi şehirlerde ne gibi etkileri oluyor?
Bienallerin Venedik’e ya da İstanbul’a getirisi finansal anlamda çok ciddi.
Çok ciddi miktarda harcama kapasitesi yüksek bir izleyici grubu da geliyor.
Bunun çok büyük, hesaplanması güç, kongre turizminin çok ötesinde bir ekonomisi
var. Venedik de bienalleri bunun için yapıyor. 19. yüzyıl sonunda dünyaya
sunabileceği az şey kalmış olan, askeri deniz gücünü yitirmiş, sanayileşemeyecek
durumdaki Venedik, dahiyane biçimde, ticari liman potansiyelini de kullanarak,
büyük fuar ve sergileri başlatıyor. Şehri değiştirmeden bir gezi yeri olarak,
bir kongre şehri gibi, büyük parkını ulusların masraflarını kendilerinin
karşıladığı, birbirleriyle yarışırcasına sergi yapıları gerçekleştirdikleri,
pavyonlara dağıtarak kullanıyor. Venedik’teki sanat bienali de, mimarlık bienali
de, film festivali de bununla alakalıdır. İstanbul gibi Venedik de dolaşım ağı
üzerinde. İstanbul’la Venedik’in servis şehri olarak algılanmalarında
benzerlikler var.
Mesele şu, Türkiye’de neredeyse 30 yıldır süregelen neoliberal
ekonomi-politika soluk alışımıza kadar her şeyi etkiledi. Şehri markalandırma
süreci bunun bir parçası. Bienal de bu süreçten bağımsız değil. Ama her şey aynı
şey değildir. Çok net olarak 2005’den beri İstanbul Bienali sergileri bu süreci
sorguluyor, başka dünyalar öneriyor. Son bienal daha da fazlasını yaptı, sürecin
kendisini afişe etti, serginin hangi ekonomik ilişkiler sonucunda ortaya
çıktığını gösterdi ve sanat alanının kamusal potansiyelini değerlendirdi.
Boyutuna göre sanırım dünyanın ekonomik olarak en mazbut bienali ve Türkiye’deki
buharlaşan kamusallığın acısını çekiyor. Özel sektörle olan zaruri, olmazsa
olmaz bir ilişki var ve burada bienali destekleyenleri cezalandırmanın dünyanın
en abes işi olduğunu düşünüyorum. Örneğin Onuncu Bienalde serginin küratörü Hou
Hanru’nın katalog yazısına, sergiye destekleyen özel sektör etik bir yerde
durarak karışmaya yeltenmezken muhtırayla cevap veren bir kamu üniversitesinin
güzel sanatlar fakültesi olması.
İstanbul Bienali’nin kendi içinde bir evrimi var. İlk bienalleri
hatırlarsak, yani turistik bir tanıtım işlevi olan bir sanat etkinliği olma
çizgisinde giderken farklı bir kimlik kazanıyor.
İstanbul Bienali’ne bir çok yerden bakabiliriz. Birincisi, İstanbul
bienalinin çıkışı 12 Eylül sonrası. İkincisi, 1985 master planından sonra
başlıyor. Sonra, Bienaller şehir markalaması çerçevesi içinde. Güney Kore’deki
Gwangju Bienali, Gwanjgu başkaldırısı ve demokratik devrimden sonra başlar.
Africus, yani Johannesburg Bienali, Apartheid’in bitiminden hemen sonra 1995’de
başladı. Avrupa’nın gezici bienali Manifesta 1993’te başladı ki, 1989’da Berlin
Duvarı’nın inmesi ve Avrupa’nın doğusu ile batısının yeniden tarif edilmesiyle
ilgiliydi. Kısaca bienaller travma-sonrası projeleri. Neoliberalizmin klasik
demokrasiye ihtiyacı yok ama bienaller bu başat model dünyasında çoğaldı. Devlet
de desteklese özel sektör de desteklese bu böyle, ikisini birbirinden ayırmak
zor. Örneğin bu bienale kamusal desteğin %86’sı 2010 ve Tanıtım Fonundan
geliyor. Bunlar kamu fonları değil. İlk bienaller Türkiye’deki sanat ortamı
zenginleşsin, İstanbul’daki üretime dikkat çekilsin gibi gayet idealist duygular
ve gereksimlerle başladı. Birinci bienalin sponsoru Halil Bezmen, ikincisinin
ise Asıl Nadir’di.
Aydınların bakış açıları da değişti. Nostaljik bir kent geçmişiyle
haşır neşir olan bir kent ilgisi birdenbire daha modern, daha bağımsız bir bakış
açısına kavuşmaya başladı.
Çok doğru. 1987- 1989 bienallerine bakarsak, serginin odağı Aya İrini, Aya
Sofya, Yerebatan, 3. Ahmet Çeşmesi’nin önü gibi tarihi yarımada eksenindeydi.
1992’de bienalde sergiyi oradan uzaklaştırdım. Çünkü tarihi yarımada artık
yaşanılan şehir, Bab-ı Ali değildi, turistik bir bölgeye dönüştürülmüştü. Yerel
izleyiciye turist muamelesi yapmak istemedim. Haliç kıyılarının dozerlenişi
sonunda Feshane ortaya çıkmıştı. 1989’daki Serotonin sergisinde Feshane’nin
farkına vardım. Feshane modernizasyon açısından çok önemliydi, sembolik anlamı
önemliydi. Şehrin turistik alımlanması dışındaydı.
Bir de 1992 bienalinden sonra, biz bu işi en iyi biliriz diye hareket
etmedik. Zaten 2 tane küratör vardı, biri Beral Hanım bir de ben. Bize geri
dönülmeyeceği açıktı. Bienal 1992’den sonra hızla profesyonelleşti, uluslararası
gündeme oturdu. Oturmadığı Türkiye gündemi. Ama bu durum, bienalin ya da İKSV
gibi bir kurumun çözebileceği bir şey değil. 12 Eylül’den sonra aslen ve
neredeyse sadece özel sektörün taşıdığı bir kültür sanat ortamı var. Devletten
kültüre desteği talep etmek düşünülemezdi bile. Ancak, özel sektörün devletle
yakın ilişkisinden dolayı sadece suya sabuna dokunmayan ifadelerin desteklendiği
bir kültür ortamı belirginleşti. Kamusallık ifadeleri, kültür yönetimde
özerkleşme yeni yeni boyut atlamakta.
Halk Ramazan etkinliklerine gidiyor. Belediye de sadece oradaki
stand’leri kiralıyor, bir yenilik getirmiyor. Siyasetçiler sanatçılara ‘Bunlar
kimseyi temsil etmedikleri halde bu gücü nereden alıyorlar?’ diye
bakıyor.
Kaybetmekte olduğumuz bir mücadelenin içinde bienal kendini nasıl kurtarır ve
toparlar diye bakıyorum. Bienalin çevresindeki güncel sanatın ne olduğu belli,
bir şamata ve faaliyet curcunasıydı, izliyor olmaktan bile utanç duyuyorum. 2005
bienalini gerçekleştiriken bu durumun bilincinde bir İstanbul sergisi yaptık.
Büyük gösterileri olmayan, zamana yayılan, sergiye destek kapsamlı rehber.
İstanbul’un hızına yetişemeyeceğimizi anlayınca 5 ayrı mazbut mekana böldük ve
sergiyi İstanbul’da bir yürüyüş haline çevirdik.
Şehrin içindeydik ve bulunduğumuz her yerde bir tostçu ya da çayhane gibi
şehrin kendinden gelen ekonomisiyle ilişkimizi bozmayacak bir model geliştirdik.
Bienalin kuruluşu esnasında Tütün Deposu’ndaki güvenlik aradı ve ‘Karşıdaki
çaycı buraya 3 iskemle getirdi, bir de şemsiye açtı, ne yapacağız?’ diye sordu.
‘Sakın dokunmayın’ dedim. Bienalin kendiliğinden kafesi olmuştu. Bazı ilişkileri
normalleştirmek gerekiyor. Başka türlü sınıflar, renkler, insanlar, alışveriş
merkezleri gibi pürüzsüz ve kontrollü alanlar dışında karşı karşıya gelemiyor.
Şehir yaptığınız işe ‘benim’ demeli. Kimseye bir şey dayatamayız, bir şey
sunabilirim ve tartışabiliriz. Bienal bu anlamda bir araç.
10. Bienal’de Hou Hanru’nun İMÇ, AKM gibi yapılar üzerinden modernizm
elestirisi önemliydi.
Hou Hanru’nun yaklaşımı ve mekan seçimleri çok iyiydi ama sunumdaki
dikkatsizliklerden dolayı, özellikle İMÇ bazında sorunum oldu. İstanbul’da kaosa
kaos katmak çok hayırlı bir şey değil. Bu yüzden bu yılki bienal çok önemli.
Kendini İstanbul odaklılıktan ayırdı. İşler arasında mesafe var. Küratörlerin
müdahaleleri çok net ortaya çıkıyor. Olağanüstü iyi bir kurguyla açılıyor. Bu
bienal mekanla ilişkili bir bienal değil, derdi farklı. Alıp Kudüs’e de
götürebilirsiniz, gene aynı şeyi söyleyebilir.
Bu anlamda şu ana kadar düzenlenen diğer bütün İstanbul
bienallerinden farklı bir çizgisi var bu bienalin. İstanbul değil bienalin
kendisi öne çıkıyor.
70’lerde doğanlarla, 70’lerde üretenleri yanyana getirmesi de olağanüstü.
Sergide mutlak gücü ortaya koyan işler var. Yani güç bu kadar dümdüz
işliyor diyen bir tavır.
Çok heyecan duyuyorum. Benim için öğretici bir sergi. Küratöryel çıtayı
uluslararası anlamda yükseltti.
|