Seçim sözcüğünün, kendi içindeki uçuruma yuvarlandığı
gündeyiz. Oy vererek seçim yaptığımız yanılgısını yaşama anında. Oysa seçim,
olasılıklar içinden hareket etmeyi öngörür. “İşte bu” deme kararını. Ben en son
kendi irademle neyi, kimi seçebilmiştim. Arzuma tekabül eden bir hakikat oldu mu
hiç, bilemedim. Bu sorular, son günlerin cırlak meydan propagandaları arasında
bir kez daha duyulmaz oldu.
Çoğunluğu duymuyorlar; zaten sorun orada. Herkes kendi repliklerini sayıklar
ve bildik reçeteleri allayıp pullayıp sunarken bir kere de artık daha içerikli,
daha farklı bir görüşün gerekli olduğunu kavramak istemiyorlar. Çünkü kavradığın
anda gereğini yapman gerekir. Kavrayış sorumluluk dayatır. Böylesi herkes için
daha kolay. Bir tek vicdanın işi zor çünkü o, doğası gereği bilmezlikten
gelemez. Kuyularından insan kemikleri çıkan, darbenin ucundan ramak kala dönmüş,
halen mahkemede afallama üst sınırında ödeşmelerini yaşayan bir ülkede, bir
şeyler için tavır alındığını görmeye çok ihtiyaç duyduğumuz günlerdeyiz.
Herkesin kendini ve öngördüğü Türkiye’yi tarif etmesine ihtiyaç duyduğumuz
günlerdeyiz. Gelgelelim, bir “açılım” sevdasıyla hem rol hem seçmen kapma
yarışında sürdürdü seçim maratonunu tüm partiler. Yoksulluk-yolsuzluk ekseninde
tantana edilirken asıl yoksun kaldığımız değerler yine fena halde güme gitti.
Kadın, çocuk ve insan hakları, kamu vicdanı, yakın tarih hesaplaşması açısından
hepsi birbirinden ibretlik mahkelemelerin kör gözüne bir fark ediş dayattığı bir
dönemde eski hamam eski tas seçim propagandaları beni sadece seçimsiz
bıraktı.
Seçimsizlikler karşısında
Seçimsizlikler karşısında çözümü siyasette değil, edebiyatta bulurum. O
çıkışsızlık hali siyasetçilerin değil yazarların, düşünürlerin derdidir. Tıpkı
Alman edebiyatının en özgün savaş dönemi yazarlarından Wolfgang Borchert’in
derdi oluşu gibi. 1947’de henüz 26 yaşındayken öldüğünde ardında II. Dünya
Savaşı’nın cephe dışı cinayetlerine dair unutulmaz bir tanıklık bırakan
Borchert, yazdığı mektuplar devletin güvenliğini sarsıcı nitelikte görüldüğünden
ölüme mahkûm edilmiş ama altı hafta kadar bir hücrede bekletildikten sonra
hayatı yeniden bağışlanmıştı. Derken bir süre sonra anlattığı birkaç fıkra
yüzünden bir kez daha içeri alındı. Mektuplar ve fıkralar... Rejimin
sorgulanmaya zerre tahammülü yoktu. Borchert’in de zamanı yoktu. Sağlığı
mahvolmuştu ve iki yıl içinde ölüme karşı yarışarak yazdı her şeyini. Telgraf
usulü kısa, bol tekrarlı, yalın ve derinlikli diliyle yepyeni bir yol açtı.
Seçimsizlik ona yeni bir olasılık yaratma zorunluluğunu hissettirmişti. Kendi
dünyasını ifade eden dil yoksa o, yenisini bulacaktı. Hem de eskilerin açmazını
kıyasıya eleştirmek pahasına.
‘Sükutla geçiştirin’
“Yiğitsi suskun ve yalnızsı ozanlar gitsin de bir ayakkabının nasıl
yapıldığını, bir balığın nasıl tutulduğunu ve çatılarda akan yerlerin nasıl
onarıldığını öğrensinler, çünkü işleri tümüyle gevezeliktir ozanların, acılı,
kanlı, umutsuz; Mayıs gecelerine, guguk ötüşlerine, dünyanın gerçek sözcüklerine
karşı gevezeliktir. Çünkü aramızda, ah kim çıkar aramızda, kim kurşunlarla delik
deşik bir akciğer hırıltısına bir şiir düzebilir, kim bir idam mahkumunun
çığlığını şiire dökebilir, kim bilebilir o ölçüyü, bir ırza tecavüze uygun
düşecek o ritmik ölçüyü, kim makinelilerin uluyuşuna verecek bir vezin bilebilir
ve bir sözcük henüz göğün yansımadığı, yanan köylerin bile yansımadığı ölü bir
at gözünün yeni susmuş çığlığını anlatabilecek bir sözcük bulabilir, hangi
basımevinde yük vagonlarının pas kırmızısı, ak insan tenindeki bu kurumaya
başlamış kan kabuklu kan kırmızı için bir harf bulunabilir? Evlerinize gidin, ey
ozanlar, ormanlara gidin, balık tutun, odun kesin ve yiğitlik gösterin: Sükutla
geçiştirin!”
Ondaki acı alayın yaşamsal ve ölümcül gerekçesini en iyi kavrayan yazarlardan
Heinrich Böll, Borchert’in haşin dünyasına tüm okurlar adına şu satırlarla eşik
araladı: “O da savaşın kurbanları arasındaydı; savaştan sonra tarihsel bir
memnunluğun paslı giysisine bürünmüş sağ kalanların yüzlerine, kendisinin de
aralarında bulunduğu savaş kurbanlarının söyleyemediklerini bağırarak söylemek;
miskinlikleri, serinkanlılıkları ve bilgeliklerinin düzmeceden ve bütün o cilalı
laflarının katıksız yalandan başka bir şey olmadığını yüzlerine haykırmak üzere
kısa bir zaman bağışlanmıştı kendisine. İşte böylesine alıngan oluyor dikta
yönetimleri. Genelkurmay haritasına batırılan bir tek topluiğne, ‘savaşa
sürülmesi’ gerekli görülen on bin insan hayatını gösteriyor ama bu yönetimlerin
kendileri, özgür düşüncenin iğnelemelerine bir türlü katlanamıyorlar”.
Sükutla geçiştiremeyecekler için Borchert’in yeni dili doğrudan vicdana yol
aldı. Çünkü o, hayallerini bile katlanmak zorunda kaldığı seçimsizliğin
tersinden kurmak zorunda bırakılmıştı: “Ve yoldayız şimdi o kurulmamış kente
doğru; bir kent ki, içindeki tüm pencereler bizimdir ve tüm kadınlar ve her şey
ve her şey ve her şey: Yoldayız kente doğru, yeni kente ve yüreklerimiz çığrışır
geceleri lokomotifler gibi hırstan ve sıla özleminden. Ve tüm lokomotifler yeni
kente doğru yol alıyor. Ve yeni kent öyle bir kent ki, burada bilge kişiler,
öğretmenler ve bakanlar yalan konuşmaz, ozanlar yüreklerinin mantığının sesinden
başka bir sese kulak vermezler, bu kentte anneler ölmez ve kızlar frengi
hastalığına tutulmaz, bu kentte protez atölyeleri ve tekerlekli sandalyeler
yoktur, bu kentte yağmura yağmur denir, güneşe güneş, bu kentte geceleri saz
benizli çocukları farelerin ısıracağı bodrumlar yoktur ve anneler artık sofraya
çıkaracak ekmek bulamadığı için babaların gidip kendilerini asacakları tavan
araları yoktur; bu öyle bir kenttir ki, bu kentte delikanlılar kör ve tek kollu
değildir ve generaller yoktur bu kentte; bu öyle yeni ve muhteşem bir kentir ki,
bu kentte herkes birbirini işitebilir ve görebilir herkes birbirini”.
Sükutla geçiştirmeyelim. Seçmece seçimsizliklerle yetinmeyelim. Birbirimizi
işitebilmeyi ve görebilmeyi göze alalım. Tüm posterler yağmurlarla akıp
gittiğinde, bez afişler söküldüğünde bizim seçimimiz başlayacak. Nasıl bir
Türkiye’yi kendimize layık görüyorsak, kendi küçük dünyamızdan onu talep etmenin
ve o talep için mücadele etmenin seçimi. Seçimsizliklere razı gelmeme seçimi. Ki
bedellerin hiçbiri boşa boşa ödenmiş olmasın...
|