BR> Herkesin eşitçe kullandığı bir şehirde yaşamak
hayal mi? “Açık Şehir: İstanbul” sergisinin peşinde olduğu soru işte bu.
Sergideki farklı ülkelerde, farklı yöntemlerle hayata geçirilmiş projeler bunun
mümkün olduğunu gösteriyor. Yeter ki, kolektif bir mekan üretimi sağlanabilsin.
Sergi bunun için herkesi İstanbul’u tartışmaya çağırıyor...
T.
Korkmaz: Faust hikâyesindeki gibi modern insanın içinde her zaman ideal
insanın mutlu olacağı steril, homojen mekanlar yaratma isteği var. Goethe 19.
yüzyıldan itibaren bunun aslında trajik bir eylem olduğunun altını çiziyordu.
Modernist mimarlar başta mimarlığı bir sosyal sorumluluk projesi olarak gördü
ancak bunda da ideal insanın mutlu olacağı, ideal ortamlar yaratma isteği vardı.
1980'lerde postmodernizmle mimarlık sadece müşteriye hizmet veren bir meslek
gibi tanımlandı. 2000'lerde mimarlık yine sosyal sorumluluklarını, mimarlar
rollerini hatırlamaya başladı.
- Mimarları bu kırılma noktasına
getiren, yeniden meslekleri ve kentle yüzleşmelerini sağlayan ne?
C. Altay: İstanbul gibi büyük kentlerde yaşayan
mimarların da, herkes gibi kenti kullanmakla ilgili sorunu var. Şu anki kent
mekânı üretimi süreci çok sıkıntılı. Buna bir şekilde müdahil olmak, o
sorumluluğu üstlenmek dışında şansımız yok. Bu süreçlerde, kentsel adalette
mimarlar tek başlarına rol oynamıyor, kolektif hareket ediyor. Bu ilginç
dönüşüm, on yıl önceki gibi yıldız mimar anlayışı kalkıyor.
-
Gelelim bütün bu kentsel analizler, açık şehir özlemi arasından İstanbul’a...
Açık şehir kavramı üzerinden İstanbul'a dair neler söylenebilir?
T. Korkmaz: İstanbul enformal bir şehir. Nasr
el Seyid “Earning Enformal” kitabında, “Modern kenti Chicago, postmodern kenti
Los Angeles üzerinden anlamak önemliydi, ancak artık 21. yüzyılın kentlerini,
İstanbul, San Paulo, Dubai gibi enformallik üzerinden anlamalıyız” diyor. Kente
bakarken enformalliğe çarpık kentleşme deyip üstünü örtmektense bunun anlamını
düşünmeliyiz.
- İstanbul’un enformal birikimi ne zaman, nasıl
oluşuyor?
T. Korkmaz: 50’lerle sanayileşmeyle
İstanbul’un önemi artıyor ancak 58 kriziyle kaynakları sanayileşmeye mi,
kentleşmeye mi ayıracağız sorunu çıkıyor. Sanayileşmeye ayırıyorlar. İnsanlar
akın akın geliyor ancak kentleşmeye para ayrılamadığı için kendi başlarının
çaresine bakıyor. 50 ile 80 arasında çok pratik bir şekilde İstanbul’da
barınıyorlar. Bunun barış süreci olduğunu söyleyebiliriz, kimse kimseyi
dışlamıyor, çünkü herkes yararlanıyor. Onlar iş buluyor, burjuvalar ucuz işgücü,
politikacılar oy deposu... 80’lerde bir dönüşüm yaşanıyor. İlk defa İstanbullu
olmayanların nüfusu İstanbullu olanları geçiyor. Gecekondu aflarıyla, gecekondu
apartmanlar çıkıyor. Bir rant oluşuyor, ancak İstanbullular, üst orta sınıf
bundan pay alamıyor, kızmaya ve gelenlere, kentlileşemeyen köylü, enformal
yapıya çarpık kentleşme demeye başlıyor. Dışlama mekanizmaları harekete geçiyor.
Bu 2000’lerde acımasızlığını bütün yüzüyle gösteriyor; yerinden edilmeler,
TOKİ’nin yabancılaştırıcı çevreleri… İstanbul’u masaya yatırıp bu enformalliğin
potansiyelini anlayıp nasıl iyileştirmeler yapabilirizi konuşmalıyız.
- Peki sizler bunun için ne öneriyorsunuz? İstanbul'u bir açık
şehir haline getirmek mümkün mü?
C. Altay:
Sergiyle mahalle dernekleri, akademisyenler, mimarlar, hatta yerel yönetimlerle
bir diyalog oluştu. Öneri oluşturmak için kolektif süreç gerekli. Tek aktörden
daha fazlasına ihtiyaç olduğunu idrak etmeliyiz. Bu yüzden bizim mutlak bir
önerimiz yok. Sadece, adaletli, her aktörün söz sahibi olduğu, herkesin
duyulduğu bir planlama önerebiliriz.
Eda Ünlü-Yücesoy:
Serginin kurmak istediği ve yaratmak istediği en önemli şey, diyalog.
Mimarların, plancıların, kette yaşayanların hepimizin çok ihtiyacı olan bir şey
bu.
|