“Topyekûn Bir Planlama Kültürünün Oluşması Gerekiyor”
Afet bölgesindeki kentlerin yeniden yapılanma süreciyle birlikte Türkiye genelinde ‘kentsel dönüşüm’ çalışmalarının hız kazanması süreci kapsamında Simla Sunay, MSGSÜ öğretim üyesi Prof. Dr. Murat Cemal Yalçıntan ile bir söyleşi gerçekleştirdi.
6 Şubat Depremleri sonrası, afet bölgesindeki kentlerin yeniden yapılanma süreciyle birlikte başta İstanbul olmak üzere Türkiye genelinde ‘kentsel dönüşüm’ çalışmaları da hız kazandı. Bu süreçte, “yerleşim” kavramına dikkat çeken Simla Sunay, MSGSÜ öğretim üyesi Prof. Dr. Murat Cemal Yalçıntan ile deprem ve şehir/bölge planlama ilişkileri ve işleyiş sorunları üzerine konuştu. Sanıyorum depremle ilişkili olarak en az konuştuğumuz kavram “yerleşim”. Depremin büyüklüğü ve derinliği ilk baktığımız veri, öyle ya. Yıkımlar hakkında ise binada deniz kumu mu kullanıldı, beton kabuklu mu değil mi, kolon kesildi mi, demir etriye aralıkları doğru mu, konuşmak için artık mimar veya mühendis olmaya gerek yok. Bunca bilgiye/acı deneyime rağmen deprem bizim için hâlâ aniden, zamansız gelen ve çoğunlukla yapısal kusurlar nedeniyle öldüren bir “afet”. Oysa güvenli barınma sadece yapı temelli tartışabileceğimiz bir kavram değil. Barınma aynı zamanda “yerleşim” demek. Nereye, nasıl ve ne yoğunlukta yerleştiğimizle deprem ilişkisini daha çok tartışmalıyız. Tam da bu nedenle, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Murat Cemal Yalçıntan ile deprem ve şehir/bölge planlama ilişkileri ve işleyiş sorunları üzerine bir söyleşi yaptık. Simla Sunay: 6 Şubat 2023 depremleri çok geniş bir alanda/bölgede etkili oldu. 11 il farklı biçimlerde etkilendi. Çok sayıda can kaybettik ve çok sarsıldık. Bu söyleşiyi de büyük sancılar içinde çok uzun bir zaman diliminde yapabildik. Sanırım en zoru ilk soruyu seçmek. Belki şöyle yapabiliriz; deprem öncesi planlama süreçlerinden başlayabiliriz. Sizce depremin etkilerini önlemede ve azaltmada planlamanın sorumlulukları ve yüzleşmemiz gereken sorunlar neler? Murat Cemal Yalçıntan: Zor ve geniş kapsamlı bir soru. İşin teknik kısmında önce yer seçimiyle ilişkili konuları gündeme getirmekte fayda var. Şehir ve bölge planlamanın esas işlerinden birisi farklı işlevler için doğru/uygun yer seçimleri yapmak. Konut, çalışma alanları, hastaneler, okullar hep farklı yer seçim kriterleri üzerinden değerlendirdiğimiz işlevler. Ama hepsinin ortaklaştığı mesele afetler açısından güvenli yerler bulunması ve gelişme alanlarının bu yerlerde tanımlanması gereği. Güvenli yer derken elbette ve öncelikle deprem açısından sağlam bir zeminden bahsediyoruz. Ama buna ilaveten sellenme, erozyon gibi afetlerden de sakınmak istiyoruz. Tabii şehir planlamada yer seçimi yalnızca afet riskleri üzerinden yapılmaz; doğal kaynaklar da bizim için önemlidir. Dahası, bir yerleşmenin farklı özelliklerinden kaynaklanan çeşitli fırsatlar, tehditler ve potansiyeller olabilir. Dolayısıyla bizim için gelişme alanlarına ilişkin yer seçimi, farklı disiplinlerden uzmanlıklara da ihtiyaç duyulan, farklı teknikler kullanabileceğiniz (yerleşilebilirlik analizi vb.) bir karar sürecine karşılık gelir. Bu şekilde belirlenen kentsel gelişme alanları hem tehditlere, risklere karşı daha güvenli olacak hem de bir yandan kaynaklarınızı korurken, bir yandan da kentin potansiyellerini işlemeye, oluşmuş fırsatlarını yakalamaya da gayret edecektir. Esasen bütün kentlerde gelişme alanlarının bu yaklaşımla belirlenmesi gerekir. Yapılaşmış alanlarda da kentsel dönüşüm, yoğunluk artışı/azaltımı, taşınma gibi planlama kararlarının yine bu analiz/sentez çalışmalarının işaret ettiği şekilde alınması beklenir. Bu bağlamda, şehir planlama öncelikle son depremin gerçekleştiği illerde seçtiği gelişme alanları ve belirlediği yoğunluk kararlarının yerleşilebilirlik analizlerine ve planla belirlenmiş nüfus vs hedeflere ne derece uygun olduğu yönünde bir hesaplaşma yapmalıdır. Acaba kentler deprem riski açısından büyümeleri gereken yöne, nüfus hedeflerine uygun büyüklük ve yoğunlukta mı büyümüşler? Yoksa nüfus vs hedefleri çerçevesinde büyümeleri gereken alandan daha geniş bir alana mı yayılmış; bunu yaparken deprem riskini gözden kaçırmış, büyümeleri gereken yoğunluktan daha yüksek yoğunlukta mı büyümüşler? Büyüme yönü, büyüklüğü ve yoğunluğu ile yerleşilebilirlik analizini ve o kentin en üst ölçekli planının belirlediği hedefleri birlikte değerlendirmek gerekiyor bu sorgulamayı yapabilmek için. Büyüme, hedeflerin ve deprem riski açısından yerleşilebilir alanların dışına taşmışsa ve imar planları da bu duruma yol vermişse burada ciddi bir sorun var demektir. Kentin büyüme yönünü riskler, kaynaklar, potansiyeller ve hedefler dışında bir şeyler belirliyordur ve bu durum planlamayı esasından kopartır. Bu, tek başına bütün yıkımı açıklamaz elbet ama yıkımın büyüklüğü ve etkisi açısından önemli bir değişkendir. Diğer yandan, planlama belirsizlikler ortamında birçok değişkenden etkilenen kararlar üretmek demekse, plan kararlarını tek tek değişkenler üzerinden değerlendirmek doğru olmaz. Yine de planlamanın depremle ilişkili olarak aldığı ya da almadığı kararları belirlemek ve sorumluluğunu tartışmaya açmak mümkün. Basitçe, “fay hattının üzerindeki yerleşimin taşınmasını düşünmediniz mi?”; “sıvılaşma riski olan yerde yüksek yoğunluklu yapılaşma önerdiniz mi?” diye sormak makul olacaktır sanırım. Elbette bu sorumluluğu yalnızca uzmanların üzerine yıkamayız. Esasen kitaba aykırı işler yapılmasına sebep olan, zaman zaman TOKİ ya da Bakanlık üzerinden merkezi yönetimin de dahil olduğu bir yerel siyaset işleyişi var. Bu işleyiş plancıyı teknikere indirgemiş durumda. Kentin geleceğine ilişkin kararları bu siyasal yapı alıyor ve plancı da çoğu zaman bu kararları planlara işlemeye mecbur tutuluyor. Elbette kamu yararı olmayan işleri reddetmesini beklerim plancı arkadaşlarımızın. Ve teknikerliğin kabulünü çok pasif bir tutum olarak görüyorum ama bir yandan da işleri aşları üzerinden sınandıklarını biliyorum. Şunun da altını çizmek isterim; yerel siyasetin işleyişini illa yüksek siyasetle ilişkilendirmek gerekmez. Anadolu’da hemen her şehirde insanlar gelişme alanlarının kendi arazileri tarafında açılmasını isterler. Bu kentsel arsa ve daha fazla rant demektir. Hele aşiret, büyük aile gibi yapıların arazilerini düşünürseniz gelişme yönü konusunda yerel belediyenin, siyasetçinin ve plancının üzerindeki baskıyı tahmin edebilirsiniz. Sanırım yerelliği savunamadığım az sayıdaki durumdan birisi bu; bir tür kontrole ihtiyaç var. Kentin çevresini her yönden gelişme alanı olarak belirlerseniz, bu hem riskler, kaynaklar, potansiyeller hem planlama hedefleri bağlamında sıkıntılı sonuçlar doğurur. Farz edin 10 bin nüfus hedefiniz var ama 30 binlik kent planlıyorsunuz! Yolları, altyapısı, toplu taşıması hepsi 30 bin nüfusa göre oluşuyor mecburen. Yalnızca zemin kalitesi açısından yanlış yerlerde gelişme alanı açarak depremin yıkıcı etkisini arttırmak açısından değil, doğal kaynakların kaybı, gereksiz altyapı yatırımı, yönetilemeyen kentsel arsa ve rant gibi çok sayıda sorun kapıda demektir. Gelişme alanları kadar merkezde kalan yanlış yerlerde yanlış yoğunlukta yapılaşmış yerlere dair plan kararlarının da incelenmesi gerekir elbet. Fay hattı üzerinde yapılaşma tespit ettiyseniz, elbette taşıyacaksınız! Ya da zemini sıkıntılı bir alanda yoğunluğu daha düşük tutacaksınız! Fiiliyatta bunları yapamıyorsanız da riskin büyüklüğünü ve alınması gereken önlemin önemini tespit etmiş olursunuz. Oysa plan değişiklikleri yoluyla aksine bir durum oluşur genellikle kent merkezlerinde. Buradaki rant baskısı kentin çevresinden de çoktur ve yerel siyasetle iç içe geçmiş sermaye grupları devrededir bu kez. Sonuç olarak, ne kadar riskli olursa olsun yoğunlaşmanın yaşanmadığı bir kent merkezi hemen hemen göremezsiniz. Çok açık olanı da söyleyelim: Tahliye koridoru belirlenmiş ve o koridor üzerindeki yapılar seyreltilememişse, toplanma alanı belirlenmiş bir açık alanda plan değişikliğiyle yapılaşma öngörülmüşse, planlama işini yap(a)mamış demektir. Bütün bunları değerlendirdiğimizde sanırım iki konu var şehir planlama ile ilgili sorgulamamız gereken: Birincisi acaba plancı işini kitabına ve kamu yararına uygun yapmış mı; ikincisi rantiyer kesim diyebileceğimiz mülk sahipleri neler talep etmiş ve yerel siyaset bu taleplerle nasıl ilgilenmiş… Dolayısıyla hem planlama süreçlerini hem de yerel meclisteki (ya da merkezde yetkiyi almış idaredeki) karar süreçlerini yakından incelememiz gerekiyor. Bu şekilde planlamanın depremden kaynaklı yıkımdaki sorumluluklarını belirlemek ve sistemin işlemeyen kısımlarını tespit etmek mümkün; tabii çözümler geliştirmek de… SS Sizce depreme ilişkin planlama sorunlarının kurumsal boyutu ne? Sözgelimi Devlet Planlama Teşkilatı’ndan (1960-2011) Kalkınma Bakanlığı’na geçişin yanı sıra TOKİ, Özelleştirme İdaresi gibi kurumlar da kentsel planlamanın yeni aktörleri olarak müdahil olabiliyor. Şehir bölge planlamaya müdahil olan başka hangi kurumlar var ve bu kurumlar nasıl etkiyor? MCY DPT ve Kalkınma Bakanlığı daha ziyade bölgesel planlama ve kararlarla ilişkilendirilebileceğinden depremle doğrudan ilişki kurmak zor olabilir. Daha ziyade depremle ilişkili olarak tanımlanmış ve gereğinde imar planı yetkilerini de kapsayacak şekilde kurulup geliştirilmiş olan, son 20 senenin en etkili aktörleri arasında sayabileceğimiz TOKİ ve Çevre Şehircilik Bakanlığı var. AKP döneminde önce TOKİ güçlendirildi, daha sonra Bakanlığın kuruluşuyla TOKİ’nin yetkilerinin birçoğu Bakanlığa devredildi. Kuruluşuyla birlikte Bakanlık planlamaya dair birçok yetkiyi kendisinde toplamış durumda; öyle ki çok farklı konularda gerekli gördüğü haller oluşursa yerel yönetimlerin planlama yetkisini askıya alarak doğrudan kendisi imar planı yapabiliyor. Son dönemde bunun en iyi örneği Kanal İstanbul. Kanala dair bütün imar planları İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı baypas edilerek Bakanlık tarafından yapıldı. Esasen bu yetkilerin kullanılması, gerek Bakanlığın kuruluş yasasında, gerek ilgili özel yasalarda koşullara bağlanmış ve bu koşullar kamu yararı ile ilişkilendirilmiş olsa da Bakanlığın sık sık bu yetkiyi doğrudan rant yaratma ve paylaştırma amacıyla kullanıyor olması sanırım en büyük sorun. En son bir örnek var mesela; Kemerköy yerleşmesi içerisindeki yeşil alanları, göletleri ve golf sahasını Bakanlık önce 6306 sayılı Afet Yasasına dayanarak Rezerv Alan ilan ediyor ondan sonra da o rezerv alanı hazırladığı ve onayladığı imar planlarıyla yapılaşmaya açıyor. Özel yasa ile kendisine verilmiş bir yetkiyi, Rezerv Alan ilanı ve imar planı hazırlama/onaylama yetkisini, yasanın amacı dışında kullanıyor. O zaman kurumlara ve mevzuata yönelik şüphelerimiz artıyor. Çok daha sınırlı uygulama imkânı olmakla birlikte Özelleştirme İdaresinin, Turizmi Teşvik Kanunu üzerinden Kültür ve Turizm Bakanlığının da kullanabildikleri planlama yetkileri var. İstanbul’da birçok 5 yıldızlı otel böyle yapıldı misal. Tabi bu imar planı yapma yetkisini çeşitli vesilelerle merkezileştirme eğilimi, iktidarın özellikle metropol kentleri ekonomik büyüme açısından önemli bir araç olarak görmesi ile doğrudan ilişkili. AKP iktidarı planlama yetkisini merkeze alarak bir yandan rant çıkarabileceği her alanı kurcalıyor, bir yandan da rantın dağıtımında birinci el haline geliyor. Yani devlet diyor ki madem bu araziler bunca rant yaratıyor ve bunca talibi var ve bu totalde ciddi bir ekonomik büyümeye karşılık geliyor; o zaman arazi ve rant yönetimi de bizim tarafımızdan yapılır. Tabii bu planlama açısından ciddi bir sorun; merkezin dilediğince aralara girdiği bir planlama alanında bütüncül planlama yaklaşımını uygulamak mümkün olamıyor. Dahası, Bakanlığın yetkiyi aldığı yerlerde bütünü önemli derecede etkileyen/bozan planlama kararları söz konusu olabiliyor. İstanbul’un kuzeyine geliştirilen mega projelerin İstanbul Çevre Düzeni Planı ile yapılaşmaya kapatılmış alanlara yapılaşma baskısını başlattığını, hatta Kanal İstanbul projesi ile bu baskının yönetiminin de merkeze alındığını söyleyebiliriz. Daha küçük ölçekte bir örnekle, Kemerköy’de Bakanlığın Rezerv Alan ilan ederek yapılaşmaya açtığı alanın AFAD tarafından Toplanma Alanı olarak belirlenmiş olduğunu biliyoruz. Yani özetle merkezin planlama yetkisini üstlendiği her durumda esasında bütüncül bir planlama sürecinin bozulma ihtimali artıyor. Deprem bölgesinde bu yetkilerin nerede nasıl kullanıldığını detaylı olarak bilmiyorum. Antep’te kentsel dönüşümle ilgili çok sayıda karar olduğunu ve bu kentlerin tamamında TOKİ konutları olduğunu biliyorum. Bu yetkilerin kullanıldığı bölgelerin özel olarak çalışılması ve yaşanan deprem felaketi ile birlikte değerlendirilmesi önemli elbette. Özetle, merkezi yönetimin planlama yetkisini üstlendiği her durumda yerelin yapmış olduğu iyi bir planlama sürecinin bozulma ihtimali artıyor ama yalnızca merkeze yıkamayız bu sorumluluğu… Çünkü yerelde hazırlanan bütüncül plan önce yerel mecliste delik deşik ediliyor; plan değişiklikleri nedeniyle bütüncül planınız hedefleriyle ilişkisini kaybediyor ve ortaya sürekli daha çok büyüyen ve yoğunlaşan kent dokuları çıkıyor. Plan değişikliği süreçlerinin yeniden tanımlanmasını ve zorlaştırılmasını çok önemsiyorum. SS Planlama alanında yaşanan sorunların yasal boyutları neler? 2012’de kabul edilen Afet Riski Altında Bulunan Alanların Dönüştürülmesi Yasası neyi, nasıl değiştirdi? Bir örnek Adıyaman Besni ilçesi merkezindeki Cirit Meydan Mahallesi’nde böyle bir dönüşüm öngörülmüş ancak diğer mahallelerde de büyük yıkım yaşandı; kent merkezleri öncelikli olarak mı ele alınıyor? MCY Deprem bölgesinde merkezi yönetimin planlama yetkisini ne ölçüde aldığını ve kullandığını bilmiyorum. Riskli alan ve rezerv alan ilanlarını inceleyerek bu soruya kesin bir yanıt verebiliriz. Bunların merkezde mi yoksa kentin diğer kesimlerinde mi olduğuna dair bir şey söylemek de güç. Genel anlamda kentin merkezinde kalmış yoksul mahallelerin riskli alan ilanlarıyla karşılaşma ihtimali merkezin rantı nedeniyle yüksek oluyor. Ama riskli alan ve rezerv alan ilanlarıyla kentin çeperlerinde gelişme alanları açıldığına da şahit olduk. Burada altı çizilmesi gereken yasanın doğal risklerin etkisini azaltmak için geliştirdiği araçların sıklıkla rant için kullanılmış olduğudur! Maalesef doğal afetlere dayalı riskler üzerinden bir müdahale önceliği belirlemedi AKP iktidarı. Oysa bütün Türkiye’de afet risklerinin daha büyük olduğu alanlar farklı ölçeklerde hazırlanmış planlama çalışmalarında belirlenmiş olmalı şimdiye kadar. Ellerinde bu yönde bir veri olmasına karşın kentsel dönüşümde önceliğin bu alanlara değil de rantın daha yüksek olduğu alanlara verildiğinin altı çizilmeli ki kimse de bizi “kentsel dönüşümü engellediler!" diye suçlamasın. AKP’nin bu tercihinde kentsel dönüşümün finansmanını müteahhitler üzerinden sağlama tercihi de belirleyici oldu elbet; müteahhit kar edebileceği alanlarda girdi bu işe doğal olarak. Bu da afet risklerini azaltma amaçlı bir yasanın inşaat sektörünü destekleme yasası gibi çalıştırılmasına neden oldu; yasaya ve uygulayıcılarına duyulan güven azaldı! Yasaya eklenmesi gereken bir konudur kentsel dönüşümde önceliklerin nasıl belirleneceği; bu kadar keyfiyetin, serbest piyasacılığın istenen sonuçları vermediği anlaşıldı! Öncelikleri de belirleyecek bir Afet Master Planının zorunlu olması gerektiğini düşünüyorum. Bu plan kapsamında afetlere karşı alınacak önlemlerle birlikte afetin hemen sonrasına dair mekânsal planlama da yapılmalı; bu şekilde her depremden sonra yaşanan çadır kentlerin, geçici ve kalıcı konutların yer seçimine ilişkin tartışmaların da afet öncesinde çözümlenmiş olması sağlanır. Tabii, afet master planının aldığı mekânsal kararlar itibariyle imar planlarında tavsiyeden öte bir etkisinin olması gerektiği de açık! Afet master planının taşınması gereken yerleşme olarak belirlediği bir alana imar planının yoğunluk artışı vermesi, iktidarın imar affı getirmesi gibi koordinasyonsuzluklardır öncelikle bu büyük afetin sebebi… SS Afet Master Planının çağrışımıyla sormak isterim;“afete dirençli kent” ve “afete dirençli şehir planlama” ne demek? Bu yeni bir kavram mı? Bu kavram odağında bazı projeler üretiliyor, siz ne düşünüyorsunuz? MCY Sakınım planlaması ile birlikte 2000’lerde sık sık duyduğumuz bir kavram, planlama yaklaşımı. Dünya Bankası gibi uluslararası kurumların sahiplendiğini ve çeşitli projelerle desteklediğini biliyoruz. Afete dirençli kenti esasen doğru bir şehir planlama, iyi bir altyapı ve toplumun ortak çabalarıyla afetlere ve belirsizliklere karşı dirençli, bu tip durumlarda ortaya çıkan kriz koşullarını iyi yöneten, o koşullara uyum sağlama kapasitesi olan bir kent (ve topluluklar) olarak düşünebiliriz. Tabi burada afete dirençli kent nasıl planlanır şeklinde ikinci bir soru ortaya çıkıyor. İlk sorduğunuz soruda saydığımız risklerini iyi belirlemiş ve o risklere karşı önlemlerini iyi almış, yer seçim kararlarını geliştirmiş ve uygulamış bir şehir planlama pratiği başlangıç olacaktır. Klasik imar planlama anlayışından sıyrıldığınızda az önce bahsettiğimiz afet master planını da bu kapsamda düşünebilirsiniz. Ancak bunlarla birlikte, yaklaşımın önemli bir belirleyicisi daha var; kentte yaşayan toplulukların planlama sürecine katılımı ve bu süreçten güçlenerek (empowerment) çıkmaları… Kararları alırken kentte yaşayan topluluklarla iletişimi olabilecek en üst seviyeye çıkartarak kentteki toplulukların benimsemesini, uygulamasını ve aykırı/riskli işler yapmamasını sağlayan bir şehir planlama pratiği olması beklenir. Burada toplulukların güçlenmesinin afetten sakınmak ve afet sonrası organizasyon açısından getireceği avantajları vurgulamak isterim. Doğrusu Türkiye gibi afet risklerinin yüksek olduğu ülkelerde şehir planlarının tamamının bu yaklaşımla, afete dirençli olarak hazırlanması gerektiğini düşünüyorum. SS Ancak sanırım “afete direnç” hedefindense “kalkınma” daha öncelikli…2010’da yayımlanan resmi bir kararla Adıyaman, Malatya, Kahramanmaraş illeri kalkınmada “Birinci Derecede Öncelikli Yöreler” kapsamına alınmış; bu karar bu şehirleri nasıl etkilemiş olabilir? Öncelikle “kalkınma” ne demek? Kalkınmadan hükümetler ne anlıyor? Kalkınma planlarının önceliği ne? Kalkınma planları depremi ne kadar dikkate aldı? MCY Teoride şunu rahatlıkla söyleyebilirsiniz; kalkınma planları hazırlanırken ülkesel/bölgesel düşünmek gerekir, hatta bazı örneklerde ulusal sınırların dışına çıkan yaklaşımlar bile söz konusu olabilir. Kalkınmada öncelikli olarak tarifleyeceğimiz yerlerin de ciddi potansiyellere sahip olmasını, riskler açısından da diğer şehirlerden daha az risk barındırıyor olmasını bekleriz. Ama yine biliyoruz ki artık klasik anlamda mekânsal kararlar içeren kalkınma planları yapılmıyor. Bu planlara en yakın sayabileceğimiz mekânsal plan türü sanırım 1/100.000 ölçekli Çevre Düzeni Planları. Bu planlarla her ilin koruma-kullanma dengesi ve sürdürülebilirlik çerçevesinde vizyonu; ekonomik, ekolojik, toplumsal ve mekânsal stratejileri oluşturulmaya çalışılıyor. Ama bunlar da çoğunlukla bölgesel bir ele alışla hazırlanmadığı için iller arasında iş birliği ve paylaşımdan çok rekabet doğuruyor. Bizde kalkınmada öncelikli illerin bu planlar dahi incelenmeden belirlendiğini düşünüyorum. Muhtemelen bazı nüfus ve ekonomi göstergeleriyle, lobi faaliyetleri etkili oluyordur. Zaten burada konuştuğumuz kavram da kalkınmadan ziyade ekonomik büyüme kanımca. Kalkınma topyekûn bir gelişmeye işaret ederken ekonomik büyüme yalnızca ekonominin hacminde niceliksel bir artışla sağlayabileceğiniz bir durum. Kalkınmada öncelikli il de basitçe “daha çok özel sektör yatırımı çekmek istediğiniz il” demek oluyor! Saydığınız illerin özellikle deprem açısından ciddi riskler barındırdığını artık hepimiz çok iyi biliyoruz. Kalkınmada öncelikli il kararı verilirken belli ki bu kriter değerlendirilmemiş ya da değerlendirildiyse de karara etki edememiş. Yine teoride risklerin de en az potansiyeller kadar önemle değerlendirilmesi gerektiğini, teşviklerle yatırımların, dolayısıyla da nüfusun çekileceği bu kentlerde oluşabilecek afetlerin daha çok can ve mal kaybına neden olacağı açık. Diğer yandan şunu da söylememiz gerekir; on yıllardır özellikle İstanbul’un ülkenin başat metropolü olduğu, nüfusu ve ekonomisi itibari ile ciddi orantısızlıklar yarattığı tespitinden hareketle Anadolu’da çeşitli kentlerde yeni gelişme kutupları oluşması, yatırımlarla birlikte göç etmek isteyen nüfusun da buralara akışının teşvik edilmesi konuşuluyor. Kalkınmada öncelikli iller uygulamasının 1990’lardan bu yana böyle bir işlevi olmasını bekleriz. Ama duyduklarımız bu iller listesinin siyasetin ve bürokrasinin çeşitli kademelerinden etkilere açık olduğu ve çok da objektif kriterler üzerinden belirlenmediği yönünde. Bu da çalışılması gereken bir konu; riskleri de içine alacak şekilde doğru belirlenmiş bir kalkınmada öncelikli iller listesi göçün yönetilmesini kolaylaştırır, refahın artışını sağlar, dahası bu tip felaketlerde can ve mal kaybımızı kesinlikle azaltacaktır. SS Oluşturulan bu birtakım illere göre (kalkınma vb. için) listeler aslında bir “bölgesellik” içermiyor ya da hedeflemiyor, pekibölge ölçeğinde planlama nasıl işliyor? Makro ölçekten kent ölçeğine kadar aşamalar neler? Çevre düzeni planları neye göre yapılıyor, uygulamadaki aksaklıklar neler? MCY Piyasa dinamikleri neoliberal dönemde dayatma istemiyor ve devletler de yatırıma çok ihtiyaç duyduğundan uzun süreli bölge planlarından uzaklaşıyorlar. Bölge ölçeğinde planlama Türkiye’de de uzun bir süredir yapılmıyor. Bu yapılmadığı için kalkınmada öncelikli iller vb. kararlar güçlü analizlere dayanmayan siyasal kararlar haline geliyor. Bölge ölçeğinde sayabileceğimiz havza planlaması örnekleri var ama onların da esasen yerleşmelerin nasıl olacağına dair geliştirdikleri kararlar konusunda bir iddiaları yok; daha çok doğal olanı korumaya odaklanıyorlar. Yerleşmelerin geleceğine dair ilk aşama kararları geliştiren en üst ölçekli plan Çevre Düzeni Planı. Genellikle 1/100.000 ölçekte ve genellikle Bakanlık ihalesi ile yapıldı bugüne kadar; belirli koşullarda valilikler, il özel idaresi ya da Büyükşehir belediyeleri de üstlenebiliyor bu planı hazırlamayı. Bakanlık ihalesinin avantajı NUTs2 bölgelerine göre ihale açılması oldu. Bu şekilde birden çok il aynı ekip tarafından planlandı ve yer yer bir bölge planı ele alışıyla çalışıldı. Örneğin, benim de içinde olduğum Doğu Karadeniz (TR90) ve Orta Karadeniz (TR83) adlı iki ihale toplam 9 ili kapsıyordu. Bu sayede Karadeniz’in önemli bir bölümünü birlikte düşünerek planlama imkânımız oluştu. Çevre Düzeni Planı iki önemli hedefe odaklanarak geleceğe dair bir kurgu oluşturur: Sürdürülebilirlik ve yerel ekonomik gelişme. Bu stratejik kararlarla birlikte, sürdürülebilirlikle de ilişkili olarak geliştirdiğimiz yerleşebilirlik analizleri esasen yerleşmenin hangi yöne ve ne büyüklükte gelişebileceğine dair önemli bir girdi oluşturur. Bir risk (deprem, sellenme vb.), doğal kaynak ya da potansiyelle (tarım toprağı, sulak alan, maden vb.) ilişkilenmeyen, yerleşmeye uygun eğimde ve özelliklere sahip alanları belirler, bu alanlar içerisinde nüfus ve ekonomik hedeflerle birlikte düşündüğümüz gelişme alanı kararlarını veririz. Yerleşime uygun alanınız azsa ya nüfus artışını kontrol ederek az büyüyeceksiniz ya da yerleşime açık alanda yoğunlaşacaksınız, başka bir seçenek yok. Tabii, nihai yapılaşma kararlarını daha küçük ölçeklerde yapılan analizlerle veriyoruz ama Çevre Düzeni Planı bu kararlara dair önemli ve belirleyici bir aşama. Örneğin, çevre düzeni planı kompakt bir kent önermişse imar planında düşük yoğunluklu, saçaklanan bir kent planlayamazsınız. Ama üzülerek anlıyoruz ki deprem bölgesinde gelişme alanları yerleşime uygun olmayan arazilere de çokça kaymış. Bu planların hazırlanma sürecinde pratikte şöyle bir şey olduğunu şahsen biliyorum: Çevre düzeni planı yapan ekipler genellikle o kentlerde ya da civar kentlerde çalışan ekiplerden çıktı. Bu da doğal bir durum ama şöyle bir sonuç verdi: Kendileri, çok yakın ilişkide oldukları başka ekipler veya iş alışverişi yaptıkları belediyeler tarafından hazırlanmış imar planlarında alınmış gelişme yönü ve büyüklüğü kararları yeterince sorgulanmadan kabul edildi ve Çevre Düzeni Planının gelişme alanı olarak belirlendi. Bu süreçte yukarıda anlattığım yerleşebilirlik analizlerinin yeterince belirleyici olamadığını düşünüyorum. Yani, kitapta yazanın tam aksini yapmış olduk; hiyerarşik kademelenme çerçevesinde yukarıdan (ÇDP’den) aşağıya (imar planlarına) uyulması gereken kararlar zinciri oluşturmak yerine aşağıdan alınmış gelişme kararlarını yukarıya taşıdık. Bizzat biliyorum ki bazı planlar bu şekilde hazırlandı. Bu planlarda belirlenmiş gelişme alanlarının incelenmesi ve neden böyle belirlendiklerinin sorgulanması gerekir. SS Çevre Düzeni Planı gibi büyük ölçekli planların imar planlarıyla çatıştıkları noktalar neler? Sözgelimi kat yüksekliklerine dair imar-tadilat kararlarının sıkça değişikliğe uğraması, kat yüksekliklerinin artırılması ile çevre düzeni planları arasında bir çatışma var mı? MCY Kitabına uygun yapıldığında riskler açısından yanlış yöne ve büyüklükte gelişme alanı belirlemiş imar planlarını tespit ederek düzeltme imkânı verir Çevre Düzeni Planı. “Bu kent 20 sene sonra şu sektörler üzerinden, şu özellikleri korumak suretiyle gelişecek; nüfus hedefi yaklaşık XXX olacak; yerleşime açabileceğiniz alanlar sınırlı olduğundan kompakt (yoğun) bir yerleşme modeli tercih edilmesi gereken bir yerleşmedir” gibi size imar planlarında rehberlik edecek kararlar üretilir. İmar planlarında sizin yapmanız gereken de sunulan rehbere uygun kararlar geliştirmek ve bunları giderek uygulamaya esas kılacak hale getirmektir. Ama çevre düzeni planları Türkiye’de çok geç hazırlandı; birçok kentin imar planları zaten vardı ve bu planların kararlarını değiştirmek de yerel siyasetin alanına girdiğinden oldukça güçtü. Bizim gibi yerel olmayan ve çok büyük alanlarda çalışma yürüten plancılar Çevre Düzeni Planlarında imar planlarını bozucu kararlara cesaret etti ama çoğunluk imar planlarını esas aldı. Zaten Karadeniz’de bizim aldığımız kararların da uygulanmadığını, yanlış yön ve büyüklükte gelişme alanı belirlemiş imar planlarının uygulanmaya devam ettiğini söyleyebilirim. Orada da biliyorsunuz sellenme çok büyük bir problem… Üst ölçek plan açısından gecikmişlik ve yerel siyasetin işleyişi ÇDP ile imar planları arasındaki bu gerilime neden oldu diyebilirim. Yani düşünün İstanbul’da alınmış nüfus hedefi, gelişme alanları gibi kararların çoğu bizzat merkezi yönetimin tercihleri ile kadük hale getiriliyorsa yerel siyasetin ÇDP’na uygun davranmasını ne kadar bekleyebilirsiniz ki! Belli ki planlamaya dair bir gelenek oluşturamamış durumdayız. Elbette imar planı değişiklikleri de ÇDP ile getirilmiş kararları zaman zaman zorlayabiliyor. Ne yapabiliriz? Mevzuatta afetlerden sakınım çerçevesinde yerleşebilirlik meselesini daha sıkı koşullara bağlamayı düşünmeliyiz. Tabi sadece yasama ile çözülebilecek bir sorun değil bu. Belediyelerde çalışan plancı arkadaşların çok dikkatli olması, ÇDP’na aykırı gördükleri kararları meclise taşımamaları veya aykırı olduğu bilgisi ile taşımaları gerekiyor. Yoksa sorumluluk onların! Yine sivil toplum ve meslek odalarının da meclisin onaylaması halinde bu tip planları idari yargıya taşımaları gerekiyor ki öngörülmemiş gelişme alanları ve yoğunluklar oluşmasın! İdari yargı da meseleyi bu kapsamda ele alırsa mesleki ve sivil denetimin önemli bir fonksiyonu olabileceğini düşünüyorum. Uzmanın şerhi ve meslek odasının/sivil toplumun bu şerhle birlikte itirazı güçlü bir yol olabilir. Tabii bu noktada da uzmanın iş güvenliği meselesi sorun olmaya başlıyor. Özellikle küçük belediyelerde uzmanın şerhi bugünkü koşullarda çok ender görebildiğimiz bir durum… Topyekûn bir planlama kültürünün oluşması gerekiyor diyebilirim. Yerel ve merkezi siyasetin aktörleriyle birlikte, kentte yaşayan toplulukların, diğer kamu ve özel kurum ve kuruluşların, mimarlık dahil ilişkili meslek alanlarının ama en önce planlama meslek alanının kabul ettiği, geliştirdiği, sahip çıktığı bir kültür… SS İmar planlarından devam edebiliriz…Depremle yapı yoğunluğu ilişkisi de önemli bir mesele, ilk sorunun cevabında da biraz bahsetmiştiniz, açabilir miyiz?İmar planlarına getirilebilen "yoğunluk artışı" kararı ne anlama geliyor ve ne gibi sonuçlar/riskler doğurabilir? Örneğin, Adıyaman merkezde, depremde tümüyle yıkılan Grand İsias Oteli’nin 5 kattan 7 kata kadar çıkması böyle bir karar sonrası olmuş diye biliyoruz… MCY Yoğunluk artışı basitçe imar açısından mevcut yapı yoğunluğunun arttırılması kararıdır. Yani üç katlı yapıların olduğu bir yere altı kat izni verirseniz, imar planıyla öncekine göre iki kat daha fazla inşaat alanından, genellikle de daha yüksek yapılardan oluşmuş bir doku oluşur. Bu yapılar mevcut sokak dokusu üzerinde inşa edileceği için bu yoğunluk sokakta yaşayan, yürüyen için hissedilir bir yoğunluk haline gelecektir. Tabi yapı yoğunluğu aynı zamanda nüfus yoğunluğu ve araç yoğunluğu anlamına da gelir. Mevcut yerleşmenin içinde, aynı yerde yoğunlaştığınız için nüfusun ve araçların ihtiyaç duyduğu altyapı ve donatıların artması pek mümkün olmaz. Tabi deprem gibi büyük felaketlerde bu tip yoğun alanlar çok daha zor koşullar yaratacaktır. Toplanmanız sorun, tahliyeniz sorun, kurtarma çalışmaları sorun; her şeyin çok daha sorunlu hale geldiği koşullar oluşacaktır. İlk soruda aktarmaya çalışmıştım; herkesin kendi arsasına ve yapısına daha fazla rant yani daha yüksek imar talep ettiği bir ortamda kaçınılmaz bir sonuçtur ve bu sorunun giderilmesi ancak mülkiyet haklarının sınırlandırılması, rantın yüksek oranda vergilendirilmesi ile mümkündür. Ancak İsias Otel örneğinde önce 5 katlı verilmiş inşaat ruhsatının inşaatın önemli bir kısmı tamamlandıktan sonra 7 kata çıkarıldığını öğrendik ki, bu bir cinayet! Burada mevcut düzenlemelere tamamen aykırı bir uygulama var… SS Hepimiz biliyoruz ki deprem kentsel dönüşüm için “geçerli” bir gerekçe olarak görüldü ve bu uygulamaya da yansıdı. Ancak “kentsel dönüşüm” çok tartışmalı bir kavram. Kentsel dönüşüm ile deprem ilişkisi sizce nasıl kuruluyor? Kentsel dönüşümün halihazır uygulamaları hakkında siz ne düşünüyorsunuz? MCY Bu konuda çok konuştuk ve kimsenin dinlemiyor olmasından dolayı da umudu kestik, sessizleştik maalesef. Özetle şöyle cevaplayabilirim: Türkiye’de kentsel dönüşüm 1999 depreminden sonra gündeme geldi. Öncesinde kentsel dönüşüm kavramı, uygulaması, mevzuatı hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla kentsel dönüşüm bende direkt depremi çağıran bir kavram. Zaten konuşmaya başladıktan uzun yıllar sonra çıkan 6306 sayılı yasayla da kentsel dönüşüm afet/deprem ilişkisi net bir şekilde kuruldu. Afetler genel anlamda kentsel dönüşümün öncelikli gerekçesi olarak sunuldu ama elbette kentsel dönüşüm literatürüne baktığımızda düzensiz, sağlıksız yapılaşma, eskimiş yapı stoğu, işlevini kaybetmiş sanayi, liman vs konuları da kentsel dönüşüm bağlamında düşünebileceğimizi biliyoruz. Depremle kurulmuş bu güçlü ilişkiye rağmen, benim örneklerini iyi bildiğim İstanbul’da kentsel dönüşüm alanlarının deprem riski açısından güvenli sayabileceğimiz zeminlere sahip mahallelerde ilan edildiğini, çoğu zaman rantın öncelikli motivasyon olduğunu, geliştirilen projelerin uygulanmasıyla yerinden edilmelerin yaşandığını, mahallelerin sosyo-ekonomik koşullarının dikkate alınmadığını vs. gördük. Birinci tespit kentsel dönüşüme dair kapsamı doğru yerleştiremedik, rant odaklı kurduk. İkincisi dönüştürdüğümüz alanlarda yaşayan insanlara uygun bir dönüşüm modeli geliştiremedik, onları yok saydık, çoğu zaman yenilemenin ötesine geçemedik. Depremle hiçbir ilişki kurulmayınca da doğal olarak bu projelere karşı çıktık. Literatürde kentsel dönüşümün kapsamının fiziki yapının yenilenmesin ötesine geçmesi bekleniyor; ekonomik sosyal anlamda bir canlanmayı da içerecek şekilde kurulması öngörülüyor. Evet, bizde formüle edildiği ve uygulandığı haliyle kentsel dönüşümle aram pek iyi değil ve Cumhurbaşkanının suçlu ilan ettiği kentsel dönüşüm karşıtları arasında yer alıyorum. Ama kabul görecek kentsel dönüşümü de defalarca anlatmaya çalıştık; afetlere direnç geliştirmeyi önceliğine alan, binaları güçlendirme ve yenilemeyle birlikte içinde yaşayan toplulukları da güçlendiren, içinde bulunduğu kentle ilişkisini arttıran bir kentsel dönüşüm mümkün dedik. Bunları talep ettik diye suçluysak, varsın öyle olsun! SS Uzun süredir kamuoyunun konuştuğu bir diğer kavram da “deprem toplanma alanları”. Deprem toplanma alanlarının işlevi ve donatıları neler? Planlamada bu kapsamla yeri var mı? 6 Şubat depremlerinin etkilediği bölgede deprem toplanma alanları kentsel planlamada belirlenmiş miydi? MCY Mevzuatta “deprem toplanma alanı” imar planları kapsamında tanımlanmıyor, dolayısıyla imar planlarında deprem toplanma alanlarının gösterilmesi de kanuni açıdan zorunlu değil. Deprem toplanma alanı kadar önemli bir diğer karar da “tahliye koridorları”; bunlar da imar planlarında gösterilmek zorunda değiller. Zaten toplanma alanları ve tahliye koridorlarına ilişkin kararlar imar planlarında alınmıyor; bu kararları AFAD alıyor, bazen de belediyeler inisiyatif alıp belirleyebiliyor. Planda gösterilme zorunluluğu olmaması ciddi bir eksiklik. Toplanma alanı olduğunu planda göremediğiniz açık bir alan hakkında yapılaşma kararı getirebiliyorsunuz; nitekim İstanbul’da bir gazete haberine göre son on yılda toplanma alanlarının yüzde 70’i yapılaşmaya açılmış durumda. Toplanma alanları ve tahliye koridorlarının imar planlarına muhakkak işlenmesi gerekiyor. Hatta kenti çok iyi çalışarak karar üreten imar planları ile belirlenmesi de söz konusu olabilir. Ayrıca bu iki kararın İBB Genel Sekreteri Buğra Gökçe’nin önerdiği şekliyle “imar planlarında değiştirilemez” hükmü ile ya da çok ama çok sıkı kurallara bağlanarak değiştirme opsiyonu tanınacak şekilde imar mevzuatına eklenmesi gerekiyor. SS Tüm ülke için tek bir deprem yönetmeliği uygulanıyor; bunda depremin bölgesel değil ülkesel bir sorun olduğu yaklaşımı belirleyici. Bu yaklaşım olumlu olsa da; bu depremle öğrendik ki Kuzey Anadolu Fayı ile Doğu Anadolu Fayı farklı fay davranışları göstermenin yanında farklı yer kabuğu özelliklerine de sahip. Bu durumda deprem yönetmelikleri bölgesel olarak daha ayrıntılı hazırlanabilir mi? MCY Bu soru benim uzmanlığım dışında kalıyor; deprem bilimcilerin ve onların aktardığı bilgilere göre inşaat mühendislerinin çalışması ve kararlaştırması gereken bir konu. Mantıken diyebileceğim şundan ibaret; gerçekten de faylar farklı özellikler gösteriyorsa ve bu özellikler karşısında alabileceğimiz teknik önlemler varsa muhakkak bunların yönetmeliklerle tanımlanması beklenir. Bu özellikler yere özgü değişiklikler gösteriyorsa da elbette bu düzenlemelerin bölgesel/yersel detayda hazırlanması gerekecektir. SS TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası’nın iki yıl önce gündeme taşıdığı ve bazı vekiller tarafından TBMM’ye sunulan ve TMMOB içinde tam uzlaşılamayan “fay yasası teklifi”, İçişleri Bakanının üç kez basın önünde “Yasayı çıkarıyoruz” açıklamalarına karşın çıkarılamadı. Yasa, 6 Şubat depremleri ardından yeniden gündeme geldi. Bu teklif ve tartışmaları hakkında siz ne düşünüyorsunuz? MCY Bu fay yasası teklifi bir taslak olarak elime geçmiş değil. Gazetelerden gördüğüm kadarıyla faya belirli bir mesafeye kadar yapılaşmaya izin verilmemesini zorunlu tutan bir düzenleme öneriliyor. Ne kadar gerekli emin değilim; yeni bir yasa yerine imar mevzuatına ekleyeceğiniz bir maddeyle bu düzenlemeyi yapabilirsiniz. Madem durum deprem bölgesinde gördüklerimiz kadar kötü ve fayın üzerine yapılmış yapılar var; o zaman bu düzenlemenin yapılması da iyi bir fikirdir diye düşünüyorum. Ama planlamanın kitabi olarak uygulandığı bir durumda zaten fay çizgisi üzerine de yakın çevresine de yapılaşma izni vermezsiniz!
SS Bu kısma kadar daha çok deprem öncesine dair planlama meselelerini konuştuk, peki, “deprem sonrası” kent planlama yöntem ve önerileri hangi aşamaları içeriyor? MCY Depremin şiddeti ve verdiği hasara göre farklı şekillerde yanıtlanabilir bir soru. Bugün misal Antakya’da farklı Antep’te farklı düşünmek durumundayız. Ya da tamamen yok olmuş bir yerleşme olan Nurdağı’nda farklı yaklaşmalıyız planlama ve dolayısıyla yeniden inşa süreçlerine… Şöyle yaklaşmak makul görünüyor; öncelikle deprem bölgesinde kalmış insanların barınma ihtiyacını çözmeniz lazım. Bu da ilk etapta çadır, ikinci etapta geçici konutlarla çözülmesi gereken bir mesele. Çadır kentlerde ve geçici konutlarda bir yandan da insanların sosyal ve ekonomik anlamda ayakta kalmalarını sağlayabilecek bir mekanizma da kurmanız gerekiyor. İdealinde bu alanların Deprem/Afet Master Planında belirlenmiş olması beklenir. Geçici barınma sorununu insan onuruna uygun şekilde çözdükten sonra kalıcı konut alanlarını kentin bütün diğer fonksiyonlarıyla birlikte düşünmeniz ve planlamanız gerekiyor. Tabii, önce, yerleşebilirlik analizleri; hem riskler ve tehditler hem mevcut değerler, kaynaklar ve potansiyeller açısından… Buradan çıkan sonuçlara göre rasyonel bir yerleşme alanı seçimi gerçekleşecek, ardından da çalışma alanları, kentsel hizmet ve donatıları, rekreasyon ve ulaşım imkanları ile birlikte düşünülmesi gereken konut alanları belirlenecektir… Tabii bütün bunların varsa kentin ayakta kalan ve yaşamaya devam edecek kısmıyla kurması gereken ilişkiler… Eski yerleşmeden yenisine taşımak isteyeceğiniz kimlik; tarihsel, kültürel, sosyal ve ekonomik özellikler… Yani öyle “konutları yapacak alanları belirledik, haydi vaziyet planı ve konut tip projelerini hazırlayın” popülizminden uzak, planlamanın çok boyutlu, kapsayıcı ve uzun dönemli yaklaşımını esas alan bir planlama süreci. Bu süreç bir yandan da önceki yerleşmede kolay kolay çözemeyeceğiniz bazı sorunlara çözüm imkânları oluşturacaktır. Fay hattının üzerine yerleşme yapıldıysa her halde yeniden inşa sürecini aynı noktada yapmazsınız! Acele ederek, bir felaketten kaçarken başka felaketlere davetiye çıkarmamak, iklim krizi gibi küresel meseleleri de dikkate alan bir yeni yerleşim planlamak gerekir. Tüm bunları da açık, katılımcı ve demokratik bir planlama sürecinde geliştirmek mümkün. Deprem felaketini geçirmiş ve kentini terk etmiş insanların yeniden o kentte yaşamak isteyecekleri bir motivasyonu ve yaşayabilecekleri imkanları onlarla birlikte geliştirmek durumundasınız. Aksi taktirde eski gerçeğine ulaşamayan şehirler oluşacaktır. SS “Afet planlama” alanına giriyoruz sanki; peki, afet planlama ile şehir bölge planlama arasındaki ilişkiler nasıl işliyor? Bambaşka iki şeyden mi söz ediyoruz? Çatışma noktaları var mıdır, varsa neler? MCY Afet planlama esasında şehir ve bölge planlamadan ayrı, farklı bir şey olarak düşünülmemeli. Nihayetinde planlama faaliyetlerinden bahsediyoruz ve iş birliği içinde, koordine bir halde çalışmak mümkün. AFAD’ın şehir planlama çalışmalarından çekebileceği, faydalanabileceği birçok veri var; aynı şekilde AFAD’ın belirlediği toplanma alanları, tahliye koridorları vs imar planlarına da işlenmeli, hatta değişmez karar olmalı diyoruz. Bu alanlar imar planı hazırlama sürecinde birlikte de belirlenebilir ve her imar planlama çalışmasında yeniden ele alınarak revize edilebilir. Şu an bu eşgüdüm olmadığından AFAD toplanma alanı olarak belirlediği bir alanın plan değişikliği ile neye dönüştüğünü göremiyor; bu alanın toplanma alanı olduğunu bilmeyen planlama aktörleri de bir değişiklik yapmak istediklerinde AFAD’ın görüşüne başvurmuyorlar. SS Bu depremle birlikte “ilçe yıkım kararı” diye bir durumla da karşılaştık. Sizin de daha önce bahsettiğiniz Nurdağı örneğinde alınan “ilçe yıkımı kararı” sonrası nasıl bir planlama süreci işletilebilir? Nurdağı’ndaki mülk sahiplerinin bu karar sonrasındaki durumu ne olur? MCY Nurdağı şimdiye kadar karşılaşmadığımız bir örnek; neredeyse ayakta kalan hiçbir şey yok.. Önce, insanların süreç boyunca olası mağduriyetlerinin önüne geçecek geçici barınma imkânlarından, doğrudan ayni yardıma, eğitim ve sağlık hizmetlerinin sunumuna kadar çeşitli mekanizmalar oluşturulmalıdır. Sonra, yukarıda tanımlamaya çalıştığım süreç çalıştırılmalıdır. Elbette eski kentin ruhu aynen aktarılamaz ama biraz dikkat ve sabırlı çalışmayla öncekinden daha iyi işleyen bir kent kurulabilir. Bu kenti ayağa kaldırmak istiyorsanız orada yaşayanların planlama ve yeniden inşa sürecine bizzat katkı vermesi gerektiğini de unutmayınız. Yaşadıkları yere dair yeni bir umut oluşturamayan insanların hatıralarını da alıp göçtüklerini/göçeceklerini düşünüyorum. Cumhurbaşkanlığı KHK’sında deprem bölgesi geneli için mülkiyet haklarının sınırlandığını biliyoruz. Acil kamulaştırma ve imar hakkı transferi gibi çeşitli araçlar kullanılarak insanların mülklerine ilişkin tasarrufları bir şekilde yönetilecek. Planlamada genel anlamda mülkiyet haklarının kısıtlanmasına sıcak baktığımdan, umarım bu kamu yararına yorumlanabilecek etkili araçlar hakça ve iyi bir yerleşme kurmak için kullanılır ve daha önce birçok örneğinde gördüğümüz gibi amacından koparılmaz diyebiliyorum. Tabii aynı KHK ile planlamanın zaman kaybı olarak görülüp baypas edildiğini ve hızla ihale pazarlıklarının başladığını görünce bu iktidarla anlattıklarım çerçevesinde çok da yol alamayacağımızı, geliştirilen araçların da amaçları dışında kullanılmaya devam edeceklerini öngörmek çok da zor değil maalesef! SS Çok teşekkür ederim. Fotoğraflar: Anadolu Ajansı, İHA |