Lütfen Tarayıcı Sürümünüzü Yükseltiniz.


BÖLÜM SPONSORU

“Topyekûn Bir Planlama Kültürünün Oluşması Gerekiyor”

Afet bölgesindeki kentlerin yeniden yapılanma süreciyle birlikte Türkiye genelinde ‘kentsel dönüşüm’ çalışmalarının hız kazanması süreci kapsamında Simla Sunay, MSGSÜ öğretim üyesi Prof. Dr. Murat Cemal Yalçıntan ile bir söyleşi gerçekleştirdi.

Simla Sunay, Serbest Mimar, Yazar
“Topyekûn Bir Planlama Kültürünün Oluşması Gerekiyor”

6 Şubat Depremleri sonrası, afet bölgesindeki kentlerin yeniden yapılanma süreciyle birlikte başta İstanbul olmak üzere Türkiye genelinde ‘kentsel dönüşüm’ çalışmaları da hız kazandı. Bu süreçte, “yerleşim” kavramına dikkat çeken Simla Sunay, MSGSÜ öğretim üyesi Prof. Dr. Murat Cemal Yalçıntan ile deprem ve şehir/bölge planlama ilişkileri ve işleyiş sorunları üzerine konuştu.

Sanıyorum depremle ilişkili olarak en az konuştuğumuz kavram “yerleşim”. Depremin büyüklüğü ve derinliği ilk baktığımız veri, öyle ya. Yıkımlar hakkında ise binada deniz kumu mu kullanıldı, beton kabuklu mu değil mi, kolon kesildi mi, demir etriye aralıkları doğru mu, konuşmak için artık mimar veya mühendis olmaya gerek yok. Bunca bilgiye/acı deneyime rağmen deprem bizim için hâlâ aniden, zamansız gelen ve çoğunlukla yapısal kusurlar nedeniyle öldüren bir “afet”. Oysa güvenli barınma sadece yapı temelli tartışabileceğimiz bir kavram değil. Barınma aynı zamanda “yerleşim” demek. Nereye, nasıl ve ne yoğunlukta yerleştiğimizle deprem ilişkisini daha çok tartışmalıyız. Tam da bu nedenle, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Murat Cemal Yalçıntan ile deprem ve şehir/bölge planlama ilişkileri ve işleyiş sorunları üzerine bir söyleşi yaptık.

Simla Sunay: 6 Şubat 2023 depremleri çok geniş bir alanda/bölgede etkili oldu. 11 il farklı biçimlerde etkilendi. Çok sayıda can kaybettik ve çok sarsıldık. Bu söyleşiyi de büyük sancılar içinde çok uzun bir zaman diliminde yapabildik. Sanırım en zoru ilk soruyu seçmek. Belki şöyle yapabiliriz; deprem öncesi planlama süreçlerinden başlayabiliriz. Sizce depremin etkilerini önlemede ve azaltmada planlamanın sorumlulukları ve yüzleşmemiz gereken sorunlar neler?

Murat Cemal Yalçıntan: Zor ve geniş kapsamlı bir soru. İşin teknik kısmında önce yer seçimiyle ilişkili konuları gündeme getirmekte fayda var. Şehir ve bölge planlamanın esas işlerinden birisi farklı işlevler için doğru/uygun yer seçimleri yapmak. Konut, çalışma alanları, hastaneler, okullar hep farklı yer seçim kriterleri üzerinden değerlendirdiğimiz işlevler. Ama hepsinin ortaklaştığı mesele afetler açısından güvenli yerler bulunması ve gelişme alanlarının bu yerlerde tanımlanması gereği. Güvenli yer derken elbette ve öncelikle deprem açısından sağlam bir zeminden bahsediyoruz. Ama buna ilaveten sellenme, erozyon gibi afetlerden de sakınmak istiyoruz. Tabii şehir planlamada yer seçimi yalnızca afet riskleri üzerinden yapılmaz; doğal kaynaklar da bizim için önemlidir. Dahası, bir yerleşmenin farklı özelliklerinden kaynaklanan çeşitli fırsatlar, tehditler ve potansiyeller olabilir. Dolayısıyla bizim için gelişme alanlarına ilişkin yer seçimi, farklı disiplinlerden uzmanlıklara da ihtiyaç duyulan, farklı teknikler kullanabileceğiniz (yerleşilebilirlik analizi vb.) bir karar sürecine karşılık gelir. Bu şekilde belirlenen kentsel gelişme alanları hem tehditlere, risklere karşı daha güvenli olacak hem de bir yandan kaynaklarınızı korurken, bir yandan da kentin potansiyellerini işlemeye, oluşmuş fırsatlarını yakalamaya da gayret edecektir. Esasen bütün kentlerde gelişme alanlarının bu yaklaşımla belirlenmesi gerekir. Yapılaşmış alanlarda da kentsel dönüşüm, yoğunluk artışı/azaltımı, taşınma gibi planlama kararlarının yine bu analiz/sentez çalışmalarının işaret ettiği şekilde alınması beklenir.

Bu bağlamda, şehir planlama öncelikle son depremin gerçekleştiği illerde seçtiği gelişme alanları ve belirlediği yoğunluk kararlarının yerleşilebilirlik analizlerine ve planla belirlenmiş nüfus vs hedeflere ne derece uygun olduğu yönünde bir hesaplaşma yapmalıdır. Acaba kentler deprem riski açısından büyümeleri gereken yöne, nüfus hedeflerine uygun büyüklük ve yoğunlukta mı büyümüşler? Yoksa nüfus vs hedefleri çerçevesinde büyümeleri gereken alandan daha geniş bir alana mı yayılmış; bunu yaparken deprem riskini gözden kaçırmış, büyümeleri gereken yoğunluktan daha yüksek yoğunlukta mı büyümüşler? Büyüme yönü, büyüklüğü ve yoğunluğu ile yerleşilebilirlik analizini ve o kentin en üst ölçekli planının belirlediği hedefleri birlikte değerlendirmek gerekiyor bu sorgulamayı yapabilmek için. Büyüme, hedeflerin ve deprem riski açısından yerleşilebilir alanların dışına taşmışsa ve imar planları da bu duruma yol vermişse burada ciddi bir sorun var demektir. Kentin büyüme yönünü riskler, kaynaklar, potansiyeller ve hedefler dışında bir şeyler belirliyordur ve bu durum planlamayı esasından kopartır. Bu, tek başına bütün yıkımı açıklamaz elbet ama yıkımın büyüklüğü ve etkisi açısından önemli bir değişkendir.

Diğer yandan, planlama belirsizlikler ortamında birçok değişkenden etkilenen kararlar üretmek demekse, plan kararlarını tek tek değişkenler üzerinden değerlendirmek doğru olmaz. Yine de planlamanın depremle ilişkili olarak aldığı ya da almadığı kararları belirlemek ve sorumluluğunu tartışmaya açmak mümkün. Basitçe, “fay hattının üzerindeki yerleşimin taşınmasını düşünmediniz mi?”; “sıvılaşma riski olan yerde yüksek yoğunluklu yapılaşma önerdiniz mi?” diye sormak makul olacaktır sanırım.  

Elbette bu sorumluluğu yalnızca uzmanların üzerine yıkamayız. Esasen kitaba aykırı işler yapılmasına sebep olan, zaman zaman TOKİ ya da Bakanlık üzerinden merkezi yönetimin de dahil olduğu bir yerel siyaset işleyişi var. Bu işleyiş plancıyı teknikere indirgemiş durumda. Kentin geleceğine ilişkin kararları bu siyasal yapı alıyor ve plancı da çoğu zaman bu kararları planlara işlemeye mecbur tutuluyor. Elbette kamu yararı olmayan işleri reddetmesini beklerim plancı arkadaşlarımızın. Ve teknikerliğin kabulünü çok pasif bir tutum olarak görüyorum ama bir yandan da işleri aşları üzerinden sınandıklarını biliyorum.

Şunun da altını çizmek isterim; yerel siyasetin işleyişini illa yüksek siyasetle ilişkilendirmek gerekmez. Anadolu’da hemen her şehirde insanlar gelişme alanlarının kendi arazileri tarafında açılmasını isterler. Bu kentsel arsa ve daha fazla rant demektir. Hele aşiret, büyük aile gibi yapıların arazilerini düşünürseniz gelişme yönü konusunda yerel belediyenin, siyasetçinin ve plancının üzerindeki baskıyı tahmin edebilirsiniz. Sanırım yerelliği savunamadığım az sayıdaki durumdan birisi bu; bir tür kontrole ihtiyaç var. Kentin çevresini her yönden gelişme alanı olarak belirlerseniz, bu hem riskler, kaynaklar, potansiyeller hem planlama hedefleri bağlamında sıkıntılı sonuçlar doğurur. Farz edin 10 bin nüfus hedefiniz var ama 30 binlik kent planlıyorsunuz! Yolları, altyapısı, toplu taşıması hepsi 30 bin nüfusa göre oluşuyor mecburen. Yalnızca zemin kalitesi açısından yanlış yerlerde gelişme alanı açarak depremin yıkıcı etkisini arttırmak açısından değil, doğal kaynakların kaybı, gereksiz altyapı yatırımı, yönetilemeyen kentsel arsa ve rant gibi çok sayıda sorun kapıda demektir.

Gelişme alanları kadar merkezde kalan yanlış yerlerde yanlış yoğunlukta yapılaşmış yerlere dair plan kararlarının da incelenmesi gerekir elbet. Fay hattı üzerinde yapılaşma tespit ettiyseniz, elbette taşıyacaksınız! Ya da zemini sıkıntılı bir alanda yoğunluğu daha düşük tutacaksınız! Fiiliyatta bunları yapamıyorsanız da riskin büyüklüğünü ve alınması gereken önlemin önemini tespit etmiş olursunuz. Oysa plan değişiklikleri yoluyla aksine bir durum oluşur genellikle kent merkezlerinde. Buradaki rant baskısı kentin çevresinden de çoktur ve yerel siyasetle iç içe geçmiş sermaye grupları devrededir bu kez. Sonuç olarak, ne kadar riskli olursa olsun yoğunlaşmanın yaşanmadığı bir kent merkezi hemen hemen göremezsiniz.

Çok açık olanı da söyleyelim: Tahliye koridoru belirlenmiş ve o koridor üzerindeki yapılar seyreltilememişse, toplanma alanı belirlenmiş bir açık alanda plan değişikliğiyle yapılaşma öngörülmüşse, planlama işini yap(a)mamış demektir.

Bütün bunları değerlendirdiğimizde sanırım iki konu var şehir planlama ile ilgili sorgulamamız gereken: Birincisi acaba plancı işini kitabına ve kamu yararına uygun yapmış mı; ikincisi rantiyer kesim diyebileceğimiz mülk sahipleri neler talep etmiş ve yerel siyaset bu taleplerle nasıl ilgilenmiş… Dolayısıyla hem planlama süreçlerini hem de yerel meclisteki (ya da merkezde yetkiyi almış idaredeki) karar süreçlerini yakından incelememiz gerekiyor. Bu şekilde planlamanın depremden kaynaklı yıkımdaki sorumluluklarını belirlemek ve sistemin işlemeyen kısımlarını tespit etmek mümkün; tabii çözümler geliştirmek de…

SS Sizce depreme ilişkin planlama sorunlarının kurumsal boyutu ne? Sözgelimi Devlet Planlama Teşkilatı’ndan (1960-2011) Kalkınma Bakanlığı’na geçişin yanı sıra TOKİ, Özelleştirme İdaresi gibi kurumlar da kentsel planlamanın yeni aktörleri olarak müdahil olabiliyor. Şehir bölge planlamaya müdahil olan başka hangi kurumlar var ve bu kurumlar nasıl etkiyor?

MCY DPT ve Kalkınma Bakanlığı daha ziyade bölgesel planlama ve kararlarla ilişkilendirilebileceğinden depremle doğrudan ilişki kurmak zor olabilir. Daha ziyade depremle ilişkili olarak tanımlanmış ve gereğinde imar planı yetkilerini de kapsayacak şekilde kurulup geliştirilmiş olan, son 20 senenin en etkili aktörleri arasında sayabileceğimiz TOKİ ve Çevre Şehircilik Bakanlığı var. AKP döneminde önce TOKİ güçlendirildi, daha sonra Bakanlığın kuruluşuyla TOKİ’nin yetkilerinin birçoğu Bakanlığa devredildi. Kuruluşuyla birlikte Bakanlık planlamaya dair birçok yetkiyi kendisinde toplamış durumda; öyle ki çok farklı konularda gerekli gördüğü haller oluşursa yerel yönetimlerin planlama yetkisini askıya alarak doğrudan kendisi imar planı yapabiliyor. Son dönemde bunun en iyi örneği Kanal İstanbul. Kanala dair bütün imar planları İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı baypas edilerek Bakanlık tarafından yapıldı. Esasen bu yetkilerin kullanılması, gerek Bakanlığın kuruluş yasasında, gerek ilgili özel yasalarda koşullara bağlanmış ve bu koşullar kamu yararı ile ilişkilendirilmiş olsa da Bakanlığın sık sık bu yetkiyi doğrudan rant yaratma ve paylaştırma amacıyla kullanıyor olması sanırım en büyük sorun. En son bir örnek var mesela; Kemerköy yerleşmesi içerisindeki yeşil alanları, göletleri ve golf sahasını Bakanlık önce 6306 sayılı Afet Yasasına dayanarak Rezerv Alan ilan ediyor ondan sonra da o rezerv alanı hazırladığı ve onayladığı imar planlarıyla yapılaşmaya açıyor. Özel yasa ile kendisine verilmiş bir yetkiyi, Rezerv Alan ilanı ve imar planı hazırlama/onaylama yetkisini, yasanın amacı dışında kullanıyor. O zaman kurumlara ve mevzuata yönelik şüphelerimiz artıyor. Çok daha sınırlı uygulama imkânı olmakla birlikte Özelleştirme İdaresinin, Turizmi Teşvik Kanunu üzerinden Kültür ve Turizm Bakanlığının da kullanabildikleri planlama yetkileri var. İstanbul’da birçok 5 yıldızlı otel böyle yapıldı misal.

Tabi bu imar planı yapma yetkisini çeşitli vesilelerle merkezileştirme eğilimi, iktidarın özellikle metropol kentleri ekonomik büyüme açısından önemli bir araç olarak görmesi ile doğrudan ilişkili. AKP iktidarı planlama yetkisini merkeze alarak bir yandan rant çıkarabileceği her alanı kurcalıyor, bir yandan da rantın dağıtımında birinci el haline geliyor. Yani devlet diyor ki madem bu araziler bunca rant yaratıyor ve bunca talibi var ve bu totalde ciddi bir ekonomik büyümeye karşılık geliyor; o zaman arazi ve rant yönetimi de bizim tarafımızdan yapılır. Tabii bu planlama açısından ciddi bir sorun; merkezin dilediğince aralara girdiği bir planlama alanında bütüncül planlama yaklaşımını uygulamak mümkün olamıyor. Dahası, Bakanlığın yetkiyi aldığı yerlerde bütünü önemli derecede etkileyen/bozan planlama kararları söz konusu olabiliyor. İstanbul’un kuzeyine geliştirilen mega projelerin İstanbul Çevre Düzeni Planı ile yapılaşmaya kapatılmış alanlara yapılaşma baskısını başlattığını, hatta Kanal İstanbul projesi ile bu baskının yönetiminin de merkeze alındığını söyleyebiliriz. Daha küçük ölçekte bir örnekle, Kemerköy’de Bakanlığın Rezerv Alan ilan ederek yapılaşmaya açtığı alanın AFAD tarafından Toplanma Alanı olarak belirlenmiş olduğunu biliyoruz. Yani özetle merkezin planlama yetkisini üstlendiği her durumda esasında bütüncül bir planlama sürecinin bozulma ihtimali artıyor.

Deprem bölgesinde bu yetkilerin nerede nasıl kullanıldığını detaylı olarak bilmiyorum. Antep’te kentsel dönüşümle ilgili çok sayıda karar olduğunu ve bu kentlerin tamamında TOKİ konutları olduğunu biliyorum. Bu yetkilerin kullanıldığı bölgelerin özel olarak çalışılması ve yaşanan deprem felaketi ile birlikte değerlendirilmesi önemli elbette.

Özetle, merkezi yönetimin planlama yetkisini üstlendiği her durumda yerelin yapmış olduğu iyi bir planlama sürecinin bozulma ihtimali artıyor ama yalnızca merkeze yıkamayız bu sorumluluğu… Çünkü yerelde hazırlanan bütüncül plan önce yerel mecliste delik deşik ediliyor; plan değişiklikleri nedeniyle bütüncül planınız hedefleriyle ilişkisini kaybediyor ve ortaya sürekli daha çok büyüyen ve yoğunlaşan kent dokuları çıkıyor. Plan değişikliği süreçlerinin yeniden tanımlanmasını ve zorlaştırılmasını çok önemsiyorum.

SS Planlama alanında yaşanan sorunların yasal boyutları neler? 2012’de kabul edilen Afet Riski Altında Bulunan Alanların Dönüştürülmesi Yasası neyi, nasıl değiştirdi? Bir örnek Adıyaman Besni ilçesi merkezindeki Cirit Meydan Mahallesi’nde böyle bir dönüşüm öngörülmüş ancak diğer mahallelerde de büyük yıkım yaşandı; kent merkezleri öncelikli olarak mı ele alınıyor?

MCY Deprem bölgesinde merkezi yönetimin planlama yetkisini ne ölçüde aldığını ve kullandığını bilmiyorum. Riskli alan ve rezerv alan ilanlarını inceleyerek bu soruya kesin bir yanıt verebiliriz. Bunların merkezde mi yoksa kentin diğer kesimlerinde mi olduğuna dair bir şey söylemek de güç. Genel anlamda kentin merkezinde kalmış yoksul mahallelerin riskli alan ilanlarıyla karşılaşma ihtimali merkezin rantı nedeniyle yüksek oluyor. Ama riskli alan ve rezerv alan ilanlarıyla kentin çeperlerinde gelişme alanları açıldığına da şahit olduk. Burada altı çizilmesi gereken yasanın doğal risklerin etkisini azaltmak için geliştirdiği araçların sıklıkla rant için kullanılmış olduğudur! Maalesef doğal afetlere dayalı riskler üzerinden bir müdahale önceliği belirlemedi AKP iktidarı. Oysa bütün Türkiye’de afet risklerinin daha büyük olduğu alanlar farklı ölçeklerde hazırlanmış planlama çalışmalarında belirlenmiş olmalı şimdiye kadar. Ellerinde bu yönde bir veri olmasına karşın kentsel dönüşümde önceliğin bu alanlara değil de rantın daha yüksek olduğu alanlara verildiğinin altı çizilmeli ki kimse de bizi “kentsel dönüşümü engellediler!" diye suçlamasın. AKP’nin bu tercihinde kentsel dönüşümün finansmanını müteahhitler üzerinden sağlama tercihi de belirleyici oldu elbet; müteahhit kar edebileceği alanlarda girdi bu işe doğal olarak. Bu da afet risklerini azaltma amaçlı bir yasanın inşaat sektörünü destekleme yasası gibi çalıştırılmasına neden oldu; yasaya ve uygulayıcılarına duyulan güven azaldı! Yasaya eklenmesi gereken bir konudur kentsel dönüşümde önceliklerin nasıl belirleneceği; bu kadar keyfiyetin, serbest piyasacılığın istenen sonuçları vermediği anlaşıldı! Öncelikleri de belirleyecek bir Afet Master Planının zorunlu olması gerektiğini düşünüyorum. Bu plan kapsamında afetlere karşı alınacak önlemlerle birlikte afetin hemen sonrasına dair mekânsal planlama da yapılmalı; bu şekilde her depremden sonra yaşanan çadır kentlerin, geçici ve kalıcı konutların yer seçimine ilişkin tartışmaların da afet öncesinde çözümlenmiş olması sağlanır. Tabii, afet master planının aldığı mekânsal kararlar itibariyle imar planlarında tavsiyeden öte bir etkisinin olması gerektiği de açık! Afet master planının taşınması gereken yerleşme olarak belirlediği bir alana imar planının yoğunluk artışı vermesi, iktidarın imar affı getirmesi gibi koordinasyonsuzluklardır öncelikle bu büyük afetin sebebi…

SS Afet Master Planının çağrışımıyla sormak isterim;“afete dirençli kent” ve “afete dirençli şehir planlama” ne demek? Bu yeni bir kavram mı? Bu kavram odağında bazı projeler üretiliyor, siz ne düşünüyorsunuz?

MCY Sakınım planlaması ile birlikte 2000’lerde sık sık duyduğumuz bir kavram, planlama yaklaşımı. Dünya Bankası gibi uluslararası kurumların sahiplendiğini ve çeşitli projelerle desteklediğini biliyoruz. Afete dirençli kenti esasen doğru bir şehir planlama, iyi bir altyapı ve toplumun ortak çabalarıyla afetlere ve belirsizliklere karşı dirençli, bu tip durumlarda ortaya çıkan kriz koşullarını iyi yöneten, o koşullara uyum sağlama kapasitesi olan bir kent (ve topluluklar) olarak düşünebiliriz.

Tabi burada afete dirençli kent nasıl planlanır şeklinde ikinci bir soru ortaya çıkıyor. İlk sorduğunuz soruda saydığımız risklerini iyi belirlemiş ve o risklere karşı önlemlerini iyi almış, yer seçim kararlarını geliştirmiş ve uygulamış bir şehir planlama pratiği başlangıç olacaktır. Klasik imar planlama anlayışından sıyrıldığınızda az önce bahsettiğimiz afet master planını da bu kapsamda düşünebilirsiniz. Ancak bunlarla birlikte, yaklaşımın önemli bir belirleyicisi daha var; kentte yaşayan toplulukların planlama sürecine katılımı ve bu süreçten güçlenerek (empowerment) çıkmaları… Kararları alırken kentte yaşayan topluluklarla iletişimi olabilecek en üst seviyeye çıkartarak kentteki toplulukların benimsemesini, uygulamasını ve aykırı/riskli işler yapmamasını sağlayan bir şehir planlama pratiği olması beklenir. Burada toplulukların güçlenmesinin afetten sakınmak ve afet sonrası organizasyon açısından getireceği avantajları vurgulamak isterim. Doğrusu Türkiye gibi afet risklerinin yüksek olduğu ülkelerde şehir planlarının tamamının bu yaklaşımla, afete dirençli olarak hazırlanması gerektiğini düşünüyorum.

SS Ancak sanırım “afete direnç” hedefindense “kalkınma” daha öncelikli…2010’da yayımlanan resmi bir kararla Adıyaman, Malatya, Kahramanmaraş illeri kalkınmada “Birinci Derecede Öncelikli Yöreler” kapsamına alınmış; bu karar bu şehirleri nasıl etkilemiş olabilir? Öncelikle “kalkınma” ne demek? Kalkınmadan hükümetler ne anlıyor? Kalkınma planlarının önceliği ne? Kalkınma planları depremi ne kadar dikkate aldı?

MCY Teoride şunu rahatlıkla söyleyebilirsiniz; kalkınma planları hazırlanırken ülkesel/bölgesel düşünmek gerekir, hatta bazı örneklerde ulusal sınırların dışına çıkan yaklaşımlar bile söz konusu olabilir. Kalkınmada öncelikli olarak tarifleyeceğimiz yerlerin de ciddi potansiyellere sahip olmasını, riskler açısından da diğer şehirlerden daha az risk barındırıyor olmasını bekleriz. Ama yine biliyoruz ki artık klasik anlamda mekânsal kararlar içeren kalkınma planları yapılmıyor. Bu planlara en yakın sayabileceğimiz mekânsal plan türü sanırım 1/100.000 ölçekli Çevre Düzeni Planları. Bu planlarla her ilin koruma-kullanma dengesi ve sürdürülebilirlik çerçevesinde vizyonu; ekonomik, ekolojik, toplumsal ve mekânsal stratejileri oluşturulmaya çalışılıyor. Ama bunlar da çoğunlukla bölgesel bir ele alışla hazırlanmadığı için iller arasında iş birliği ve paylaşımdan çok rekabet doğuruyor. Bizde kalkınmada öncelikli illerin bu planlar dahi incelenmeden belirlendiğini düşünüyorum. Muhtemelen bazı nüfus ve ekonomi göstergeleriyle, lobi faaliyetleri etkili oluyordur. Zaten burada konuştuğumuz kavram da kalkınmadan ziyade ekonomik büyüme kanımca. Kalkınma topyekûn bir gelişmeye işaret ederken ekonomik büyüme yalnızca ekonominin hacminde niceliksel bir artışla sağlayabileceğiniz bir durum. Kalkınmada öncelikli il de basitçe “daha çok özel sektör yatırımı çekmek istediğiniz il” demek oluyor! Saydığınız illerin özellikle deprem açısından ciddi riskler barındırdığını artık hepimiz çok iyi biliyoruz. Kalkınmada öncelikli il kararı verilirken belli ki bu kriter değerlendirilmemiş ya da değerlendirildiyse de karara etki edememiş. Yine teoride risklerin de en az potansiyeller kadar önemle değerlendirilmesi gerektiğini, teşviklerle yatırımların, dolayısıyla da nüfusun çekileceği bu kentlerde oluşabilecek afetlerin daha çok can ve mal kaybına neden olacağı açık.

Diğer yandan şunu da söylememiz gerekir; on yıllardır özellikle İstanbul’un ülkenin başat metropolü olduğu, nüfusu ve ekonomisi itibari ile ciddi orantısızlıklar yarattığı tespitinden hareketle Anadolu’da çeşitli kentlerde yeni gelişme kutupları oluşması, yatırımlarla birlikte göç etmek isteyen nüfusun da buralara akışının teşvik edilmesi konuşuluyor. Kalkınmada öncelikli iller uygulamasının 1990’lardan bu yana böyle bir işlevi olmasını bekleriz. Ama duyduklarımız bu iller listesinin siyasetin ve bürokrasinin çeşitli kademelerinden etkilere açık olduğu ve çok da objektif kriterler üzerinden belirlenmediği yönünde. Bu da çalışılması gereken bir konu; riskleri de içine alacak şekilde doğru belirlenmiş bir kalkınmada öncelikli iller listesi göçün yönetilmesini kolaylaştırır, refahın artışını sağlar, dahası bu tip felaketlerde can ve mal kaybımızı kesinlikle azaltacaktır.

TÜMÜNÜ GÖSTERSONRAKİ SAYFA HABERİN DEVAMI:   1  |   2
http://www.yapi.com.tr/haberler/topyekun-bir-planlama-kulturunun-olusmasi-gerekiyor_197923.html

Read Comment Section
İlk Yorumu Siz Yapın
Gönder

Yorumum onaylandığında e-posta ile bildir.

E-posta adresimle bültenlere abone olmak istiyorum

Haber gönderin Hemen haber gönderin

Sosyal Medyada Yapi.com.tr:

Abone Ol Yapı sektöründeki tüm gelişmelerden en önce siz haberdar olmak isterseniz e-bültenimize abone olun.
Bülten arşivine erişmek için tıklayın

REKLAM VERİN

Ajanda
TAMAMI » Bugünkü Etkinlikler BUGÜN:
Herhangi bir etkinlik mevcut değil!