12 Eylül-8 Kasım arasındaki 11.
Uluslararası İstanbul Bienali, temasını Bertolt
Brecht’in Elisabeth Hauptmann ve Kurt
Weill ile birlikte 80 yıl önce yazdığı Üç Kuruşluk
Opera adlı oyunun İnsan Neyle Yaşar? adlı şarkısından
alıyor. Bienal açılışından önce İstanbul sokaklarını “Banka soymak,
banka kurmanın yanında nedir ki?”, “Ahlaktan önce ekmek
gelir” gibi sloganlar taşıyan afişler kapladı.
Piyasacı girişimlerin kâr hırsına kucak açan profesyonellere prim verdiği,
sanatın özel alana izole edilerek ancak “zenginlerin erişebildiği bir
ayrıcalık” olarak görüldüğü bir ortamda, “bu modası geçmiş
solculuk da şimdi nereden çıktı” diye sorulabilir: Bu zamanda, üstelik
Türkiye’nin en büyük holdinginin sponsorluğundaki Bienal küratörleri acaba ne
yapmayı hedefliyorlar? Buna benzer sorular Bienal’in tanıtım toplantısında da
dile getirilmişti. Küratörlerin cevapları çok net: Güncel sanat
ile “ortodoks solculuk” arasındaki çelişkiye işaret eden bir
soruya “Bu arada Marksizm hakkında bir şeyler öğrenseler iyi olur” diye cevap
veriyorlar.
Brecht güncellemesinin arkasındaki nedenlerden biri, oyunun sahnelendiği
“Büyük Buhran” öncesi ile günümüz koşulları arasındaki
benzerlik. Ancak bir başka ilişki daha kurmak mümkün: Üç Kuruşluk Opera tam iki
yüzyıl önce John Gay tarafından yazılan Dilenciler
Operası’nın yeniden uyarlaması. 18. yüzyılda operanın yükselen veya
yükselmek isteyen yeni zenginlerin merak duyduğu, seçkin sınıfa katılmak
isteyenler arasında revaçta olan bir sanat türü olduğu biliniyor. 18. yüzyılda
operanın işlevi ile acaba bugün sanatın (ve Bienal’in) içine düştüğü durum
arasında bir benzerlik yok mu? Zenginlerin ve erdem sahibi gibi gözükenlerin,
gerçekte zorba ve hırsız olduğu, yoksulların da her türlü ahlak dışı davranışa
itildiği ortamı konu alan “opera”nın kendisiyle de bir yabancılaşma yaratması
söz konusu. Brecht’in 80 yıl önce söylediği gibi: “Hâlâ, her
nasılsa, aynı sosyolojik durum içerisindeyiz. Tıpkı iki yüzyıl önce olduğu gibi
bugün de, neredeyse her seviyede, çok çeşitli yollarla da olsa, ahlaki
prensiplerle ahlaki bir yaşam sürerek değil ahlakın sırtından geçinerek hürmet
eden bir toplumsal düzene sahibiz.”
Bu sözlerin bugün de seçkinlerin kutsal gündemi, dini ve ahlaki arka planı
ile güç sahiplerinin borularını öttürdüğü durum arasında gidip gelen acımasız
neoliberal düzenin ikiyüzlülüğüne vurgu yaptığını söylemek zor değil. Böylece
Bienal “ortodoks sol” bir analizin ötesinde kendisine de bir göndermede
bulunarak benzerliğe işaret etmekten öte bir amaç taşıyor. Seçilen küratörlerin
küresel sanat piyasasının kalbinin attığı yerlerden değil de
sosyalizm sonrası yeniden şekillenmeye başlayan “taze” bir entelektüel
ortamın içinden çıkmasının bunda bir rolü olabilir mi?
80’ler sonrasını simgeleyen göstergelerden biri de kamusal erkin içindeki
yerini korumaya çalışan kültür elitinin de geniş anlamda kendi yararını temsil
eden tutucu bir toplum kesimine dönüşmesi. Bir tarafta neoliberal sistemin
içinde piyasa ilişkilerine teslim olan eylemsellik, iş bitiricilik, kâr hırsı.
Neredeyse düşünmeyi, araştırmayı, deneyselliği gereksiz gören, salt eğlenceye,
ticari üretime, uygulamaya dönüşmüş bir kültür ortamı. Diğer tarafta çıkarlarını
kutsal amaçların, erkin arkasına gizleyen, yoksullar üzerinden gerçekleşen
siyaset. Sonuçta her ikisinin de aynı kapıya çıktığı, birbirine alternatif
olmadığı, toplulukların iyice savunmasız kaldığı, sanatın kolayca kamu
hayatından sökülüp atıldığı bir durumla karşı karşıyayız. Düşünmeye karşı
düşmanlık, kamusal örgütlerin basit uygulama araçları olarak işlev görmesi
sonucunda ortaya çıkan krizin sonuçlarının tıpkı karşı konulamaz bir salgın
hastalık gibi algılanması söz konusu.
Taze fikirlere susayanlar için
Tıpkı Brecht’in herkesin kendi işini yaptığı, görünüşte politikanın, sanatın
dokunmadığı “normal” aile yaşantısı, iş ve hayırseverlik kurumları, adalet
anlayışı, küçük hesaplar peşinde olan burjuva yaşantısı ve nasıl olduğu, kimin
yaptığı anlaşılmayan ırkçı, dışlayıcı koşullar ile erken endüstriyel
kapitalizmin vahşi koşullarına, sorunlarına parmak basan Dilenci Operası
arasında benzerlik kurması gibi, bugün de yaratıcı sınıfın bağımlı olduğu
koşullarda haksızlıklar görülmez hale geliyor. Ütopyaların itirazlarla
karşılaştığı günümüzde siyaset arka plana çekilip yoksullar, güçsüzler ve
dışlanmışlar iyice vahşi koşullara terk ediliyor. Zenginleşme umutları da
yoksullar arasında bile ahlak dışı davranışlara yol açıp yoksulların kimyasını
bozarken, topluluklar dilencileştiriliyor, sadakaya mahkum ediliyor. Diğer
taraftan sermayenin ve siyasal patronajın yarattığı hakikatlerin karşısında
güçsüzler, mağdurlar için olduğu kadar, taze fikirlere susayanlar, değişim için
de sanattan başka yol yok. Bu mitler bir taraftan ortalığı yangın yerine
çevirirken diğer taraftan sanatın siyasal işlevine işaret eden çalışmalar,
birbirine dokunmayan bu eski sistemin yıkılmaya başladığını, sanıldığı gibi
kalıcı olmadığını ve bir dönemin sonuna geldiğimizi gösteriyor. Sanatın
politikleşmesi, sanıldığı -veya eskiden olduğu gibi- sanatın araçsallaştırılması
anlamına gelmiyor. Sanatın tıpkı Nazizm’e karşı olduğu gibi, en önemli ve etkili
mücadele alanı haline gelmesi söz konusu. Üstelik para hırsı ile hareket eden,
sanatı çıkarları için kullanmaya çalışan profesyonellerin karizması günümüzde
iyice çiziliyor!
Sanatın da özgürleştirilmesi
Sonuçta bugün gelişmekte olan çelişkiler, sanatı da çok yakından
ilgilendiriyor. Hatta bunun da ötesinde, bu çelişkilerin kamusal alandan izole
edilen, seçkinlerin temaşasına sunulan kültürün, sanatın, bienallerin düştüğü
duruma işaret etmesi de söz konusu. Sanatın içinde bulunduğu koşulların,
sorunların sanatçıların durumunu yoksulların, ezilmişlerinkinden daha da ilginç
kıldığı bile söylenebilir. Ya sınıfsal ayrıcalıklarını korumak için en tutucu,
en işe yaramaz sivil toplum kesimlerinden birine dönüşecekler ya da yaşadıkları
sorunun üstesinden gelmek için küçük hesaplardan, çıkar ilişkilerinden
sıyrılacaklar. Yani bir bakıma, tıpkı yoksullar gibi kaybedecekleri bir şeyleri
kalmayacak. Suhail Malik Çağdaş Sanat Olarak Resim başlıklı
makalesinde sanatın bu durumunu “bir tür yok olma” değil, “başka bir tür var
olma” biçimine dönüşme olarak niteliyor. Hatta bunun da ötesinde “hayatta kalmak
için yok olmayı” bir tür “şehit düşme” durumuna benzetiyordu.
Sanatın günümüzde, kamusal alandan tamamıyla yalıtılmış olarak, hayırseverlik
kurumları, vakıflar, özel sermayenin sunduğu özgürlük alanı içine hapsedilmiş
olduğunu düşünürsek, içine düştüğü kendi durumuyla ilgili sorunun da, tıpkı
yoksulluk, ırkçılık, dışlanma ve şiddet gibi güncel toplumda başedilmesi gereken
sorunların kapsamında yer aldığını söylemek yanlış olmaz. Bu nedenle bugün söz
konusu olan dönüşümün sanatın da özgürleştirilmesini içerdiği
söylenebilir.
|