p>AKP’nin 12 Haziran seçimlerinin ardından kurduğu 61. hükümette yeni bakanlıklar oluşturulurken en yaratıcı(!) değişiklikler Çevre Bakanlığı çevresinde yapılmış gibi görünüyor. Geçen dönemde Devlet Su İşleri’nin bağlandığı ve neredeyse en çok HES işlerinden sorumlu hale getirilen Çevre ve Orman Bakanlığı’nın Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve Orman ve Su İşleri Bakanlığı olarak ikiye ayrılması, bu arada eski TOKİ başkanı Erdoğan Bayraktar gibi bir ismin Çevre Bakanı olması önemli gelişmeler. Ama hangi yöne doğru?
İlk kez 1991 yılında kurulan Çevre Bakanlığı artık iyice yok hükmünde mi? Çevre ve ekoloji hareketlerinin en büyük hasmının çevre, orman ve su bakanlıkları olması bir çelişki mi, yoksa kader mi? Yeşil Gazete, son duruma biraz daha geniş bir perspektiften bakmak için Türkiye’de Çevre Bakanlığı’nın ve genel olarak çevre bürokrasisinin içinde kuruluşundan bu itibaren önemli görevler üstlenmiş, hükümetlerin çevre politikaları konusunu en yakından, hatta içinden izlemiş bir isimle, Prof. Dr. Nesrin Algan’la konuştu.
1998'den bu yana Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğretim üyesi olan Prof. Dr. Nesrin Algan, 1984 yılında Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı Dış İlişkiler Daire Başkanlığı’nda Uzman Yardımcısı olarak çalışmaya başlamış, daha sonra Çevre Bakanlığı’na dönüşen bu kurumun aynı biriminde 1998 yılına dek, Uzman, Şube Müdürü ve Daire Başkanı olarak görev yapmıştı. Prof. Algan halen üniversitede Çevre Politikaları, Çevresel Güvenlik, Uluslararası Çevre Politikaları, Küresel İklim Rejimi, AB Çevre Politikaları derslerini veriyor.
Önce biraz Çevre Bakanlığı’nın kuruluş hikayesini anlatabilir misiniz? Çevre Bakanlığı ilk kez nasıl bir atmosferde ve hangi siyasi iradeyle ortaya çıkmıştı?
Türkiye’de kamu yönetiminin çevre politikalarının kurumsal araçlarını oluşturma sürecini 1991’de kurulmuş olan Çevre Bakanlığı ile başlatmak doğru değil. Merkezi yönetimin, büyük ölçüde uluslararası düzeydeki gelişmelerin etkisiyle 1970’li yılların başından itibaren hem çevre sorunlarını, hem de konuya ilişkin kurumsal yapılanma gereksinimini gündemine aldığını biliyoruz. 1972 Stokholm Konferansı sonrası, bu konferansın da etkisiyle, 1973-1977 yıllarını kapsayan 3. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda çevrenin ayrı bir bölüm olarak ilk kez yer aldığını, 1974’te Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) başkanlığında, “Çevre Sorunları Daimi Danışma Kurulu”nun kurulduğunu, yine aynı yıl, bu kurulun İmar İskân Bakanlığı’nın başkanlığında, İçişleri, Sağlık ve Sosyal Yardım, Gıda, Tarım ve Hayvancılık, Sanayi ve Teknoloji, Enerji ve Tabii Kaynaklar, Turizm ve Tanıtma Bakanlıklarından oluşan “Çevre Sorunları Koordinasyon Kurulu”na dönüştürüldüğünü biliyoruz.
1978’de ise, daha sonra Çevre Bakanlığı’na dönüştürülmüş olan, Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı’nın kurulması, merkezi örgütlenmenin ilk örneğidir. Dönemin siyasal ve ekonomik koşulları dikkate alındığında, çevre politikalarının DPT Müsteşarlığı, Hazine Müsteşarlığı gibi doğrudan Başbakanlığa bağlı Müsteşarlık düzeyinde bir örgüt şeklinde oluşturulması tercihinin çok önemli olduğu düşünülebilir.
DPT’nin, planlı dönemin ve kalkınma paradigmasının “altın çağları”nı yaşadığı bir dönemde, çevre sorunsalının bu tür bir örgütlenme ile gündeme getirilmesi ilk bakışta radikal bir tercih gibi görülebilir. Ancak hem Stokholm’deki “resmi” Türkiye görüşünün, hem daha sonrasında kalkınma plan ve programlarına yansıyan temel anlayışın; “çevre sorunlarından tamamen gelişmiş ülkelerin sorumlu olduğu ve maliyeti de bu ülkelerin karşılaması gerektiği”, “Türkiye gibi az gelişmiş ülkelerin çevre sorunlarının esas itibariyle kaynakların tam kullanılamamasından kaynaklandığı” ve “çevre politikalarının sanayileşme ve kalkınma politikalarını engellememesi gerektiği” anlayışı olduğu anımsanacak olursa, 1978’de kurulan bu ilk merkezi örgütün nasıl bir atmosferde ortaya çıktığı rahatlıkla anlaşılacaktır.
Kanımca, bu atmosfer çok büyük ölçüde günümüzde de egemenliğini sürdürmektedir. Yani adı ve yetkileri ne olursa olsun, çevre örgütünün kalkınma ve/veya büyümenin engeli olmaması istenmektedir.
|