Mekânın nasıl örgütlendiği sakatlık deneyimi açısından yadsınamaz bir öneme
sahiptir. Özellikle Lefebvre’in 1974 tarihli La
Production de L’Espace (Mekânın Üretimi) kitabından bu yana, mekânın,
toplumun farklı kesimleri arasındaki mücadeleler sonucunda, tarihsel olarak
üretildiği görüşü, mekânı ele alışlarında eleştirel bir yaklaşım benimseyen
sosyal bilimsel araştırmalarda yaygın olarak kabul edilmiştir. Ancak bu,
Lefebvre için mekân-toplum ilişkisinin yalnızca bir yönüdür: Toplumun mekânı
üretmesi kadar mekânın da belirli toplumsallık biçimleri, kimlikler ve
deneyimler ürettiğini ileri sürer yazar.
Bu görüşün sakatlık
çalışmalarına yansıması, sakatlığın, yeniden ve toplumsal-mekânsal bir koşul
olarak tanımlanma çabasıdır. Nitekim Imrie (Disability and the City,
1996, s. 11) de fiziki çevrenin, sakatlığın toplumsal üretiminde ve
sakatlayıcı (disabling) ideolojilerin kabul görmesinde belirleyici olduğunu
iddia etmiş; hem sakatları dışlayan yapıların hem de onların bakımına ‘ayrılmış’
kurumların söz konusu fiziki çevreye dahil olduğunun altını çizmiştir.
Gleeson’ın sakatlığın coğrafyasına odaklanan kitabı (Geographies of
Disability, 1999) da, sakatlık-mekân ilişkisini vurgulayan çalışmaların
önemli örneklerinden biridir. Marx’ın “birinci
doğa/ikinci doğa” kavramsallaştırmasından hareketle sakatlığı
tanımlamaya çalışan yazar, bedeni, doğal kapasitelerin/yeteneklerin bir
biçimlenişi (configuration) olarak alır – bu biçimleniş
kesinlikle maddidir ve potansiyel olarak sonsuz sayıda farklı şekilde
gerçekleşebilir (age: 36). Bedenin aldığı farklı biçimlerin bir
kısmından sakatlık deneyimini üreten ise toplumsallaşma, üretim ve yeniden
üretim süreçleridir. Mekân bu süreçlerde belirleyici bir rol
oynar.
Üretimin ve yeniden üretimin, toplumsal çıkarların ve
mücadelelerin kaynaklık ettiği mekânsal pratikler, belirli mekânsal olanakları
ve engelleri var ederler. Mekânın böylece şekillenişi, kimi
‘bedenlerin’ kent merkezine inmesine, üretim bandında
çalışmasına, okula devam etmesine izin vermez ve dolayısıyla eğitim ve sağlık
imkânlarından yeterince yararlanamayan, çalışamayan veya dolaşamayan kişiler
vücuda getirir. Böylece politik ve ekonomik olarak marjinalleşen, üretim aygıtı
içinde sömürülmeleri mümkün hale gelen ve kültürel açıdan değersizleştirilen bu
kişiler, aslında toplumsal olarak üretilen ve dolayısıyla değiştirilebilir olan
mekânsal pratiklere müdahale etmek konusunda zorlanırlar. Kısacası, mekânsal
pratikler ayrımcılığı, ayrımcılık ise (belirli çıkarlara denk gelen) geçerli
mekânsal pratikleri süreklileştirir. Oysa bu pratikleri farklı olanaklar
yaratacak şekilde dönüştürmek mümkündür.
TARİHTE SAKATLIĞIN
TOPLUMSAL MEKÂNI
Özetle, aynı bedenin farklı
toplumsal-tarihsel-mekânsal koşullarda farklı şekillerde ‘yaşayacağı’
söylenebilir. Nitekim Gleeson (1999) üretim biçimi temelinde
meseleyi ele aldığı çalışmasında, sırasıyla feodalitenin ve kapitalizmin
şekillendirdiği mekânların, sakatlar için bambaşka engeller ve olanaklar
içerdiğini ortaya koymuştur.
Gleeson’a göre, Ortaçağ İngilteresi’nin
toplumsal mekânını belirleyen temel özellik, ücretli ve ücretsiz çalışma
arasında formel bir ayrım olmamasıdır. Haneyle çalışma alanı büyük oranda iç içe
geçmiştir ve bu dönemin üretici sınıfını oluşturan çiftçilerin toprağa (yasal)
bağımlılıkları, onları büyük ölçekli yer değiştirmelerden alıkoyar (Bu
noktada Gleeson’ın alt-sınıflara odaklandığını hatırlatalım). Sıradan bir
çiftçinin kasaba pazarlarını veya dini merkezleri ziyaret etmesine sık
rastlanmaz. Kasabalar da küçük ölçeklidir ve merkeze toplanmış evler ve
kiliseyle, onları çevreleyen tarlalardan ve otlaklardan, en dışarıda da orman
arazileriyle boş alanlardan oluşurlar. Dolayısıyla dönemin insanının tüm yaşamı
-kadınlar daha çok hane içinde veya yakınında, erkeklerse çevredeki tarım
alanlarında çalışsalar da- birkaç kilometre kare içinde geçer – gündelik hayatın
herkese dayattığı sınırlı mekân kullanımı, sakatları bu anlamda ‘farklı’ bir
grup olmaktan çıkarır.
İkinci olarak, yaşam koşullarındaki zorluklar ve
tarımsal üretimin gereklilikleri (hasat gibi) hem kadınlarla erkekler, hem de
aileler arasında yardımlaşmayı zorunlu kılmış, sakatlar dâhil olmak üzere
herkesin bir şekilde üretime katkıda bulunmasını gerektirmiştir. Söz konusu
işlerin mekanik bir zaman dizimine değil de dünyanın dönüşüne ve mevsimlerin
geçiş hızına bağlı olması, çalışma hızında da belirli bir esnekliği mümkün
kılmıştır.
SANAYİLEŞMENİN ETKİLERİ
Ne var ki,
emek gücünün soyut bir değer ölçüsü uyarınca rekabetçi bir piyasa içinde satılır
hale gelmesi bu alanda da pek çok şeyi değiştirdi. Kentlerin büyümesi, çalışma
zamanının değişmesi ve üretimin yapıldığı mekânların verimliliği artıracak
şekilde yeniden düzenlenmesi, sakatları hem çalışma hayatının hem de kent
merkezinin dışına itti. Serseriliğin mahkûm edilip zorunlu çalışma ile
cezalandırılmasına yönelik yasalar yürürlüğe girdi ve burjuvaziye özgü yeni bir
çalışma ahlakı, çalış(a)mayan kesimlerin damgalanmasına neden oldu. Bu yeni
ortamda sakatlar çalışma yükümlülüğünü yerine getiremeyen ve parçası
bulundukları toplumun sırtındaki yükü ağırlaştıran veya merhamet gösterilmesi
gereken kişiler olarak düşünüldüler.
Böylece kapitalizmin toplumsal
mekânı, feodaliteye özgü koşullardan bambaşka bir şekilde şekillendi. Ücretli
emek ücretsiz emekten formel olarak, çalışma mekanı da haneden fiziki konumu
itibariyle ayrıldı. Yeni çalışma mekânları -fabrika, maden, demir döküm
atölyesi, tersane, demiryolu- belirli bir verim düzeyini yakalayan emekçilere
ayrılırken, çalışamayan kesimler ev içine veya yeni kapatma kurumlarına mahkûm
oldu.
|