Serge Spitzer'in Hasköy'deki Mayor Sinagogu'nda gerçekleştirdiği
yerleştirme bağlamla içeriğin, mimarlıkla sanatın ilişkisini
sorguluyor.
Yüzyıl önce yaklaşık 25 bin Yahudinin yaşadığı Haliç’teki
Hasköy semtinde onlarca sinagog varmış. Bunların bir bölümü ya yıkılmış ya da
terk edilmiş. Bugüne kadar ayakta kalmayı başaran Mayor (adını
İspanya’nın Mayorka Adası’ndan almış) da işlevini yitiren
sinagoglardan biri. Yaklaşık yarım yüzyıl önce terk edilen sinagogun bir
bölümünde bugün küçük bir döküm atölyesi yer alıyor. Burada eritilen madenler
kum kalıplara dökülerek sokak lambalarına dönüşüyor. Sinagogun bir başka
bölümünde ise lastik makine parçaları üreten atölye var. Üst bölümünde ise bir
bilardo salonu yer alıyor. Salonun çay içilen Haliç manzaralı bir de terası var.
Sinagogun ana mekânı ise bugünlerde tanınmış sanatçı Serge
Spitzer’in Molecular Istanbul adlı yerleştirmesine ev
sahipliği yapıyor. Geçtiğimiz haftalarda Spitzer’in moderatörlüğünde Garage
İstanbul’da düzenlenen bir forumda 2010 boyunca açık kalacak bu ilginç proje
tartışıldı.
Sözde diriltilme değil
Yaptığı işin soru sormak olduğunu, cevap vermeyi amaçlamadığını söyleyen
Spitzer’in yerleştirmesi Mayor’u mekânın hüznünü sömüren, tüketen bir
mutenalaştırma projesine değil, bugünkü durumunu ve içinde yer aldığı kentsel
bağlamla ilişkisini sorgulayan bir güncel sanat yapıtına dönüştürmüş. Fiziksel
boyutuyla mekânı kullanmayı amaçlayan değil, kendisini merkeze almayan, anlam
katmanları ile ilişkilendiren bir yerleştirme ile karşı karşıyayız. Söz konusu
olan, işlevini ya da hafızasını yitirmiş bir mekânı, bir boşluğu kullanma
dürtüsü ya da sanata kucak açmak için harekete geçen hayırseverlerin,
sponsorların desteklediği bir “restorasyon” işi değil. Bu
nedenle, gelecekte gerçekleşecek olan muhtemel bir dönüşüm, yani yeniden
işlevlendirme meselesi ile bu yerleştirmeyi bilerek “proje”
diye adlandırarak bir karışıklık yaratmak mümkün: Sanat bu mekânda gerçekleşecek
olan dönüşümün içeriği olarak mı yer alıyor? Yoksa mekânsal dönüşüm burada sanat
yoluyla, şu anda bir içerik olarak mı gerçekleşiyor?
Spitzer yaptığı çalışmada hiyerarşik bir temsil ilişkisi kurmaya
çalışmadığını, İstiklal’i, özel olarak sanat için mutenalaştırılmış mekânları,
müzeleri, merkezleri kullanmayı tercih etmediğini söylüyor. Ancak bunun da
yeterli olmadığının farkında. Kentin sanat için mutenalaştırılmış mekânlarını
değil de Hasköy’de unutulmuş bir sinagogu tercih etmiş olması yeterli mi? Bu
mekânın da, sanat yoluyla gerçekleştirilecek dönüşümün de, yarın öbür gün
diğerlerine benzemeyeceğini nasıl iddia edebiliriz? Değişimin koşulların bir
sonucu olarak değil de müdahale biçimi ile ilgili olduğunu varsayarsak,
müteahhitlerin, yatırımcıların, kâr amaçlı girişimcilerin yaptığını, neden
sanatçılar kendi bildikleri yöntemlerle yapmasın?
İçerikle bağlamın yer değiştirebileceğini gösteren, temsil edilene kalıcı bir
statü dayatmayan bu yerleştirme, alışılageldik bir estetik duygusundan öte,
sanata tanınan bu “neoklasik” işlevi tersine çeviriyor. İzleyeni de, komşularını
da kendi isteği ile yerleştirmeye dahil ediyor. Bu yüzden bildiğimiz
sanat-mimarlık ilişkisini, yani mimarlığın sanata yer açmasını, kullanıma
yönelik boşluk yaratmasını değil, bağlamdan içeriğe, içerikten bağlama doğru
-nereden isterseniz- oradan yola çıkmasını sağlıyor. Geriye kalan tek sahici
eylem, ölmüş olan tapınağın sahte bir restorasyon çalışması ile sözde
diriltilmesi değil, onu öldüren parçalanmanın içine alınması. İçeri alınan sanat
mı, yoksa tapınağın kalıntısı mı? Tapınağın içinde yer aldığı bağlam mı?
Hangisi? Bu soruları cevaplandırmak izleyiciye bırakılmış.
Hangisi işlevini yitirmiş?
Spitzer’in yerleştirmesi sanatla mimarlık, mimarlıkla içinde yer aldığı
bağlam arasındaki ilişkiyi sorguluyor: Biçim ile işlevi kalıcılaştıran, mekânın,
kentin yerine geçtiği halde, bunun farkına varmayan söylem sanatla tasarım
arasında bir karşıtlık oluşturur: Sanat temsil ettiği üzerinde bir yetkiye sahip
olmayan, olması beklenmeyen bildirişimsel bir faaliyettir. Bu nedenle semantik
yetkiden arındırılmış olan temsile “sanat” diyoruz. Nesnesi üzerinde dönüştürme
yetkisi taşıyan temsile ise “tasarım” diyoruz. Spitzer ise
mimarlıkla sanat arasındaki bu ilişkiyi, daha doğrusu tıpkı sinagog gibi
işlevini yitirmiş olan bu “neoklasik” düzeni sorguluyor.
Sanatçının yaptığı ölmüş olan tapınağın sahte bir restorasyon çalışması ile
sözde diriltilmesi ya da mekândan geriye kalanın bir sanatsal çalışmaya yer
açması değil, onu yok eden bağlamın, parçalanmanın içine alınması. Bu nedenle
Molecular Istanbul projesi herhangi bir ara form, temsil içermeyecek kadar
eşbiçimli, hatta biçimsiz birimlerden oluşuyor.
2008’deki Venedik Bienali Uluslararası Mimarlık Sergisi’nde Aaron
Beatsky, “inşaat, mimarlığın mezarıdır” demişti. İstanbul’da sayısız
örnekte gördüğümüz gibi, inşaat işi olarak görülen restorasyon -ancak ve ancak
yaratıcı bir süreç içinde yaşayabilecek- mekânın hafızasını bir daha geri
gelmeyecek bir şekilde yok etmeye yönelik bir müdahale halini alabilir. Dışsal
belirleyicilerle, anonim kalıplarla gerçekleşen restorasyon mekânın anlamını
başka bir simgesel kurguya taşıyabilir ve onu bir daha taşıdığı yerden geriye,
bir daha asla kendisine iade etmeyebilir. Mekâna geri döndüğümüzde, onun cansız
bir bedeniyle karşılaşabiliriz. Güya geçmişi, tarihi, mekânı korumaya yönelik
gibi gözüken inşaat aşkı, simgesel düzeni içine alarak onu yok etmeyi amaçlayan
yıkıcı bir nefrete dönüşebilir.
Restorasyon adı altında iğdiş edilen camilere, saraylara, medreselere,
hanlara, evlere bakıldığında insan şunu düşünmeden edemiyor: Mimarlık,
restorasyon önce sanatsal bir uğraş olmalı. İstanbul halkı adına İstanbul Yahudi
cemaatine ve bu olağanüstü projeyi hazırlayan kültür insanlarına bize verdikleri
bu değerli hediye için teşekkür etmeliyiz.
Mayor Sinagogu’ndaki Molecular Istanbul yerleştirmesini
hafta içi her gün 11.00-16.00 saatleri arasında görmek mümkün.
|