Fotoğraf: Muhsin Akgün
2010 yılı İstanbullular için
yoğunlaştırılmış bir kültür/sanat yılı olacak benim içinse 1979 sonbaharında
başladığım çağdaş sanat serüveninde 30.yıl. Bu serüvene 30 yıl önce
Utarit İzgi ve Ali Muslubaş’ın Maçka’daki
mimarlık bürosunun zemin katında açtıkları ARMO Sanat
galerisinde yönetici olarak çalışmaya başladım.
O dönemde
Mimar Sinan Üniversitesi ve Marmara
Üniversitesinin yarattığı sanat iklimi geçerliydi. Bu üniversitelerden
mezun olan sanatçıların resim ağırlıklı üretimleri yanında dönemin aykırı
çıkışları, iki ya da üç bilinçli galeriyle sınırlı izleyiciye ve birkaç alıcıya
(koleksiyoncu) ulaşıyordu. En önemli öncü etkinlik, Mimar Sinan Üniversitesinin
düzenlediği Sanat Bayramı’ydı. Enstalasyon, bienal, küratör
v.b. terimler ve işlevler henüz gündemde değildi.
40 yıl sonra, içe
dönük, yalnız ve desteksiz bir ortamda düzeni değiştirmeye çalışan bireysel
girişimlerden küresel kültür sanayinde söz sahibi olmaya aday bir sanat ortamına
gelindi. Oldukça kısa bir süre sayılır; ancak kültür sanayinin hangi bölümünün
söz sahibi olduğuna bakmak gerekir. Üretim bölümü mü? Tüketim bölümü
mü?
İzleyen vardı alan yoktu
Yaklaşık 40 yıl
önce, 70’li yıllarda başlayan ve 80’li yıllarda bağımsız grup sergileriyle var
olmaya çalışan ‘çağdaş sanat’ üretimleri küçük bir izleyici
kitlesine ulaşıyordu ama alıcısı yoktu, dedik. Koleksiyoncular 20.y ilk
yarısında üretilen resimleri almaya başlamıştı. Yaşadıkları dönemin resimlerine
ve diğer üretimlerine dönüp bakmıyorlardı. Bu ilgisizliğin 90’lı yılların sonuna
kadar sürdüğü söylenebilir. Yerli üretimlere gösterilmeyen ilgi uluslararası
üretimlere de gösterilmedi! İstanbul Bienallerine
getirilen, ya da örneğin benim düzenlediğim onlarca uluslararası sergide sunulan
İstanbul’a özgü indirimlerle alınabilecek yüzlerce yapıta koleksiyoncular dönüp
bakmadılar bile.
Ayaklarına kadar gelmiş bu yapıtlar örneğin 10 bin avroya alınabilecekken,
bugün 100 bin Avro’ya bile alınamayabilir. Bu yitirilmiş olanaklara
bakıldığında, bugün koleksiyoncuların çağdaş sanat üretimine gösterdikleri
ilgiyi mercek altına almak ve onların gecikmiş çağdaş sanat coşkusu üstünden
sanat değerlendirmelerine girişmemek gerekir.
40 yıl önce çağdaş sanat
üretiminin önünde zorlu aşamalar vardı; özel sektör, devlet ve yerel yönetimler
zamanında bu aşamaların kolay geçilmesini sağlayacak olanaklar yaratmadı. Sanat
yapma biçimlerinin farklılaştığını, çeşitli sanayi malzemelerinin ve malların,
çoğaltma tekniklerinin işin içine girdiğini, sanat yapıtının temsiliyet
özelliğinin yerine siyasal, ekonomik, toplumsal düzene ilişkin bağlamlar kurma
özelliği taşıdığını kanıtlamak bu aşamalardan en zoruydu.
İkinci aşama,
bu üretimin uluslararası ortama tanıtılması ve rekabete sokulmasıydı. 1987-1995
arasındaki İstanbul Bienalleri, 90’ların başındaki iki Venedik
Bienali katılımı bu aşamaya hizmet eden etkinliklerdir. Bu etkinlikler
İstanbul odaklı uluslararası iletişimin temellerini oluşturmuştur; ancak bugün
bile bu işbirliklerinin var olan üretimin gereksinimlerini ve beklentilerini
karşıladığı söylenemez. Mikro düzlemde çağdaş sanat üreticisi kişisel olanakları
ile sınırlıdır; makro düzlemde kültür sanayinin güçlü kurum ve bireyleri bu
iletişim üstüne tekel oluşturma eğilimindedir.
Üçüncü aşama, iki kuşağın çoğalttığı, çağdaş sanat üretiminin
sanat pazarı ve kamusal parasal olanaklarla desteklenmesi, Türkiye kültür
politikası içinde bir anlam taşımasıydı. Bu üç aşama içinde en başarısızı da bu
üçüncü aşamaydı. 30 yıl sonra, henüz sağlam bir uluslararası nitelik kazanmamış,
yerel güdümlemelerle yürütülen bir sanat pazarı, gösteri etkinliği
(spectacle) güçlü ama toplumsal sorumluluğu zayıf kültür sanat
yatırımları bu aşamayı dolduracak nitelikler değil.
Anadolu
‘çeperde’ kaldı
Dördüncü aşama, çağdaş sanat üretiminin kitleler
tarafından izlenmesini sağlayacak, Anadolu kentlerini yaşadıkları dönemin görsel
sanatıyla buluşturacak kurumsal sistemin kurulmasıydı. Anadolu kentleri
‘çeper’ karakterinden çıkamadı, daha doğrusu artık bilinçli olarak
çıkarılmadığını düşünüyorum. Günümüz sanat üretiminin demokratik açılımından
geniş kitleler yararlanamıyor, görsel kültür etkinlikleri İstanbul’un merkez
ilçelerinden öteye gitmiyor. Anadolu üniversitelerindeki sanat fakülteleri bu
konuda atılım yapmaya çalışsalar bile, bu iş birkaç kesimin işbirliği içinde
gerçekleştirebileceği bir değişim olduğu için, yeterli bir sonuç yaratamıyor.
40 yıl önce başlayan çağdaş sanat gelişmesinin yaratıcıları
sanatçılardır; bu gelişmeyi başlatan ve 80’li ve 90’lı yıllar boyunca sürdüren
sanatçıları ‘geçiş öncüleri’ olarak nitelendirmek gerekiyor. Bugün yapılacak
herhangi bir retrospektif sergi bu geçiş öncülerinin işlerinden örnekleri
kapsamıyorsa, sanat tarihi açısından yanlış, eksik ve anlamsız bir
sergidir.
Piyasa aktörlerine dikkat
Sanatın
özverili süreçlerle gerçekleşen kendine özgü ve dünya sanat ortamı ile
bağlantılı gelişmelerini, geçici güncel eğilimlerle ve küçük bir alıcı-satıcı
grubunun heyecanlı piyasa oyunlarıyla değerlendirmek de son derece
sakıncalı! Bu nedenle, sanat üstüne yazanların, sanatla ilgilenenlerin
sanat pazarındaki hareketlenmeyi ülkenin sanat ölçütlerini belirlemeye yönelik
bir değerlendirme unsuru olarak sunanlara ihtiyatla yaklaşmalarını öneririm.
Henüz yerel sınırları aşamayan sanat piyasasının aktörlerini ve bu piyasanın
uyduları gibi çalışan herkesi bilirkişi olarak kabullenmemek daha bilge bir
yaklaşımdır.
Bu saptamalarım post-modern iyimserlik ve pozitif düşünce
çalışımı yanlılarına, ‘olumsuz’ ve ‘kötümser’ gelebilir. Buna karşın, belleksiz,
ölçütsüz, dizginsiz, dayanaksız bir kültür / sanat tüketimine boyun eğmek de
kültür sanayinin üretim bölgesinde ödün vermeden çalışan sanatçılara ve benim
gibi onların çalışmasına 30 yıllık katkısı olanlara olumsuz ve kötü
geliyor.
|