Woody Allen’ın Türkiye’de Barselona Barselona adıyla gösterilen Vicky
Christina Barcelona (2008) filminin başlığındaki iki kadın ve bir şehir isminin
aralarına virgül konulmamış olması dikkat çekicidir. Bunun sebebi filmin
içeriğine bakınca anlaşılabilir: Filmde Vicky ve Christina’nın kişilikleri,
hayata ve sanata bakışları yazı geçirmek için geldikleri Barselona’nın dokusuyla
o kadar iç içe geçer ki, bu üçünü birbirinden (virgülle de olsa) ayırmak
olanaklı değildir. Benzer bir şekilde, iki yıldır yaşadığım şehir
Vancouver, birkaç haftalığına yatıya gelen 2010 Kış
Olimpiyatları ve dolayısıyla Sermaye’nin farklı tezahürleriyle öyle
derinlemesine bütünleşmiş görünüyor ki bugün, yazının başlığında aralarına
virgül koymak mümkün olmadı. Ancak filmde olduğu gibi tesadüfi ve beklenmedik
sonuçlara yol açan bir buluşma değil bu. İki hafta önce bu sayfalara Kanada’dan
yazan Baran Öztürk, Uluslararası Olimpiyat Komitesi
IOC’nin ırkçılık, Sermaye egemenliği ve polis ve asker şiddetiyle dolu
kurumsal tarihçesini, üyelerinin sınıfsal konumlarına ve faşist bağlantılarına
da değinerek ortaya koymuştu. Diğer bir deyişle, olimpiyatların Vancouver’da
alacağı biçimin ana hatları, Komite’nin yapısal niteliğinden yola çıkarak
öngörülebilirdi. Bu yazının amacı da, olimpiyatların Vancouver ve Kanada
özelinde aldığı bu biçimin gündelik hayattaki kimi ayrıntılarına değinerek deyim
yerindeyse siyasal iktisadın estetiğine bakmak. Peki nereden başlamalı?
Sermaye olimpiyatları
En başta göze çarpan logosundan maskotlarına, hediyelik eşyalardan afişlerine
kadar tüm olimpiyat temasının Amerika yerlilerinin simge ve motiflerine
sarılıyor olması. Kuzey halklarının yol gösterici olarak belledikleri taş heykel
İnukşuk’un allanıp pullanıp resmi Olimpiyat logosuna ve neredeyse Akçaağaç
yaprağının yerini alan ulusal bir simgeye dönüştürülmesi, bu bağlamda Kanada
devletinin uluslararası “marka yönetimi” hamlesi olarak
değerlendiriliyor: Geçmişe sünger çekmiş, yerli halklarını bağrına basmış
Kanada! Ancak bu imaj gerçekle uyuşmuyor. Zira yüzyıllara yayılan kıyım, sömürü
ve dışlanmışlık sonucunda bugün Vancouver’ın merkezinde ancak sokakta yatarken
rastlayabileceğiniz yerlileri, pahalı bir turistik ürünün deseninde ya da
olimpiyat açılış töreninde dans ederken görmek, bir şeylerin üzerini örtmek için
yeterli değil. 1670’te kurulduğundan beri bölgedeki Batı işgalinin bir numaralı
faili olan, farklı yerli halklara yıllarca kan ağlatan ve kendisine ait olmayan
bölge topraklarını Britanya’ya satan Hudson’s Bay Şirketi’nin olimpiyatların ana
sponsorlarından biri olması, bu anlamda son derece sembolik. Tüm bu nedenlerden
olacak ki, geçen hafta katıldığımız protesto yürüyüşünde en çok şu slogan
tekrarlandı: “Çalıntı toprakta olimpiyat olmaz!”
Buna paralel olarak, 2010 Vancouver Olimpiyatları modern devletin sınıfsal
doğasını bir kez daha bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Yoksullar ve
madde bağımlıları için kurulmuş sığınma ve rehabilitasyon merkezlerini masraflı
bulup kapatarak evsizlik oranlarını katlayan, sanat harcamalarını ciddi biçimde
kısan neoliberal hükümet, çokuluslu şirketlerin gövde gösterisi niteliğindeki
olimpiyatlar için yedi milyar doları aşkın bir parayı gözden çıkarmaktan
çekinmedi. Vergi gelirlerini doğrudan Sermaye çıkarlarına yönlendiren ve
devletin sosyal yükümlülüklerinin kırpılmasıyla el ele yürüyen bu
“Olimpik Keynescilik”, Vancouver sakinlerine olimpiyatların
aslında kimin olimpiyatları (ve devletin aslında kimin devleti) olduğunu her gün
bir kez daha hatırlatıyor. Şölen sona erdikten sonra birkaç nesle aktarılacağı
tahmin edilen borç yükü düşünülürse, hatırlatmaya da devam edecek.
Sporcuların dahi bu pastadan pay almadıkları gerçeği, 22 yaşındaki Gürcü
kızakçı Nodar Kumaritashvili’nin açılış törenine saatler kala feci şekilde
ölmesiyle kendini iyice görünür kıldı. Daha önce Uluslararası Kızak Federasyonu
Başkanı Joseph Fendt ve kimi sporculardan defalarca pistin çok hızlı ve
tehlikeli olduğu yönünde uyarılar gelmiş olsa da, önlem alınmayınca
Kumaritashvili saatte yaklaşık 145 kilometre hızla pistten çıkarak üzerinde
hiçbir koruma bulunmayan çelik direklere çarparak can verdi. Komite, kazayı
neredeyse olimpiyatların “nazar boncuğu” olarak değerlendirip olayı sporcunun
bireysel hatasından kaynaklanan bir talihsizlikmiş gibi yansıtmakla yetindi. O
kadar milyar dolar ile basit bir önlem alınmamış olduğundan hiç
bahsedilmedi.
Olağan şüpheliler
Gerçek sahiplerin, yani olimpiyat sponsorlarının baştan aşağı tekelci
zihniyeti ise Vancouver’da kendileri dışında kimsenin nefes almasına izin
vermiyor. Olimpiyatlara birkaç hafta kala şehrin tüm otobüs ve trenlerindeki
reklamların yalnızca birkaç firmaya indiğini gözlemledik. Bunun sebebi,
sponsorlar dışında herhangi bir firmanın burada reklam vermesinin yasaklanmış
olmasıydı. Olimpiyat yerleşkelerinde ise durum daha da vahim: Kredi kartı olarak
yalnızca Visa kullanılabiliyor, McDonald’s dışında bir yerde yemek mümkün değil
ve olimpiyat çalışanlarının Nike ya da Hudson’s Bay gibi giyim sponsorları
dışında bir firmanın logosunu taşıyan ürünler giymesi yasak (aksi takdirde
logonun üzerini bantlamaları isteniyor). Bunun yanı sıra sponsor olmayan
şirketlerin “Vancouver 2010 Kış Olimpiyatları” ibaresini
herhangi bir reklamda kullanması da suç teşkil ediyor. Bu ifadeyi
kullanmamalarına rağmen, reklamlarında sevinen Kanada taraftarları eşliğinde
“Haydi Kanada” sloganını geçen Scotiabank ve Kanada taraftarı temalı spor
malzemelerini tanıtan Lululemon’a dava açılması gündemde.
Peki bunca eşitsizlik, haksızlık ve tekelcilik toplumun gözünde nasıl meşru
kılınıyor? Burada en önemli görev, bu tür etkinliklerin olağan şüphelilerinden
olan milliyetçiliğe düşüyor. Sinemada rastladığım Coca-Cola reklamı bunun en
güzel örneği. Ülkenin farklı yerlerinde buz hokeyi oynayan insanları gösteren
reklamın en sonunda, şevke getiren bir müzik eşliğinde şöyle yazıyor: “Onlara
kimin oyununu oynadıklarını gösterelim!” Biz de Coca-Cola yalnızca bizim milli
futbol takımımıza kur yapıyor sanıp mutlu oluyorduk, değil mi? İnsan bunu
izleyince ister istemez sevgilisi tarafından aldatılmış hissine kapılıyor:
“Hayır inanmıyorum sana Coca-Cola, bu lafları kim bilir kaç ulus-devlete
söyledin!” Hudson’s Bay Şirketi ise, Kanadalı sporculara yer verdiği reklamında
“Bunun için doğmuşuz” diyor, aynısının Euro 2008 turnuvasında dönen reklamlarda
bize de söylendiğinden habersiz. Oyunları yayınlayan CTV ise seyircilerine
“İnanın” diyerek, yaratılmaya çalışılan bu büyülü kahramanlık söylemine
katkısını koyuyor. Protesto yürüyüşüne katılanlara dışarıdan laf atan bir grubun
“Kanada, Kanada” diye tezahürat yapması bu yüzden anlamlıydı: Sanki
protestocular Kanada düşmanıymış gibi. Tanıdık geldi mi?
Tüm bunlara rağmen, bugün Vancouver sokaklarında dolaşmaktan aldığım zevki
saklarsam dürüst davranmamış olurum. Bizdeki meşhur deyişle “yetmiş iki buçuk
milletten insanı” dans ederken, dev ekranlarda bir şeyler izlerken, yollarda
bağırıp çağırırken, şehri hiç olmadığı kadar kalabalık ve canlı hale getirirken
görmek insanı ister istemez heyecanlandırıyor. Ancak bu heyecan olimpiyatların
kendisinden (ya da bu biçiminden) değil, başka bir dünyanın mümkün olduğu gibi
Sermaye’nin işgal etmediği başka bir küresel spor etkinliğinin de mümkün
olmasından kaynaklanıyor. Vicky ve Christina, Barselona’dan ayrılırken
hayatlarının bir daha eskisi gibi olamayacağını biliyorlardı. Aynı şekilde biz
de, olimpiyatlar haftaya Vancouver’dan ayrılırken, böyle ciddi bir işin
Sermaye’ye bırakılmaması gerektiğini biliyoruz.
EFE PEKER: Simon Fraser Üni., Sosyoloji, Doktora
|