Bu yazının başlığı “Elazığ depremi: Enkazın altından devlet
çıkıyor” olacaktı. Ama birkaç gün önce haberlerde belediye başkanımızın
yaptığı bir açıklamayı izledik ve başlığın değişmesi gerekti!
Elazığ Kime Uzak?
Elazığ depreminin üzerinden on gün kadar geçti ve biz haberlerde
medya-siyasetçi işbirliği ile oldukça tatsız bir popülizmle baş başa bırakılarak
zoraki haber izliyoruz! Siyasetin bütün büyük isimleri oradalar ve çoğunu biz,
ailesini kaybetmiş Keko adındaki bir çocuğa abur cubur yedirirken izledik. Evet,
ailesini kaybetmiş bir çocuk üzerinden belki de depremin mağduru bütün çocuklara
bir duyarlılık mesajı veriliyordu. Ama bunun için her seferinde aynı çocuğu
bulup ona ıvır zıvır yedirerek, çocukla futbol muhabbeti üzerinden ülkenin tüm
çocuklarına sempati dağıttılar, sayın siyasetçilerimiz. Ama deprem gibi
afetlerde bu siyasetçilerin partilerinin merkezi ve de yerel politikası nedir,
bunun Elazığ’a etkisi ne oldu? Bilmiyoruz.
Daha önceki günlerde haberler hararetle 2 bin Kızılay çadırının nereye
gittiğini sorgulamaktaydı. Bu sorgulama bir koordinasyon eksikliğinin sonucu
olarak açıklanırken bizim aklımız gözümüz dağıtılan ama kurulamayan çadırlara
takılmıştı. Devlet enkaz bölgesine çadır göndermiş, fakat çadırların kurulması
bütünüyle orada bulunan askerlere kalmış durumdaydı. Ortalıkta başka da daimi
bir koordinasyon birimi görülmüyordu. Gözümüz herhangi bir STK birimini veya
politik parti çevresini de ararken, boş arazi ve enkaz görüntüleri ile yetinmek
zorunda kaldık. En çok da şu “kerpiç” mevzusu dolayımıyla
kerpiç seyrettik. Tabii duyarlı sanatçı ve aydın çevresini de çok aradık, onlar
da yok! Buna hiç şaşırmıyoruz artık. Çünkü İstanbul’dan ya da siyasetin sıcak
konularından uzak kalmış kentlerimizin-köylerimizin, farklı yerel siyaset
odaklarının veya diğer STK benzeri örgütlenmelerin ilgi odağı olabilme şansları
pek yok. Geriye de devletin ilgisi ve kurumlarının yapabilecekleri kalıyor ki,
bunu çok ama çok tartışmalıyız. Birkaç metropol kenti haricindeki yerlerin,
kendi yerel örgütlenme yeteneklerini ve kapasitelerini çoktan kaybetmiş
olduklarını işte tam da afet durumlarında fark ediyoruz.
Fakat Elazığ halkı, bir önceki depremde içinde yaşadıkları evlere devletin
uzmanlarınca verilen “oturulabilir” raporunun, bugün onların
çocuklarının, yakınlarının, geçimleri olan hayvanlarının nasıl da ölümüne sebep
olduğunu anlattı. Bunları not almalıydık. Ve hâlâ herhangi bir yetkili bu duruma
açıklık getirmedi. “İnsanları deprem değil, kerpiç öldürdü.”
Evet, bizce de öyle. Devlet yetkililerinin “kapsamlı” kamu
önleminden ve koruyucu tedbirlerden bahsettiğini duyduk. Ama sonra? Bunun
takibini kim yapacak? Bu vaatler yapılmadığında kimler hesap soracak? Hem
tedbirden anladığımız sadece “deprem konutu” inşa etmek oluyor
ki bu ise inşaat sektörüne el vererek kimi yatırımcıyı ihya etmek ve sektörü
canlandırmak anlamına geliyor.
Oysa iş, istihdam yaratma iddialarının aksine sadece bir
“avuç” işçi “geçici” iş imkânına kavuşuyor.
Peki depremde ailelerini kaybetmiş çocukların, kadınların ve diğer
depremzedelerin bu ağır travmayı kimin yardımıyla, nasıl atlatacağı konusunda ne
gibi kalıcı sosyal tedbirler alınacak? Depremin mağduru olan Elazığlılar hâlâ
çoluk çocuk, yaşlı-genç çadırlarda yaşıyor. Bu çadır hayatının nasıl bir kamu
politikasıyla birleşeceğini de merak ediyoruz. Biz bütün bunları merak ederken,
İstanbul’da deprem riski başka alanlara malzeme çıkarmaktadır.
Çok alışık olduğumuz şekliyle bütün toplum bu tür afetlerde verdiği olağan
tepkisini veriyor. Acaba bizi bu deprem riski ne zaman yakalar? En çok da
İstanbul için bu soru sorulmakta. Bütün uzmanlar televizyon kanallarında, ama
onların soğukkanlı açıklamaları ne medya çevresine, ne yatırımcılara ne de
halkın hararetli bekleyişlerine malzeme olabiliyor. Bunun yerine, daha
spekülatif sonuçları olabilecek yerel yönetici ve siyasi çevrelerin açıklamaları
ses getiriyor. Biz de bu açıklamalara kulak verelim ve bazılarını
değerlendirelim.
Kadir Topbaş, bir TV programında 1998 öncesi yapıların
depreme dayanıklı olamayacağı sonucunu çıkarabileceğimiz türünde bir
değerlendirme yapıyor ve “deprem dönüşüm yasası”ndan bahsediyor
ki bilinçaltımızdaki “kentsel dönüşüm yasası” birden zuhur
ediyor. Hem başka bir programda deprem açısından “kentsel dönüşüm”ün zaten ne
kadar gerekli bir şey olduğundan bahsedilmişti.
Korku Atmosferini Bekleyenler...
Bu açıklamaların mevcut yönetimin kendi kentsel politikaları açısından bir
tutarlılığı olsa da; deprem, sel vb kritik durumlarda istemediğimiz kadar
“kamucu” olmak, bütün toplumsal kesimlere eşit mesafeden
seslenmek gerekliliği siyaseten de gereklidir. Hatta liberal sağ partiler için
de bu gereklidir. Dolayısıyla bir yerel yöneticinin bütün toplumu bir ateş gibi
saran deprem korkusu atmosferinde, hiçbir kamusal güvence vermeden, binlerce
belki de milyonlarca sayıdaki konutu riskli ilan etmesinin en çok kimi
sevindireceğini ve kime kâbus olacağını düşünmek zorundayız! İnşaat
yatırımcılarının ellerini nasıl ovuşturduklarını görür gibiyiz. Gecekonduları
herhangi bir depremde kaçınılmaz olarak yıkılacak yerler olarak ilan edip
peşinden “kentsel dönüşüm”den bahsetmenin kimlerin uykusunu
kaçırmış olabileceğini tahmin etmek güç değildir. Bu açıklamadan sonra bütün
gecekonducuların TOKİ’ye başvurarak mahallelerinde kentsel
dönüşüm yapılması için sıraya girmiş olduğunu hiçbir zaman göremeyeceğiz. Bunu
uman bir yerel yönetim var mı bilmiyoruz ama bunu umuyorlarsa eğer, onları en
iyi niyetlerimizle, ciddi bir sosyo-ekonomik bilgi eksikliği içinde görmekle
yetiniriz. Kaç gecekondu yaşayanı veya kiracı depreme dayanıklı yeni ve sağlam
bir evi finanse edebilecek ödeme gücüne sahiptir?
Yrd. Doç. Dr. Besime ŞEN
|