"UNESCO Dünya Miras Komitesi ile 2004'te başlayan işbirliği, aktif olarak bu süreçte yer alabilecek STK'ların tasfiyesi ile sonuçlandı. Politika geliştirme, yenileme kanalları kapatıldı. Tartışmalar sonuçlar üzerine odaklandı, sorunların nedenleri göz ardı edildi" diyen Korhan Gümüş, bianet'te yer alan yazısında "UNESCO Vakası Bir Fırsat Olabilir mi?" sorusunun cevabını arıyor.
***
Uluslararası sözleşmelerin siyasal dinamiklerle ilişkisi insan bilimleri açısından anlaşılması son derece zor, zor olduğu kadar da ilginç vakalarla dolu. Gelişmeleri analiz edebilmek için siyaset bilimciler, antropologlar, sosyologlar, psikologlar ve tarihçilerin çoğu zaman vakaların ötesine geçmeleri, yapısal nedenleri araştırmaları gerekiyor.
Çoğu zaman insanbilimciler için değerlendirilmesi en zor vakaların "şimdiki zaman"a ait olduğu söylenir. Çünkü yaşanan anın bilgisi, olaylarda taraf olunması vakayla ilgili kavrayışı etkiler. Örneğin geçen yüzyılda, modernleşme sürecinde temsillerin hiyerarşize edilmesi. Soylulaştırıcı bir şiddet içeren bu yerine geçme ilişkisi felsefi düzeyde sorgulanmış olsa bile siyasal alanda sanki geçmişin bir devamı gibi algılandı ve kapitalizmin ve milliyetçiliğin gelişmesinde etkili oldu. Böylece sınıfsal asimetriyi gizleyen otoriter rejimler güçlendi ve bunun bedeli de çok ağır oldu. Savaşlar sonrası Birleşmiş Milletler (BM), Avrupa Birliği (AB) gibi uluslar arası örgütlenmeler yoluyla milli inşa problematiğinin ötesine geçecek uluslar arası platformlar ve sözleşmeler oluşturulmaya çalışıldı.
Türkiye'de de iktidar soylulaştırıcı bir mücadele alanı olarak gelişti. Buradaki mücadele bu milli siyasal semantiğin sınırları içinde gerçekleştiği için uluslararası normlar bu eliti hep rahatsız etti.
İnsan hakları, çevre, kültür mirasının korunması gibi konulardaki uluslar arası sözleşmeler, anlaşmalar çoğu zaman bir "dış müdahale" gibi algılandı. Bu yüzden iktidarlar bir taraftan bu platformlarda yer alma ihtiyacı duyarken, diğer taraftan da kabul etmek zorunda kaldıkları normları milli siyasetin içinde dönüştürme gayreti içinde oldular. Bunun için de mümkün olduğu kadar bu sınırlar içindeki aktörleri, araştırmacıları, bilgi üretimini kendi kontrolleri altına alıp kamuoyunun kendi yöntemleri ile oluşmasını amaçladılar. Bunun için sığındıkları temel argüman, 19. yüzyıl kapitalizminin en güçlü siyasal ideololjisi, temsil iddiası, milliyetçilikti. Bu yüzden sınıfsal asimetriyi gizleyen muhafazakarlık kapitalizmin yarattığı yıkımı, sefaleti sorgulama değil, yeniden üreten bir ideoloji halini aldı. Soylulaştırıcı şiddeti gizledi. Uluslararası sözleşmelerden doğan yükümlülüklerin iç piyasaya sürülürken "çakma" normlarla değiştirilmesine hiç şüphesiz sayısız örmek var. Ama bunlardan en ilginçlerinden birini de kültürel mirasın korunması ile ilgili UNESCO sözleşmeleri oluşturuyor.
UNESCO Dünya Mirası Sözleşmesi ve yönetim sorunu
Türkiye 1982'de BM Dünya Mirası Sözleşmesini imzaladı. Bu sözleşmeye göre Dünya Mirası Listesi'ne alınan yerler ve anıtlar insanlığın ortak mirası olarak kabul görüyor. 1985'te Türkiye'nin başvurusu ile İstanbul Tarihi Yarımada'da dört bölge (Sultanahmet Arkeolojik Alanı, Süleymaniye, Zeyrek, Karasurları) listeye alındı. UNESCO Dünya Miras Komitesi (DMK) ile 2004'ten beri sözleşme koşullarına göre izleme süreci devam ediyor. Ancak bu izleme sürecinin kültürel miras politikalarının evrensel normlara göre geliştirilmesinde yeterli olmadığını, iyi yönetilmediğini ve tıkandığı söylenebilir. Yöneticiler Komite kararlarını ve sözleşmeden doğan yükümlülükleri genellikle bir "dış müdahale" olarak algılıyor. İstanbul için yaratacağı çok aktörlü katılım mekanizmaları ile ve kültür mirası politikalarının geliştirilmesi açısından bir fırsat olabilecek bu ilişki değerlendirilemedi.
|