28 Eylül Pazartesi günü Yıldız Teknik
Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi, güz dönemine başladı. Yıldız
Kampüsü’nde başlanan eğitim dönemine 15 Ekim’den itibaren Davutpaşa
Kampüsü’nde devam edileceği kararı, 4 Eylül’de fakülteye bildirilmiş.
Bu karar Sanat ve Tasarım Fakültesi yönetimine hiç danışılmadan alındığı gibi,
daha üniversite senatosunda da karara bağlanmamış durumda. 2547 sayılı
Yükseköğretim Kanunu’nun rektörlere verdiği yetkiyi kullanan
Yıldız Teknik Üniversitesi rektörü, fakülte öğretim görevlileri
ve öğrencilerin karşı çıkışlarına rağmen ısrarla binaların boşaltılacağını
söylüyor. 11 seneden bu yana güncel sanat atölyelerinin altyapı çalışmalarını
yeni tamamlamakta olan fakültenin, bu şekilde verilmiş bir kararla, sanat
eğitimi için hiçbir altyapısı olmayan Davutpaşa Kampüsü’ne gönderilmesi,
Türkiye’de güncel sanatın nasıl algılandığı ile ilgili çok üzücü bir tablo
çiziyor.
Vasıf Kortun’la yaptığımız röportajda Kortun, İstanbul
bienallerinin dünyada sanat camiası içinde çok önemli bir yere oturduğunu ancak
Türkiye gündeminde bir türlü yerini bulamadığını anlatıyordu. Şöyle bir açıklama
getiriyordu bu duruma: “Hangi konumdan ya da sınıftan gelirsek gelelim, biz
sanata veya kültüre özel sektörün desteklediği bir ekstra olarak bakıyoruz.” Boş
vakitlerinizi geçirebilceğiniz bir tür seyirlik, hatta eğlencelik alan. Özel
sektör için de harika bir promosyon malzemesi. Bugünlerde şehrin her tarafında
gördüğümüz Sabancı Müzesi Beuys sergisi afişleri, 11. İstanbul Bienali’nin (ve
daha sonraki 15.’ye kadar) Koç Holding destekli reklamları, özel sektörün,
güncel sanat alanını müthiş bir gösteri şeklinde doyasıya yaşadığını ve şehirde
yaşattığını gösteriyor. Özel sektörün güncel sanatın dönüştürücü ya da eleştirel
boyutuyla bir alaka kurmaya niyeti tabii ki yok.
Sadece seyirlik mi?
Peki, bu alakayı kimler kurabilir? Güncel sanat yoluyla hayatın görmediğimiz
anlarına ve alanlarına bakmaya davet etmeye, bu alanların sorgulanmasına,
söylenmeyen, söylenemeyelerin sesini çıkarmaya kim soyunabilir? Beuys’un
laflarını günümüz sanatında yorumlamaya kim kalkabilir ya da Brecht’in güncel
politikayla ilişkisini kim kurabilir? Özel sektör kendi amaçları doğrultusunda
bunlarla şehri donatabilir ama eserlerin içlerindeki eleştirelliği kim tekrar
tekrar gözümüze sokabilir? Kendi tecrübeme dayanarak söyleyebilirim ki, daha
sanat sektörü ya da reklam sektörüne bulaşmamış öğrenciler. Yani bir zaman sonra
kendileri Beuys ya da bienal küratörü olmaya aday olanlar.
YTÜ Sanat ve Tasarım Fakültesi’nin mütevazı ama gitgide hızlanan gelişiminde
belki de yukarıda değindiğimiz İstanbul Bienalin’in uluslararası arenada oluşmuş
pozisyonunu, yerel bir kaynak olarak destekleyecek müthiş bir potansiyel var.
Fakülte, güncel sanat alanında Türkiye’de daha önce varolmamış bölümleriyle,
akademisyen kadrosu, vizyonu ve öğrencileriyle hem eşi bulunmaz bir alanı açıyor
hem de yıllarca boş kalmış alanları dolduruyor. Ani bir kararla yıllar içinde
küçük ama sağlam adımlarla oluşturulmuş teknik altyapıları, organik bütünlüğü,
dışarıdan fakülteye destek veren sanat camiasını yok saymak, sınıfsa sınıf işte,
hocaysa hoca, dersse ders demek nasıl olabilir?
Nasıl olduğuna bakmak gerekiyor? Vasıf Kortun’un da dediği gibi hepimiz
sanata veya kültüre bir ekstra olarak bakıyoruz. Bizim hayatımıza sadece afişler
olarak değiyor, şehrimizi renklendirip şenlendiriyor. Politikacılar için de bu
şenlik çok cazip. Ama aynı zamanda politikacıların sanatçılara şöyle bir
bakışları var: Bu sanatçılar kimseyi temsil etmiyorlar ki. Biz temsil ediyoruz.
Biz gerektiği yerde onları kullanırız ama gerekip gerekmediklerine de biz karar
veririz. Fakat politikacılar yanlış karar verebiliyorlar. Ve bu kararlarına
karşı çıkacak bir gücü yok halkın. Çünkü halk olarak bizler de politikacılar
gibi kültür sanat alanını politikadan ayrı, ekonomiden ayrı, gündelik
hayatlarımızdan ayrı bir alan olarak algılıyoruz. Özel sektörün finanse ettiği,
dolayısıyla istediği gibi at koşturduğu ve bizim hayatlarımıza sadece reklam
malzemesi ve seyirlik olarak giren bir alan.
Biraz hesap
YTÜ Sanat ve Tasarım Fakültesi’nin bu şekilde taşınması Türkiye’de
1980’lerden itibaren oluşmuş enteresan bir duruma işaret ediyor. Bir devlet
üniversitesinin içinde yani kamu alanında varolmaya çalışan bir kültür sanat
kurumundan bahsediyoruz. Özel sektörün dışında kalmış bir başıboşlukta duruyor.
Aslında halkın finanse ettiği bir kurumdan ve gelecek için müthiş fırsatlar
taşıyan bir potansiyelden bahsediyoruz. Bu karar, kültür ve sanatla özel
sektörden dolayı ilişkisini kurmuş bir kentin çok önemli bir açmazına işaret
ediyor. Kamu alanının dışında konumlandırılan sanatçının geldiği noktayı
gösteriyor. Özel sektörün alanında değilse ve de daha özel sektörün reklam
malzemesi haline getireceği noktada değilse bir yerden alınıp başka bir yere hiç
üzerinde durulmadan savrulabiliyor.
Fakülte öğrencileri sanat gibi “ekstra” işlerini bırakıp bu savrulmaya
direnme yolları arıyorlar. Okulun içinde kravat ve takım elbiseli bir grup insan
da var. “Resmi görevli” desem pek değil, polis desem değil. Bu grup öğrencilere,
boş işlerle meşgul, heyecanlı ama aynı zamanda potansiyel tehlike olarak uzaktan
şüpheyle ve alakasız kalarak bakıyor. Bir bilseler aslında bu bienallerin
şehirlere finansal getirilerin ne boyutta olduğunu ve burada bu “ekstra” işlerle
uğraşan heyecanlı topluluğun bu sektörün yapıtaşlarından biri olduğunu. Biraz
hesapla bu fakültenin yerine getirilmesi düşünülen kongre turizmi ya da bir
prestij merkezi kadar önemli (sadece kültürel anlamda da değil finansal açıdan
da) olduklarını, bakışlarında biraz daha saygı ve ilgi oluşabilir. Ama bu
bağlantıları onların kurmasını beklemek tabii garip olur. Ama politikacılardan
ve üst düzey kamu görevlilerinden, yani biz’i temsil etmeye soyunmuşlardan bu
alakayı kurmalarını beklemek, kamusal alanda daha yetkin düşünmelerini talep
etmek sanırım en doğal hakkımız.
Aysim Türmen / Kent antropoloğu
|