Van’la ilgili etrafta bir yardım
kampanyası bolluğu olduğu hepimizin malumu. Bizleri vicdanlarımıza su serpmeye
çağıran görsel, işitsel bir şölen haline işaret eden bir bolluk bu. Hani
“gitmesek de görmesek de bir şeyler oluyor, yapılıyor”muş gibi hissettiren bir
illüzyon mevzu bahis. Anaakım medyada Van’la ilgili yayınlanan görüntülerin
çoğunluğu, yardımları merkeze alan olumlu haberler etrafında birikiyor. Sadece
sivil inisiyatifle milyonlarca lira toplandığı söyleniyor. Toplanan yardımların
önemli bölümü T.C. merkezi yönetimi kararıyla devlete bağlı çeşitli okul vs.
yapıların inşa bütçesine aktarılıyor (bunlar tamamlanması orta ve uzun vadeyi
bulacak projeler) ve Van’daki barınma, beslenme, temizlik gibi birincil
ihtiyaçları gidermiyor. 73 bin çadır ve 341 milyon lira seferber ettiğini ilan
ediyor Başbakan. Rahat etmeye devam ediyoruz.
Peki, gittiğimizde neyle karşılaşıyoruz?
Öncelikle Van’ın yüzde 70’inden fazlası gün geçtikçe Van’ı terk ettiği için
“Doğu’nun Parisi” şu sıralar hayalet şehir gibi. Kalan
nüfusuysa haliyle gidemeyenler, en zor durumda olanlar. Her ne kadar ilkinin
büyüklüğü ikincisinden fazla da olsa, ikinci deprem etkileri itibarıyla ilkinden
çok daha güçlü –maddi, ve özellikle manevi- iz bırakmış. Polis olmakta cevval
devlet mekanizması, sosyal olmakta en iyi ihtimalle hantal gözüküyor. 12
metrekare bir çadırda 13 kişinin kaldığına, ekmek için yalvaran insanlara, ikisi
kundakta dört çocuklu, gözleri görmeyen bir anneye rastlamak hâlâ mümkün.
Van’da ilk karşınıza çıkan olumsuzluklar kabaca şöyle sıralanabilir: Soğuk,
düzensiz uyku ve beslenme, yetersiz çadır, yıkanmanınsa neredeyse imkânsız
oluşu, varolan (Kızılay ve diğer) çadırların çoğunun tek katlı oluşu ve/veya
strafor yokluğu. Bütün bu yoksunluklar hastalıklara davetiye çıkarır nitelikte.
Bu koşullar altında koruyucu sağlık hizmetinden bahsedilemeyeceği gibi
hastalandıktan sonra da bir doktorla karşılaşmak için çok şanslı olmalısınız.
Var olan doktorlar ve sağlık çalışanları da diğer tüm insanlar gibi her gün
gelmesi muhtemel ölüm tehdidi karşısında psikolojik sağlıklarını koruyamıyor.
“Şu deprem gelecekse gelsin, canımızı alsın da kurtulalım artık”ı duymak için
Van’da çok fazla vakit geçirmeye gerek yok.
Van depremi, deprem dediğimiz şeyin ne kadar doğal, ne kadar sosyal bir afet
olduğunu da sorgulatıyor. Bölge ve seçmen üzerindeki güç çatışmaları, depremle
beraber askıya alınmış değil. BDP’li belediye, merkez kaynaklı yardım
çalışmalarının çok büyük ölçüde dışında tutuluyor. Halk iradesini özler
bildiğimiz sözüm ona “demokratik cumhuriyet”, böyle bir zamanda dahi yardımı
birilerinin tenezzülü olarak değil de hak olarak talep edenleri muhtaç
bırakmakla terbiye etme yoluna gitmekten geri durmuyor. Israrlı taleplereyse
kısmen de olsa tanığı olduğumuz şiddet uygulanıyor.
Böylesi merkezi ve sistematik bir afet yönetimi eksikliğinden doğan Van
merkezin yükü bir avuç gönüllünün cılız omuzlarına kalıyor. Bu koşullarda
yardıma giden gönüllülerinse bir süre sonra yukarıda anılan fiziksel, psikolojik
etmenlerin etkisiyle yardım edemez hale gelmesi hiç şaşırtıcı değil. Gönüllüler
bağlı bulundukları kurumsallıkların sınırlılıkları çerçevesinde canhıraş bir
çabayla depolarda yığılı duran yardım malzemelerini sınıflandırıp, bunları el
yordamıyla saptanmış olan ihtiyaç sahiplerine ulaştırmakla yükümlü. Sayılarıysa
kısa vadeli ihtiyacı karşılamaya yaklaşamıyor.
Bir de hiç kimsenin bir şeyi olmayan, çoğunluğu Afganistanlı Hazara ve bir
kısmı da İranlı olan mülteciler var. Onlara ulaşmak, dağınık halde
yaşamalarından ve dil probleminden ötürü daha da zor.
Umutlanmanın güç olduğu bir toplumsal dönemden geçtiğimizden midir, yoksa
tanıştığım insanların şaşılacak derecede sıra dışı niteliklerinden midir
bilemiyorum fakat şundan eminim: Ben Van’da süper kahramanlarla karşılaştım.
Bunlardan ikisi özellikle anlatmaya değer.
Dr. Salih Günbeği, bizim orada bulunduğumuz süre içersinde
Van merkezde görev alan tek gönüllü ve sağlıklı doktor olarak çadırları tek tek
ziyaret ederek gün içinde 100’ün üzerinde hastayla her şeyini ortaya koyarak
ilgileniyordu. İkinci kahraman ise isminin verilmesini istemeyecek kadar alçak
gönüllü. O yüzden onu Ali diye anacağız. Ali henüz 19 yaşında.
Üç yıl evvel Paştun mollalar azınlık Hazaralar’ın köyüne saldırdığında o, komşu
köyde hayvanları güdüyormuş. Döndüğünde babasının cesedini bulmuşsa da annesi ve
kardeşlerinden bir daha haber alamamış. Mollaların intikam için geri
döneceğinden endişelenen, hayatta kalan kimi uzak-yakın tanıdık, aralarında para
toplayıp onu İran’a yolcu etmiş. Van’daki BM bürosundan haberdar olan Ali, Van’a
doğru yola koyulmuş. Yol parası yetmeyince para etmeyen hatıralarına da şoför el
koymuş.
İlerleyen süreçteyse Ali, Yunanistan’a kaçmaya kalkışmış. İlk tekne bozulmuş,
geri dönmüş. İkinci tekne “ağır olduk” demiş, Ali’yi tekneye almamış. Üçüncü
denemedeyse tekneyi polis tutup getirmiş. 30 gün Aydın’da, 20 gün de Van’da
hapis yatmış. Sokakta yaşamış, haftalık 50 liraya çalışmış, bir şekilde tutunmuş
yaşama. Ve deprem olmuş, işsiz kalmış. Diğer mülteci ailelere ihtiyaçların
ulaşmasının yegâne sorumluluğu iyi düzeydeki Türkçesiyle becerikli, sorumluluk
sahibi Ali’ye kalıvermiş. Hani “karakterin kaderindir” derler ya, işte öyle.
Ali’nin vazifesi yardım etmek isteyen kimseyi mülteci ailelere ve onların
aciliyetli ihtiyaçlarına ulaştırmak olmuş. Ali, mültecilere ulaşmak isteyen
herhangi biri için kilit adrestir ve alternatifi yoktur. Kendisine gelen yardım
talebini “Ben iyiyim abi” ile, iş teklifiniyse “Ben işe girsem bu işleri kim
yapacak?” gerekçesiyle kibarca reddiyor. Van merkezde kalan 50’ye yakın mülteci
aile ve bizler için gerçek bir Süpermen, Ali.
Bunca acının yaşandığı bir ortamda bir kişiye bu denli umutlu anlam yüklemek
olur mu diye eleştirilebilir. Ne denir ki? Bizleri Süpermenlerle avunmaya
itenler utansın.
Selim Kırılmaz / Boğaziçi Üni. Sosyoloji,
müzisyen
|