İstanbul'un yazdan arta kalan günlerinde birinde
Orhan Pamuk'un Cihangir'deki stüdyosundayız.
Orhan Pamuk bir çocuk gibi heyecanlı. Maketi gösteriyor. O uzun "evet"lerinden
birini çekiyor: "Eveeet, işte Masumiyet Müzesi!" diyor. Maketi Alman mimar
Sunder Plassmann hazırlamış. Sadece maket değil,
Masumiyet Müzesi kitabından fırlamış pek çok obje de orada.
İşte Orhan Bey'in çalışma masasında Kemal Bey'in Sat Sat şirketinin logosunu
taşıyan kül tablaları... Sanki roman kahramanı, sigarasını yeni söndürüp gitmiş.
Kemal Bey'in arkadaşının ürettiği Meltem gazozunun şişeleri, sevgilisi Füsun'un
filtresinde ruj izlerini taşıyan sigaraları... Müze hazırlığı, içerisine
konulacak objelerin tasarımı, yaratımı hummalı bir şekilde devam ediyor.
Orhan Pamuk, hemen söze giriyor. "Bu müzeyi bitirmek için tatil bile
yapmadım, bir Yunan adasında topu topu 10 gün geçirdim. Sonra bütün yazı
İstanbul'da yeni projeler ve Masumiyet Müzesi'nin yapımı için çalışarak
geçirdim." Şu anda onu heyecanlandıran en güzel oyuncağı, yere yaslanmış duran
Müze'nin maketi. Mülakatın sonunda gurur ve neşeyle Müze'nin minyatürü yanında
poz vermeyi kabul ediyor. Daha gün batmadan Müze'yi de ziyaret edeceğiz. Bu
nedenle Müze'nin maketi önünde söyleşimize başlıyoruz.
- Müze fikri ve Masumiyet Müzesi'ni yazma fikri aynı anda mı
doğdu?
- Önce bir fikir vardı: Bir roman yazayım. Gerçek bir evde, hayali bir hayatı
anlatmaktı. Ama aynı zamanda bu evi muhafaza etmek, bir müzeye çevirmek
istiyordum. Başlangıçta, Kemal'in evi, Manzoni ya da Churchill'in evi gibiydi.
Sonra... 11 yıl önce güzel bir ev almıştım. Bazı hayali karakterler o evde
yaşıyordu. Daha sonra bu evde yaşayabilecek karakterleri yarattım. Daha sonra
fikir değiştirdim, bu evi döşemek yerine bir müzeye çevirmeyi düşündüm. Sembolik
bir alan, evden çok müzeye benzeyen bir alan... Fikrim bu evde yaşayan insanlar
üzerine bir müze yapmaktı. Sonra eşyaları toplamaya, biriktirmeye başladım. Önce
bir Türk mimarla çalıştım. Ev bitti. Ancak müze ve koleksiyon hazır değildi. Evi
Benim Adım Kırmızı bittiğinde aldım.
Önce eski eşime anlattım
Çok iyi hatırlıyorum, bu konuyu bir akşam yemeğinde eski eşime açtım.
Masumiyet Müzesi'nin yazımıyla ilgili olarak fikrini sordum, her iki projeyi de
iyi tanıyordu, hem Kar'ı hem de Masumiyet Müzesi'ni. Eski eşim bana "Bu müze
projesi daha karmaşık, sofistike, zaman alacak, zahmetli bir iş, çok zamana
ihtiyacın var ve şimdi zamanın yok. Oysa Kar daha siyasi niteliklere sahip,
kolaylıkla yazabilirsin. Bununla başla," dedi. Ben de öyle yaptım, önce Kar'ı
yazmaya başladım, durdum, sonra İstanbul'u yazdım. Bu sonuncu kitapla 2006'da
Nobel de kazandım!
- Kitabı yazmaya o günlerde mi başladınız?
- Evet, bir yandan eşya koleksiyonu da yapıyordum. Siyasi olarak kötü bir
zamandı. 2005 ile bir yıl öncesine kadar, bu dönemde müzeyi bir kenara bıraktım,
kendimi rahat hissetmiyordum. Romanı yazmaya devam ettim, olabildiğince eşyaları
almaya devam ediyordum.
- Eşyaların romana girişi nasıl oldu? Önce alıp sonra romana mı
yerleştirdiniz, yoksa tasarladığınız eşyaları mı aradınız?
- Pek çok kez, önce eşyaları buldum ve romana koydum. Öyle anlar oldu ki
hikâye devam ediyordu, eşya yoktu, ama hikâyeye devam etmek gerekiyordu. O durum
için uygun bir obje yaratmak gerekiyordu. Roman hazır olduğunda, eşyaları
aramaya başladım. Örneğin Füsun'un elbiseleri hakkında hiç yazmadım, ta ki Füsun
karakterine uygun, 80'li yıllara ait elbiseler bulana kadar. Romandaki eşyaları
müzede sergilemek istediğim için hiçbir zaman önce sahte bir biçimde yazıp sonra
aramayı düşünmedim. Dolayısıyla önce eşyaları görüyordum, sonra ilgili bölümü
yazıyordum. Bir dönem, romanın yazımında hikâyesini yazan normal bir anlatıcı
gibi davrandım. Sırf eşyaları düşündüğüm, kitaba ve müzeye koyacak şeyler
aradığım dönemler de oldu. Kendimi mecbur kıldığım ikili bir hedefim oldu. Ama
bunu yaptığım için şimdi çok mutluyum. Bu eşyaların kendileri yazarken bana
limitler koydular: Önünde duran eşyanın tasvirini yapmakla sınırlısın... Bu da
seni yaratıcı kılabilir. Öte yandan hikâyenin kendisi de senden objelerin
mevcudiyetini talep ediyor. Bu şekilde hem romanın yazımı hem de müzenin
projelendirilmesi beni romanda eşyaların tasvirini yaparken çok duyarlı olmaya
mecbur etti. Tuhaf bir şey var: Böyle çok zaman, prestij ve para yatırıp, sonra
da mimarlık okurken yaptığım gibi, "yeter artık hiçbir şey bilmek istemiyorum",
"roman yazmak istiyorum" dediğim durumlar vardı. Ama birkaç gün sonra müzeye
devam fikri ağır basıyordu. Böyle de yaptım. Müze mimari anlamda bitti. Müze
yapımında uzmanlaşmış Alman mimar Sunder Plassmann ile çalışmış olmaktan son
derece memnunum.
İstanbul'ub haklarını sattım, müzeyi yaptım
Bu klasik bir Çukurcuma, Galata binası. İstiklal Caddesi'nden inerken küçük
bir yol. Küçük bir bina, İstanbul'daki 1897 depreminden iki yıl sonra inşa
edilmiş. Tipik bir bina. Çukurcuma'daki müzeyi bir bankaya İstanbul kitabının
haklarını satarak yaptım. Daha o zaman yazmam gereken bir kitaptı. Dışı olduğu
gibi korundu. İçi tamamen baştan yapılıyor, henüz daha bir şey yok. Sadece
işçilerin kurdukları iskeleler var. Bir kez romanı bitirdikten sonra müzenin
projelendirilmesini düşündüm ve İstanbul'daki her iki evimde de (Cihangir ve
Teşvikiye) ilgili eşyaları biriktirmeye başladım. Sonra müzeyi nasıl inşa
edeceğimi düşünmeye başladım ve müzenin mantığının kitaptaki sırayı izlemesine
karar verdim. Romandaki eşyaların sergilenmesi bölüm bölüm gerçekleşecek.
Romanda 83 bölüm var, müzede de romanda yer alan eşyaların farklı biçimlerde
sergilendiği 83 bölüm olacak; kutu, pencere ve nişlerden oluşacak. Bu bölümlerde
gerçek ve hayal edilmiş objeler yer alacak. Her ünitenin boyutu ve müzedeki
organizasyonu için geçtiğimiz Nisan ayında Alman mimarla 10 gün workshop yaptık
İstanbul'da. Entelektüel anlamda çok keyifliydi. Her kutu kendi başına bir tablo
gibi de olacak. Bunun üzerinde de çok çalışmak durumundayım, eşyaları en iyi
şekilde sunmak basit bir iş değil. Bazen bu işe başladığıma pişman oluyorum ama
bitirdiğimde muhtemelen pişman olmayacağım.
Kitaptaki hayali objeleri ürettik
Kitaptaki hayali objeleri yapan sanatçılar var. Kitapta bahsedilen hayali
gazete makalelerini de ürettik. Ya da Meltem, Sat-Sat gibi hayali markaların
üretilmesi de. Hayali parfümleri de... Spleen gibi. Bütün bunlar hayali şeyler,
normal bir okuyucu genelde bunun farkına varmaz ama müze açıldığında insanlar
gelip, orada gerçekten görecekler, bu okuyucunun roman kahramanlarını kanlı
canlı insanlar olarak düşünmesine benzer. Müzede yer alacak objelerin sayısı
700'den fazla olacak. Haritalar, posterler yer alacak. Bazı bölümlerin unutulmaz
olması kaçınılmaz, mesela bir bölümün başlığı: "Aşk acısının anatomik dağılımı",
bir tane anatomik poster de aşk acısının zavallı Kemal'in vücuduna nerden
girdiği ve omuzlarında ve midesinde nasıl kronikleştiği tasvir ediliyor.
|