Soru-Cevap okurları için bu hafta ya bir uzmanla askerlerin sivil
mahkemelerde yargılanması meselesini konuşacaktık ya da Almanya, Avusturya ve
İsviçre’nin kredilerini Ilısu Barajı projesinden çekmelerini...
Biz ikincisini tercih ettik ve hemen Hasankeyf için milleti
ayağa kaldırmayı başaran, bu arada Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu’nu da
hayli kızdırmış bulunan Doğa Derneği’ni aradık. Dedik ki, "Bir odanın içinde
konuşmayalım, atlayıp Hasankeyf’e gidelim."
Bunu dememizle ayrıntılı bir yol ve konaklama programının
yapılması yarım saati bile bulmadı. Biz Mustafa İstemi’yle Ankara’dan, Dernek
Başkanı Güven Eken İstanbul’dan yola çıkıp Diyarbakır’da buluştuk. Bir buçuk
saatlik bir karayolu yolculuğundan sonra Hasankeyf’teydik. Gider gitmez de
ağzımızdan ilk çıkan laf şu oldu: "Hasankeyf hakkında iyi ki uzaktan
konuşmuyoruz ve iyi ki bu hafta Hasankeyf’i konuşuyoruz."
Elimizde bir Dicle kaldı, gerisi
bitti
Ilısu Barajı projesi kaç hükümettir
konuşuluyor? 40 hükümettir.
İlk kimin fikri? Türkiye’deki bütün büyük
baraj projelerinde olduğu gibi, Dicle ve Fırat üzerine dev barajlar yapma fikri
de tabii ki Demirel’in... İlk kez 1952’de söylüyor sanırım.
Peki ilk kim hayata geçirdi? Özal, Fırat
üzerine üç baraj yaparak işe başladı.
Dicle konusunu ilk kim
canlandırdı? Erbakan-Çiller hükümeti.
Yabancılarla kredi anlaşmasını kim
imzaladı? Ecevit’in başbakan olduğu koalisyon.
Sizce bu işe noktayı koyacak olan da Çevre Bakanı Veysel
Eroğlu mu? Çok istiyor, çünkü Eroğlu bir baraj inşaatçısı ve geriye
dönük kariyerinde "Ben büyük baraj yaptım" deme iştahında. "Barajın en güzelini
yapacağım ve bizzat ben yapacağım" diyor. Oysa dünyanın hiçbir yerinde çevre
bakanları baraj inşaatı yapmaz, tam tersine baraj inşaatlarının doğayı da
koruyacak şekilde yapılması için çalışır, gerekirse karşı çıkar.
Ilısu yerine başka bir yerde baraj kariyeri yapılamaz mı
peki? Yapılamaz, çünkü bütün büyük nehirlerin bütün noktalarına
büyük barajlar yapıldı ve nehirler bitti artık. Bir tek Dicle nehrimiz kaldı. O
yüzden zaten baraj endüstrisinin gözü Ilısu’da ya... Düşünsenize, yapılacak olsa
Türkiye’nin ikinci büyük barajı olacak.
Bakan’ın baraja karşı çıkanlar için "bölücü", "bölgenin
geri kalmasını istemeyenler" demesine ne diyeceksiniz? Baraj yapmak
isteyenlerin en sık kullandıkları laftır bu. Barajın yeri Güneydoğu Anadolu’da
olduğu için kolay inanılabilecek bir yafta olduğunu düşünüyorlar. Oysa kimse
artık bu sözlere inanmıyor. Çünkü Ilısu için bugün kurulan cümlelerin aynıları
10 yıl önce Halfeti için kuruluyordu. Şimdi gidin görün Halfeti’de fakirliği.
Tek tük turist arabası geliyor, barajda pata pata botla geziyorlar, ondan sonra
"Aaa Halfeti buymuş, vah vah vah" deyip gözyaşları döküp dönüyorlar. Oradaki
insanlar da fakirlikleriyle kalıyor.
Çin Seddi neyse Hasankeyf daha
fazlası
Bu projenin tamamı ne kadara çıkacak? Bir
buçuk milyar Euro’ya.
Kaç kişinin cebine girecek bu para? Beş altı
şirketin.
Peki Ilısu barajı yapılırsa kaç kişinin hayatı
etkilenecek? En az 70 bin kişi.
Diyelim ki yapıldı; bir barajın ömrü kaç
yıl? 50, bilmediniz 60 yıl.
Ya Hasankeyf’in yaşı kaç? İnsan varlığını
baz alırsak 15 bin. Doğal mirası baz alırsak da 2 milyar.
Oradan üretilecek elektriğin toplamdaki payı ne kadar
olur? Baraj bittiğinde yüzde 1’den az olacak. Yüzde 10 lafı doğru
değil.
Hasankeyf’te turizm yapılsa sizce ne kadar
kazanılır? Dicle nehriyle aynı tartışmaları yaşayan ve sivil toplum
sayesinde kurtarılan Grand Canyon milli parkını örnek alırsak, ABD ekonomisine
yıllık katkısı 750 milyon dolar. Üstelik yatırım maliyeti de büyük baraja oranla
çok çok düşük. Yani Hasankeyf turizm sahası ilan edilecek olsa hem bütün
Güneydoğu’yu kalkındırabilir, hem de terörün önünü kesebilir.
Acaba değerini biraz abartıyor olabilir
misiniz? Ama bunu ben değil, bilim adamları söylüyor. UNESCO’nun bir
alanın dünya mirası olabilmesi için 10 tane somut kriteri var. Bu kriterlerden
birine dahi uysa UNESCO orayı hemen dünya mirası olarak tescilliyor. Peki bilim
adamlarının araştırmalarına göre Hasankeyf kaç kritere uyuyor biliyor
musunuz?
Kaç? Dokuz. Uymadığı tek bir kriter var o da
Hasankefy’te insanlığı bugüne getiren bir bilimsel keşif yapılmış olmaması. Ama
onun da bir önemi yok, çünkü dünyada 10 kriterin dokuzunu sağlayan ikinci bir
alan yok.
Peki biz hiç UNESCO’ya başvurduk mu? Baraj
nedeniyle Türkiye başvurmuyor. Çin için Çin Seddi neyse, Mısır için Piramitler
neyse Hasankeyf de bizim için o, hatta daha fazlası, ama biz bunu devletin
üstelik bir buçuk milyar Euro harcayarak yapacağı, ömrü 50 yıllık bir baraj için
değerlendiremiyoruz.
Yalnız bu kadar değerliyse turizm sektörü neden bugüne
kadar el atmamış Hasankeyf’e? Çünkü buraya çivi çakmak yasak. Sit
alanı olduğu için kimse burada elinde kazma kürekle dahi yürüyemez. Örneğin
belediye başkanı kalede bir mağara müzesi yaptı, ama anında mühürlendi.
İnanılmaz ironik bir durum: Çivi çakmak yasak, ama sular altında bırakmak
serbest. Çünkü baraj yapacakları yerin kalkınmasını istemiyorlar, o yüzden de
hiçbir yatırıma, restorasyona izin vermiyorlar.
İşin püf noktası
Peki siz hiç mi baraj yapılmasın
diyorsunuz? Hayır, biz diyoruz ki; bir nehrin havzasındaki su
dengesini bozmayacak şekil ve ölçekte küçük barajlar yapılabilir. İçme suyu için
yapılan barajlar da genelde böyle barajlardır. Çünkü suyun en akılcı kullanımı
için havza ölçeğinde planlama gerekir ve zaten bütün Avrupa da şu anda yapılan
bu.
Ya elektrik; onu nereden üreteceğiz? Eğer
doğru planlama ve yatırım yeterince yapılsa Türkiye’nin rüzgar ve güneş
kaynakları enerji ihtiyacımızı fazlasıyla karşılar. Dev barajlara, nükleer ve
termik santrallere hiç gerek kalmaz. Zaten 10-20 yıla kalmaz enerji evde
üretilen ve hemen orada tüketilen bir değer haline gelecek. Çatınızdaki güneşten
veya bahçenizdeki rüzgar gülünden elektrik üretip, akşam oturma odanızı siz
kendiniz aydınlatacaksınız. Yani enerjinin büyük bir merkezde üretilip
dağıtılması bir süre sonra tarihe karışacak. Dolayısıyla büyük baraj projeleri
tüm dünyada artık çok demode bulunuyor.
O zaman Ilısu için bu kadar uğraşmak yerine niye baştan
küçük barajlar yapılmıyor? Çünkü küçükleri müteahhit firmalar için
kârlı değil. Örneğin Ilısu’yu parçaladınız, dört küçük baraj yaptınız, o kadar
kârlı olmuyor. Barajın asıl kârlı olan kısmı dolgudur. Bir alanı ne kadar büyük
hacimle doldurursanız o kadar kârlı olursunuz. Niye dünyanın en kârlı işlerinden
biri büyük baraj yapmaktır; işte bunun için.
Dünyada artık hiç mi büyük baraj yapılmıyor
peki? Dünyada 1990’lardan sonra ciddi bir baraj karşıtı hareket
başladı. Şu anda Hindistan’dan Amerika’ya kadar milyonlarca baraj karşıtı insan
var. Devletler de yanaşmıyor. Mesela Avrupa ülkeleri yaptırmıyor, Amerika
yıkmaya bile başladı. Kaliforniya’daki birçok büyük baraj yıkılıyor. Dünyadaki
mega baraj sektörü artık Avusturya’da, Almanya’da, İsviçre’de, Fransa’da işsiz.
Tıpkı nükleer enerji gibi baraj endüstrisi de ölen bir sektör. Bu rantın bir
şekilde parçası olmuş insanların dışında büyük baraj isteyen kimse
yok.
İşin ikinci püf noktası
Siz bu baraj endüstrisinin siyaset üzerinde lobi
yaptığını düşünüyor musunuz? Yüzde yüz. Bu iktidar döneminde değil
yalnız, oldum olası baraj lobisinin kurumlar üzerinde hep bir etkisi vardır.
Çünkü çark şöyle döner; önce ortaya bir baraj fikri atılır, sonra DSİ’nin ve
baraj şirketlerinin taşra teşkilatları yerel halkı bu projeye inandırır, daha
sonra o yerel halk bu projeyi ısrarla talep eder hale gelir ve bir süre sonra
baraj oy vermenin koşulu haline dönüşür, sonunda da oy karşılığında proje
dağıtılır.
O vakit geldiğinde işin bir diğer püf noktası da şu mu
olur: Projeye yabancı kredi bulunursa ihale açılmayabilir... Tabii,
Türkiye’de son üç dört hükümettir büyük projelerin ihalesiz vermenin kısa
yolları oluşturulmuş durumda. Bunlardan en temeli de ülkeler arası ikili
anlaşmalar. Çünkü ikili anlaşma olunca Bakanlar Kurulu ihale açmadan büyük
projeleri, içinde yabancı şirketlerin de olduğu konsorsiyumlara verebiliyor.
İhale açıldığında ise rekabet başlıyor ve şirketlerin kâr marjı düşüyor. Yani
projenin şirketler açısından kaymağı azalıyor.
Ilısu’da da sistem böyle mi
işliyordu? İşleyecekti. Bütün ısrar bunun içindi. Avrupa’nın koyduğu
150 kritere inşaat şirketleri ve DSİ’nin boyun eğmesinin ana sebebi ihalesiz
baraj inşaatından elde edilecek kârın daha fazla olmasıydı. O yüzden zaten
yabancı krediler geri çekildiğinden beri birilerinin keyfi fena halde kaçtı.
Hasankeyf'in akıbeti Başbakan'la
anılacak
Peki sonuçta geçtiğimiz hafta Ilıca projesinden yabancı
krediler tamamen çekildi; şimdi ilk planınız nedir? Sayın
Başbakan’dan randevu istemek...Kültür Bakanı’na gittiğimizde onun da bize ilk
söylediği şey konunun artık bu noktadan sonra Başbakana gitmesi
gerektiği...
Diyelim ki randevu verdi; sizce Başbakan "Peki oldu,
baraj yapılmasın" der mi? Umut ediyoruz, çünkü bu aslında kendisi
için de basit bir şekilde imzalanacak, salt teknik bir mesele değil. Sonuçta
UNESCO’ya göre 10 kriterin dokuzunu sağlayan ve dünyada benzeri olmayan bir
dünya mirasının sular altında kalmasından bahsediyoruz. Hasankeyf yok olursa
"Tayyip Erdoğan’ın hatası" olarak tarihe geçecek. Eğer yaşarsa "Tayyip Erdoğan
kurtardı" olacak.
Başbakan bu konuda yeterince bilgilendirilmiş
midir? Hayır, Başbakan hep tek taraflı, bu işi yapmak isteyen
mühendislik şirketleri ve doğal olarak bu işin peşindeki Bakan tarafından
bilgilendiriliyor. Oysa hiçbir siyasetçi orayı görmeden böyle bir karara imza
atmamalı. O yüzden biz kendilerini Hasankeyf’e davet edeceğiz. Hasankeyf’i
Hasankeyf’te anlatmayı önereceğiz. Bu kadar kilit bir konumdaki bir kişinin
meseleyi bir de bizden dinlemesini isteyeceğiz.
Siz farkında değilsiniz ama Doğu Karadeniz
ayakta
Bir ihtimal Hasankeyf kurtarıldı; sizce mesele bitiyor
mu? Hasankeyf bizim için buz dağının görünen yüzü. Bu baraj
meselesinin sembolü. Asıl onun altında en az bin baraj daha var.
Bin baraj daha mı? Tabii, 2023 yılına kadar
baraj sayımızın 500’den bin 500’e çıkarılması hedefleniyor. Kimse henüz bunun
farkında değil, ama Türkiye’de bir baraj salgını var ve bütün derelerimiz
satılmış durumda. Üstelik üstündeki projenin ne olacağı bilinmeden... Bir yandan
ortada çok ciddi paralar dönüyor, ama öbür yanda da Anadolu’nun pek çok yerinde
bir isyan başlamış durumda.
İsyan? Bu basına pek yansımıyor, ama Doğu Karadeniz ayakta.
Ciddi bir halk hareketi var orada. Hatta isterseniz 14 Ağustos’ta Macahel’e
gelip kendi gözlerinizle görün. Türkiye’nin dört bir yanından "su mağduru"
insanlar gelecek ve orada ortak bir yol haritası çizilecek. Herkes tahmin
edemeyeceğiniz kadar tepkili. Niye; çünkü insanların yüzlerce yıldır kıyısında
çiftçilik yaptığı bütün dereler satılmış. Düşünsenize bir tarlanız var, çapa
yapıyorsunuz ve bir gün takım elbiseli, çantalı birisi geliyor, "Bu su benim"
diyor. O zaman oradaki insan da diyor ki "Dur bakalım ben yüzlerce yıldır burada
yaşıyorum, sen kimsin?"
İyi de devlet sattığı dereyi geri almayacağına göre
köylünün "Sen kimsin" demesi bir işe yarıyor mu? Öyle de bir yarıyor
ki... Şu anda Doğu Karadeniz ve Batı Karadeniz’de ne kadar dava açıldıysa
hepsini köylüler kazandı, yürütme alınan kararları işletsin yeter.
Asıl sivilleşme gücün devletten halka
geçmesidir
Sizce Türkiye’nin yasaları çevreyi korumaya elverişli
mi? Elverişli ama uygulanmıyor. Yürütme, çevreyi koruyan yasaları
yeni yasa maddeleri çıkartarak, eklemeler yaparak aşmaya çalışıyor. Bu tabii
şirketlerin ilgisini artırıyor. Dünyadaki bütün maden ve baraj sektörü şu anda
Türkiye’yi kendine pazar olarak görüyor. Çünkü Türkiye kadar koşulsuz şartsız
baraj ve maden tesisleri yatırımlarına kucak açan ikinci bir ülke yok. Bütün
Avrupa, Amerika, Çin herkes burada. Ben hatta en sonunda "Sahibinden Satılık
Ülke" diye bir yazı yazdım, çünkü başka bir tarif bulamadım.
Siz ulusalcı veya milliyetçi misiniz? Hayır,
ben sadece Anadolu coğrafyasına aşık bir insanım. Benim için Türkiye Cumhuriyeti
80 yıldır var, ama biz burada 15 bin yıllık bir insan medeniyetinin
torunlarıyız. Dolayısıyla benim için demokrasi 15 bin yıl öncesi yaşamış
insanların dahi fikrini almaktan başlıyor, sadece bugünkü insanların değil.
Çünkü ben onların da sorumluluğunu taşıyorum. Benim bütün derdim bu.
Ama doğrusu pek alışılmadık bir demokrasi anlayışınız
var? Farkındayım, çünkü bunu bizden başka söyleyen sivil toplum
kuruluşları ne yazık ki fazla yok. Herkes korkuyor; "Acaba devlet bize ne der"
diyor. İnanın, çoğu Hasankeyf ile ilgili bölücü ilan edilmekten dahi
korkuyorlar.
Siz niye korkmuyorsunuz? Çünkü benim için
gerçek bir demokrasi, sivil toplum kuruluşlarının "Ben şunu söylersem devlet
veya şirketler ne der" diye kaygılanmadığı, tam tersine devletin ve şirketlerin
"Biz bunları yaparsak sivil toplum ne der" diye düşündüğü bir
demokrasidir. Ama Türkiye’de şu anda sivil toplum hareketi sadece akıl
dağıtan ve bağış toplayan bir hareket haline dönüşmüş durumda. Hâlbuki akıl tek
başına yeterli değildir. İnsan aklı, yanına gövdesini ve vicdanını da koyarsa
güzeldir, aksi halde akıl tek başına hiçbir işe yaramaz. Sivil toplumun mutlaka
gerektiğinde sokağa çıkması lazım. Gerektiğinde de vicdanı, kamu vicdanını
harekete geçirmesi...
Ama şimdi tam da "Türkiye sivilleşiyor" denilen bir
dönemde söylüyorsunuz bunları? Doğrusu benim anladığım sivilleşme
gücün devletin kendi güç noktaları arasında el değiştirmesi değil; tam tersine
gücün merkezi devletten bilgiye ve kamusal vicdana dayalı sivil toplum
hareketine geçmesidir. Bu da henüz Türkiye’de olmadı.
Yakın bir gelecekte olacak gibi görünüyor mu
size? Belki size çok iddialı gelecek, ama bir ihtimal Doğa Derneği
bu uyanış ve dönüşümü sağlayabilir. Çünkü bunu ancak anlık tepkilere ve bireysel
çıkarlara dayalı olmayan, arkasını hiçbir ideolojiye yaslamamış, tamamen bilgiye
dayalı bir gövde ve vicdan hareketi yapabilir. Nasıl bizim Doğa Derneği
teşkilatında türbanlı kızlar, saçı uzun erkekler, ulusalcılar, liberaller, yaşı,
gelir düzeyi veya eğitim seviyesi farklı ama kamusal aklı ve vicdanı bir olan
insanlar bir araya gelip bir güç oluşturabiliyorsa, tüm Türkiye de bunun
başarabilir. Bence bu ülkenin asıl ihtiyacı olan da bu: Ortak bir vicdani
duruş.
Peki ne yapalım; sizce hepimiz birleşip Yeşiller
Partisi’ni mi kuralım? Hayır biz parti olmayalım. Biz sadece gerçek
bir sivil güç olalım ve bütün partileri yeşil yapalım. Hatta bir tek yeşil de
değil. Onları aynıo zamanda medeniyet ve kültürü de önemseyen partiler olmaya
zorlayalım. Bunu başarabilirsek işte ben ancak o zaman Türkiye’nin
sivilleştiğini ve gerçek bir demokrasi yaşadığını söyleyebilirim.
"PKK'ya karşı baraj" fikri baraj lobisinin son
dehası
Baraj yapılırsa Türkiye Suriye ve Irak’ın suyunu mu
kesmiş olacak? Sadece dolma döneminde biraz su kesiyor olacak, ama
sonra bırakmak zorunda. Barajın da bir limiti var.
Yani Ilısu, su savaşlarında Türkiye’nin elini
güçlendirmeyecek mi? Suyun azalıp, Dicle’nin tamamen kuruduğu günün
hesabı yapılıyorsa bile baraj Türkiye’ye sadece altı aylık bir avantaj sağlar,
altı ay sonra zaten barajdaki su da biter. O yüzden çok saçma bir laf
bu.
Peki "Nehir boşa akmasın" lafı yanlış
mı? Tamamen bir cehalet ürünü. Çünkü nehir sanıldığı gibi bir kere
boşa akan bir şey değil. Nehir akarken oksijen ve besin taşır. Taşıdığı her yere
o yüzden bereket götürür. Nehir aktığı için misal Çukurova var, veya balıklar
denizde yaşıyor, denizde hayat var. Baraj yaptığınızda ise nehrin taşıdığı o
maddeler barajın dibine çöker ve bir süre sonra çamur haline dönüşür. Giderek
barajın gövde hacmi küçülür, sonuçta o baraj elektrik dahi üretemez.
Ne işe yarıyor o zaman baraj yapmak? Biz de
zaten bunu söylüyoruz; baraj insanlığın şu ana kadar yaptığı en kötü buluştur.
Çünkü nedir barajın mantığı; nehrin önünü keserek suyu nehir vadisinde şişirmek.
Peki bütün nehir yatakları aynı zamanda nerelerdir? Dünyada hayatın başladığı
ilk yerlerdir. Bütün medeniyetler, bütün kadim kültürler nehir yataklarında
kurulmuştur. Siz hayatın bu başlangıç noktasını su altında bırakırsanız aslında
hayatın kendisini su altında bırakmış oluyorsunuz.
Peki en son çıkan şu PKK’ya karşı Güneydoğu’yu barajla
donatma projesine ne dersiniz? Baraj lobisinin yeni keşfi olarak
görüyorum. İnsanların ülke sevgisini ranta dönüştürme dehası. Bugün milyarlarca
dolar bu barajlara harcanacak, sonra da mayın temizleme meselesinde olduğu gibi
ülke toprağını temizleyecek kimse bulunmayacak. Milyonlarca dönüm verimli ülke
toprağı elden çıkacak. Oysa terörle mücadele, ülke topraklarını korumak için
yapılmalı, su altında bırakmak için değil.
Boğaz olmadan İstanbul olursa, Dicle olmadan da
Hasankeyf olur
Diyarbakır’dan Hasankeyf’e giderken yola çıkalı henüz yarım saat
olmuştu ki Güven Eken sağımızdaki alanı göstererek "Bakın baraj buralardan
itibaren başlayacak" dedi. Sorduk:
Hasankeyf’e varmamıza ne kadar var peki? Bir
saat.
Yani dana gideceğimiz bu kadar alan sular altında mı
kalacak? Tabii, bütün höyükler, bütün arkeolojik kazı alanları, yüz
binlerce bitki türü ve ancak onlarla yaşayan yabani hayvanlar, hepsi… Şöyle
düşünün, Ankara-İstanbul yolu 400 km, bu barajın uzunluğu 175 km. Barajı kağıt
gibi dümdüz açtığınızda, yan damarları da dahil yaklaşık 400 km. ediyor. O kadar
dev bir proje.
Ama mesela deniyor ki, Hasankeyf’in tamamı sular altında
kalmayacak, sadece bir bölümü? Evet; Sultanahmet, Süleymaniye,
Sarayburnu sular altında kalacak, Zeytinburnu, Sultanbeyli dışarıda kalacak. Siz
karar verin.
Derinliği nereye kadar çıkacak
peki? Hasankeyf resimlerinde ünlü bir cami vardır ya; El Rızık
Camii, işte onun minaresinin tepesine kadar.
Peki oranın gerisinde kalan tepelerde "Yeni Hasankeyf"
kurulamaz mı? Nasıl İstanbul şehrinin kurulmasının sebebi İstanbul
Boğazı ve Haliç’in konumuysa Hasankeyf’in kurulmasının sebebi de Dicle ve
kollarının konumudur. İsterseniz köprüyü, Topkapı sarayını taşıyın, Boğaz
olmadan İstanbul olur mu? Hasankeyf de aynen öyle. Dicle yoksa Hasankeyf de
yok.
AKP'li başkan meselenin siyasi olmadığının
kanıtı
Bütün Hasankeyfliler mi baraja
karşı? İsterseniz siz sorun, "İstiyorum" diyen çıkmaz.
Sizce isyankâr insanlar mıdır
Hasankeyfliler? Tam tersine devlete çok bağlılar. Mesela PKK’nın
barınamadığı bir yerdir Hasankeyf. Zaten çoğu Arap’tır ve oylarını da AKP’ye
verirler.
Dolayısıyla belediye başkanı da AKP’li fakat o da baraja
karşı? Bu durum zaten Hasankeyf meselesinin siyasi bir mesele
olmadığının en canlı kanıtı. Hasankeyf bir bilinç ve vicdan meselesi.
Hasankeyf’teki insanlar AKP’ye yani iktidar partisine oy veriyorlar, ama barajı,
Hasankeyf’in sular altında kalmasını istemiyorlar. Çünkü buranın önemini onlar
biliyorlar.
Bölgeye geldiğiniz ilk sıralarda halktan hiç kuşku ya da
bir tepkiyle karşılaştınız mı? İlk günden itibaren herkesle kardeş
gibiydik, çünkü hepimiz aynı dili konuşuyorduk. Bizim gelip onlara tarih, doğa,
kültür diye anlatmamıza gerek kalmadan onlar zaten her şeyi bizden iyi
biliyorlardı.
Herkesten bağış kabul etmiyoruz
Kaç üyeniz var sizin? Henüz altı yaşında bir
dernek olmamıza rağmen 20 bin gönüllü, bin kadar da resmi üyemiz var.
Üyelerimizin çoğu da mimar ve doktor.
Dernek harcamalarını nasıl
karşılıyorsunuz? Üye aidatımız yıllık 20 lira. Oysa bizim
harcamalarımız yıllık bir iki milyon lirayı buluyor. Dolayısıyla çeşitli
kuruluşlardan yardım alıyoruz.
Hangi kuruluşlardan? Bir kere doğayla arası
iyi olmayan şirketlerden asla yardım kabul etmiyoruz. Aralarında birkaç büyük
şirketin de olduğu ama bizim reddettiğimiz böyle bir listemiz var. İkincisi de
toplam bütçemizin yüzde 15’inden fazla bir bağış kabul etmiyoruz. Çünkü
bağımsızlığımıza çok düşkün bir derneğiz biz. Buna rağmen de Türkiye’de en hızlı
büyüyen dernek belki de Doğa Derneği. Çünkü insanlar gerçekten samimi olduğuna
inandıkları bir oluşumu destekliyor ve biz de bu desteği görüyoruz.
O aslında bir doktor
Güven Eken, 1990 yılında Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi'ne
başladı. Doğal Hayatı Koruma Derneği (DHKD) üyesi olarak geçirdiği üniversite
yıllarında Ege Kuş Gözlem Topluluğu'nu kurdu. Bu süreçte Gediz Deltası'nda
ayrıntılı bir kuş araştırması yürüttü. Tıp doktoru olmasına rağmen doğayla
ilgili çalışmalarını profesyonelce yürütme kararı aldı ve ekolojik bilimler ve
doğa koruma konusunda Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nde başladığı doktorasına
Wageningen Üniversitesi'inde (Hollanda) devam etti. Bu süre zarfında önce DHKD,
daha sonra da Hollanda BirdLife International'da profesyonel olarak çalıştı.
BirdLife'ta görev yaptığı yıllarda korunması gereken doğal alanların tüm dünyada
aynı yöntemle belirlenebilmesi için "Önemli Doğa Alanları" yaklaşımını
geliştirdi ve bu yöntemin dünyada ilk defa Türkiye'de test edilmesinde rol
oynadı. Bu yaklaşım, saygın bilimsel dergiler ve IUCN başta olmak üzere
uluslararası doğa korumacı kuruluşlar tarafından geniş destek ve kabul gördü.
Çevre ve Orman Bakanlığı'nın, Türkiye'deki tüm biyolojik çeşitlilik verilerini
topladığı ilk ulusal veri tabanı Nuh'un Gemisi'ne katkı koydu. 2001 yılından bu
yana Atlas Dergisi'nin doğa editörlüğünü ve Yeşil Atlas Dergisi'nin editörlüğünü
yürütüyor. Doğayla ilgili 100'ü aşkın yazılı yayını bulunan Güven Eken, Doğa
Derneği'ni Yönetim Kurulu Başkanı olarak görev yapıyor. Eken, 2007 yılında dünya
"Sıfır Yok Oluş" komisyonu üyesi seçildi ve Marshall Fund'ın "yükselen lider"
ödülünü aldı.
|