Kentlerimizin ve dolayısıyla ülkemizin son yıllardaki en önemli gündemlerinden biri ‘kentsel dönüşüm’ kavramı çevresinde yaşanan tartışmalardan oluşuyor. Geçtiğimiz yılın Mayıs ayında yasalaşan 6306 sayılı 'Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun' ile de bu gündem yeni bir boyut kazanmıştır. Kentsel dönüşüm uygulamalarının tıkanma noktasına geldiği, yoğun biçimde eleştirildiği, toplumsal tepkinin geliştiği bir ortamda yaşanan Van Depremi, depremde yaşanan acılar ve yıkımların yarattığı tablo, böylesi bir yasal düzenlemenin yapılmasına uygun ortamın oluşmasında kolaylaştırıcı olarak kullanılmıştır.
Tamamına yakını deprem kuşağında yer alan ülkemiz kentlerinde ve köylerimizde, başta deprem ve seller olmak üzere, yapı stokumuzun önemli bir bölümünün afetler açısından risk taşıdığı, var olan riskin ortadan kaldırılmasına yönelik önlemlerin devlet eliyle alınması gerektiği yadsınamaz bir gerçekliktir. Diğer yandan, yeni yapılacak yapıların da afetlere karşı duyarlı hazırlanmış plan kararlarına dayalı, mühendislik hizmeti almış, kamusal denetimden geçmiş yapılardan oluşması gerektiği de yadsınamaz bir başka gerçekliktir.
Bu kapsamda, yapılan yasal düzenlemede tanımlanan amaç konusunda toplumun tüm kesimleri tarafından bir genel kabul söz konusu olsa da, yapılan yasal düzenlemenin içeriği ve bu yasal düzenlemeye bağlı olarak sürdürülen uygulamaların yasanın amacına uygunluğu tartışmalıdır. Yasanın ilk maddesinde amaç aşağıdaki biçimde tanımlanmıştır.
“Bu Kanunun amacı; afet riski altındaki alanlar ile bu alanlar dışındaki riskli yapıların bulunduğu arsa ve arazilerde, fen ve sanat norm ve standartlarına uygun, sağlıklı ve güvenli yaşama çevrelerini teşkil etmek üzere iyileştirme, tasfiye ve yenilemelere dair usul ve esasları belirlemektir.”
Yasa detaylı biçimde incelendiğinde, kapsamında bu amaçla çok da bağdaşmayan ve hatta çelişen düzenlemelerin bulunduğu, aslen imar mevzuatının konusu olan ve benzer bir amaca erişmek için düzenlenmiş olan kuralların devre dışı bırakılmasının da yasa kapsamı içinde yer aldığı dikkat çekmektedir. Aslen riskli yapıların ve riskli alanların yenilenmesine yönelik toplumda genel kabul görecek bir gerekçenin, ‘yerel yönetimlere ait yetkilere Bakanlık tarafından sınırsız biçimde el konulması’, ‘kentsel toprak rantlarının merkezi olarak dilediğince yönetilmesi’, ‘krize sürüklenen inşaat sektörüne zor kullanarak can suyu sağlanması’ gibi, açıkça dillendirilmeyen ancak kolaylıkla okunan diğer gizil amaçlar için kullanılması, kabul edilemez bir yaklaşımdır. Ne yazık ki böylesi geniş kapsamlı bir yetki düzenlemesiyle; afet, risk, kentsel dönüşüm kavramlarının ardına gizlenerek, kentlerden başlayarak ülkenin tüm topraklarına, doğal kaynaklarına kadar uzanan keyfi talan uygulamalarının önü ardına kadar açılmıştır.
"Riskli alan tespitlerinin çok azı gerçekten yasanın amacına uygun alanlar"
Yasada tanımlanan yetkilerin kullanılmaya başlanması sonucunda, Bakanlık tarafından süzgeçten geçirilerek Bakanlar Kurulu kararına bağlanan riskli alan tespitlerine bakıldığında, bu tespitlerin çok azının gerçekten yasanın amacına uygun alanlar olduğu, birçoğunda ise yasanın amacına uygun hareket edilmediği göze çarpmaktadır. Yasa ile tanımlanan yetkiyi kullanmayı amaçlayan, bu amaçla ‘riskli alan’ belirlenmesi talebinde bulunan yerel yönetimlerin ise yasanın amacında tanımlanan görevin bilinci içinde hareket etmedikleri, yasada belirlenmiş ‘sınırsız’ yetkilerin peşinde oldukları anlaşılmaktadır.
Açıkça belirtmek gerekir ki, tanımlanan amaç bir yana, 6306 sayılı Yasa ile; yerel yönetimlerin özerkliğine açık bir darbe indirilmiş; kamu arazilerinin talan edilmesinin önü tümüyle açılmış; vatandaşların barınma haklarına yönelik güvence ortadan kaldırılmış; ayrımcı uygulamalar kolaylaştırılmış; yoksul kesimleri ağır borç yükü altına sokacak dayatma kurallaştırılmış; Anayasal hak olan yargıya başvurma hakkı kısıtlanmış; barınma hakkının savunulmasını engelleyecek ceza düzenlemeleri yapılmış; yaşanabilir çevreler üretilmesini amaçlayan kurallar ortadan kaldırılmış; korunması gereken doğal alanlarda yaygın bir talanın önü açılmıştır. Bu nedenle, yasa kapsamında riskli alan ilan edilecek bölgelerin doğru ve amaca uygun belirlenmesi büyük önem kazanmıştır.
Son günlerde Bakanlar Kurulu tarafından da kabul edilerek, Yasa kapsamında ‘riskli alan’ ilan edilen alanların bir bölümünde gerçekten bir afet riskinden söz etmek olanaklı olsa da, önemli bir bölümünün aslen ilan edildikleri kentler açısından belki de en az risk taşıyan alanlar olduğu görülmektedir. Bu durum, 6306 sayılı Yasa konusunda tartışmaların sürdürüldüğü günlerde dile getirdiğimiz, ‘yetkinin kötüye kullanılmasına yönelik’ endişelerimizin ne derece haklı olduğunu da göstermektedir.
Yasanın idare tanımı içinde yer alan kamu kurumlarına, kent topraklarında ‘mülkiyet’, ‘mevzuat’, ‘standart’ gibi rantın sınırsız biçimde yönlendirilmesinde engel oluşturabilen bazı kuralları da devre dışı bırakan bir yetki tanıdığı kuşkusuzdur. Ancak, yasanın amacı ve tüm içeriği incelendiğinde tanımlanan bu yetkinin ancak gerçekten görev alanları içinde kullanılması olanaklıdır.
Yasanın mantığı içinde tanımlanan yetkinin görev alanı ile yani gerçekten ‘afet riski taşıyan’ alanlarla sınırlı olması gerekir. Yasada tanımlanan sırayla, yani; Belediye meclis kararı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı görüşü ve Bakanlar Kurulu kararı ile bir alanın riskli alan olarak tanımlanması yalnızca şekil yönünden yasaya uygunluğu karşılamaktadır.
"Yasa, yetki isteyen kurumlar açısından öncelikle kapsamlı bir araştırma ve tespiti zorunlu kılıyor"
Oysa ki Yasa kapsamında riskli alan belirlemesi, bu yetkiyi kullanmayı talep eden kurumlar açısından öncelikle kapsamlı bir araştırma ve tespiti zorunlu kılmaktadır. Yani, bu yetkiyi kullanmayı talep eden herhangi bir idarenin öncelikle sorumluluk alanı içinde, risk durumunu, gerek zemin ve gerekse yapılar açısından teknik ve bilimsel olarak tanımlaması ve yine öncelikle en riskli alanlarda bu yetkiyi kullanmayı talep etmesi gerekmektedir. Oysaki bugüne kadar seçilen alanlara bakıldığında, idarelerin genel olarak ‘riski yüksek’ alanların değil, ‘rantı yüksek’ alanların peşinde olduğu görülmektedir.
Örneğin; Ankara’da yapılaşmalar açısından riskli olduğu konusunda genel bir kabul bulunan Demetevler bölgesi için, mevcut yapılaşmanın yoğunluğu, geliştirilecek projelerde yüksek kazanç sağlama olanağının bulunmaması gibi nedenlerle herhangi bir girişimde bulunulmazken, ısrarla bugün için riskin en düşük, rantın en yüksek olduğu alanlardan biri olan Dikmen Vadisi gerekli bilimsel araştırma ve tespitler yapılmadan ‘riskli alan’ ilan edilmiştir.
Benzer örnekler, idarelerin aslen 6306 sayılı yasada tanımlanan ‘görevin bilincinde’ değil, ‘yetkinin peşinde’ olduğunu göstermektedir. Gerçek anlamda ‘riskli alan’ olan bölgelerde uygulandığında yaygın bir kamuoyu desteği sağlanması olanaklıyken, yapılan yanlışlar ve kuşku dolu yer seçimleri, ilgili kurumların risk algısından çok rant algısının açık olduğunu göstermektedir.
Kentlerde gerçek anlamda riskli alanlar ve yapılar dururken, yapılan onlarca uyarıya rağmen riski düşük ancak rantı yüksek alanlarda yasanın tanımladığı yetkinin kullanılması, kamu sorumluluğu ile bağdaşmayan bir görevi ihmalden de öte, görevin ve yetkinin kötüye kullanılmasıdır. Bu nedenle, Yasa ile görev ve yetki sahibi olmuş ve bu yetkiyi ‘kamu güvenliği ve sağlığı’ açısından kullanmaya niyetli tüm idarelerin, öncelikle kentlerinde var olan, gerçek anlamda risk taşıyan bölgeleri belirlemesi, bu alanlarda geliştirilecek olan projelerin de barınma hakkını önceleyen, insan haklarına saygılı, toplumsal projeler olarak ele alınması gerekmektedir.
|