Pazar günleri, insanın kahvaltıdan sonra kendi evinin
halleriyle yüzleşmesinden olsa gerek, Pazar gazetelerinin sayfalarındaki yeni
konut projelerinin koskoca reklamları hepimize bağırıyor. Orada yeni ve modern
bir yaşam bizi bekliyordur, üst kat komşu halısını silkelemiyordur, orası
havaalanına beş dakika uzaklıktadır, otobüs durağına olmasa da... Şimdiki gibi
her gün otobüse değil uçağa bineriz belki. O evler son teknoloji ürünü evlerdir,
her hafta ayrı tamirat çıkarmazlar. Hatta o sitelerde bütün adamlar yakışıklı,
bütün kadınlar güzeldir. Şu pazar gününde, haftanın sonunda kendi sonunu bulmuş
pijamalı bitkinler değillerdir. Peşinatı denkleştirdiğimiz anda, bambaşka bir
hayat, bambaşka bir “yaşam alanı”nda bizi bekliyordur, hem de ölmüş alanlar
toplamı kentlerimize sadece yarım saat uzaklıkta.
Kentin gürültüsünden uzak, hırsızlığın, depremin sorun olmadığı, doğayla
içiçe, spor alanları hemen yanıbaşında, yeni bir hayata başlamaya bunca insanı
iten kentin kendisi mi yoksa? Yani kentler, gürültülü, hırsızlığın ve suçun kol
gezdiği, depremin her an yerlebir edebileceği, kültürel, sosyal hiçbir imkan
bulunmayan, karanlık, gri, karmaşık ve dayanılmaz yerler mi?
Gazeteler her gün barlarda cinayet, sokaklarda gasp, evlerde hırsızlık,
parklarda taciz haberleri vermiyor mu? Şehirler yaşanılacak yerler olmaktan
çıktı mı? Haydi kentlerin de hakkını verelim. Hepimizin yeni gençliğinde
oturduğu pastaneler, kafeler, ilk sevgilimizle olmasa bile arkadaşlarımızla
yürüdüğümüz sokaklar, binaların arasına sıkışmış da olsa gizli köşelerini bile
bildiğimiz parklar, soğuk günlerde sığınılacak kitapçılar, belki gediklisi
olduğumuz bir meyhane ya da olmadı bir sokak köftecisi mutlaka vardır.
Düşününce, sokaklarında yankılanmış seslerimiz, bir bank görünce aklımıza gelen
bir anımız, kentin tadını en güzel çıkardığımız okul zamanlarımız mutlaka
vardır. Hiç operaya gitmemiş bile olsak, tiyatroyu mutlaka merak etmişizdir.
Eğer hayatımızın bir yerinde bir kent varolduysa, o bizde atamayacağımız
izler bırakmıştır, bizi şekillendirmiş, iyisiyle kötüsüyle bizi eğitmiştir.
Bizler ve daha pek çokları kentteki yaşamımızla bir kültür yaratmışızdır. Bunun
yanında o kent hakkında yapılan belgeseller, orada geçen filmler, romanlar, o
kentin manzaralarının resimleri, o kentin ritüelleri de bunlara eklenince
topyekûn bir kent kültürü oluşmaya başlar.
Kırsalın aksine kentler hızla değişiyor. Kimse bir önceki nesille aynı kentte
yaşamıyor, bugünün çocuklarının kenti de şimdikinden çok daha farklı olacak.
Kırsal ise sabittir, zamanı geniş kullanır. Kentler geçmiş zamanı hatırlar,
şimdiki zamanı yaşar ve geleceği kurgular. Kent kültürü bu yüzden de dinamik bir
kavram aslında. Bu dinamizm içinde, her nesil kendi kentini yaratırken kendi
kent kültürünü de yaratır. Bu anlamda kent kültürü, toplumun ortak kültürünün
yaratılmasında ana rolü oynar. Bu ortak kültür ise, farklılıklarla beraber
yaşanan, anlayış, hoşgörü ve empatinin varolduğu bir ortamda yeşerebilir. Bu
kabiliyetler ise kent yaşamının ana unsurları olarak tekrar kültüre döner.
Konut depoları
Peki ne zaman vazgeçtik kentlerden? Yeni yapılan bütün “konut projeleri”,
yeni yaşam alanları vaat ediyor bize. İçerisinde, kente hiç çıkmadan yaşamaya
olanak vereceği vaat edilen “doğayla iç içe, şehre hem yakın, hem de bir o kadar
onun gürültüsünden uzak” konut depoları, yeni kentleri şekillendiren. Aslında
herkese malum ki, bu siteler sadece kentle beraber varolabilirler, orada
yaşayanlar hayatlarını şehirden kazanırlar ve üretimle tüketimin ana kaynakları
hep şehirden beslenir.
Fakat kentin bu yeni parçaları, kente entegre olmak yerine onunla arasına
dikenli telli ve güvenlikli duvarlar çekip kendi içine hapsolmuş durumda. Bu
anlamda kentin, yeni parçalarıyla ilişkisi hayli problemli. Bu ilişki, hep
fedakârca veren, almayı aklında bile geçirmeyen ebeveynin, kendi içine kapanmış
küskün ve agresif çocuğuyla ilişkisine benziyor bu anlamda. Yeni kentin
kültürünü yaratabilmek için, kentin ve yeni parçalarının nasıl biraraya
geleceğini, uyumlu mu yoksa kavgalı bir beraberlikle mi varolacağını zaman
gösterecek.
Bir kentte yaşamak, o kentin kültürünü oluşturmak, beraberce yaşamayı
öngörüyorsa, kentsel gelişimin nasıl olması gerektiği, yeni kent parçalarında
nasıl hayatların yaşanabileceği, nasıl ritüellerin ve yaşam tarzlarının
gelişebileceği, bunların kentle ortak bir paydada buluşup buluşamayacağı
soruları, yeni kent kültürümüzde kilit rolü oynayacağa benziyor. Şimdilik
belirsiz olan bu süreçte, uydukentlerdeki yaşamı idealize etmek, çoğu zaman bir
satış stratejisinden öteye gidemiyor.
Efe Gönenç / Mimar, kentsel tasarımcı
|