İstanbul'un bir köyü var' dediler, 'Önü deniz, arkası orman, havası temiz,
insanı güzel, evleri eski usul, biraz ahşap biraz kerpiç. Öyle pek uzak da değil
hani, Şile dedin mi hemen orada. Adı da akça pakça bir şey amma... Hah tamam,
Akçakese.' Haliyle sorduk: 'Ee ne olmuş bu köye?' 'Ne olmuşu
var mı?' dediler: "Bir köy bulmuşsun hem de İstanbul'da. Denizinden ormanından
geçtin hadi, kahvehanesinde bir soluklan. Güngörmüş insanlar göreceksin orada,
serin bahçelerde otururlar ve kartopu çiçekleri arasından seçerlerse başını,
muhakkak seni çaya çağırırlar." Uzatmak olmazdı, 'Eh, tamam' deyip yola koyulduk
amma, ne tanış var köyde ne ahbap. Rotayı mecbur kahvehaneye kırdık, gölgeli
masalardan birinde ikindi çayını yudumlayan adamın yanına kurulduk. Adının
Bekir Türkay olduğunu öğrendiğimiz o nazik adam, sanki o
masaya, o tahta sandalyelere hep davetsiz birileri otururmuş, bu kahvehanede hep
köye dair sorular sorulurmuş gibi başladı anlatmaya:
"Benim çocukluğumda
köyün insanları ekseri denizciydi. Takadan büyük çekdirilerin tayfaları ve
kaptanlarıydılar. Ormanlardan sahile indirilen odunu ve kömürü İstanbul'a
götürürlerdi. 20 sene önceye kadar bu böyleydi. Deniz terk edildi şimdi, karada
iş tuttu köylüler, en çok da İstanbul'da. Burada yerleşik aile yoktur, herkesin
bir ayağı hep İstanbul'dadır."
İstanbul'la bunca içli dışlı olmak... Bir
köy için ne saadet! Bekir Bey aklımızdan geçenleri okurmuş gibi uyarı
mahiyetinde devam ediyor: "Bu köyün yerlileri Manav Türkleridir. Manavlar sakin
mizaçlı, itaatkâr insanlardır. Denizimiz, yeşilimiz için gelenlerin küfürlü
konuşmalarına, çöplerini uluorta bırakıp gitmelerine bakılırsa bu köy halkının
ne kadar medeni olduğundan habersizler. Biz İstanbul'a sonradan gelenlerin
değil, yerlilerin kültürünü biliriz. Gemicilik yapanlar da zaten, Uzakdoğu'dan
Amerika'ya her yeri gezip dolaşmıştır."
Biz kahvehaneye oturduk oturalı
bir horoz olsun ötmedi hakikaten, karşı sokaktan bir koyun sürüsü geçmedi. İnsan
ilişkilerindeki sıcaklığa, misafire gösterilen hürmete de şahit olmasak hani,
köy değil sayfiye kasabası diyeceğiz; ama yazın 500'e ulaşan nüfusun kışın
elliye, altmışa düştüğünü duyup vazgeçiyoruz, burası da genç nüfusunu İstanbul'a
göndermiş bir köydür haddizatında... Tavuklar, horozlar kuş gribi salgınında
itlaf edilmiş, ineklerin koyunların nesli tükenmiş olsa da, ekmek fırından, et
kasaptan satın alınsa da...
Kahveden kalkıp köy sokaklarına vuralım
kendimizi derken, bisikletli bir küçük hanım çıkageliyor karşıdan. O da bizim
gibi hafta sonu misafirlerinden; ama bizden daha talihli olduğu muhakkak,
anneannesi bu köyde yaşıyor çünkü... Köyün ve aşağılarda denizin en iyi
görüneceği tepelerden birine çıkarabilirmiş bizi Simgenur, eğer
istersek Gönülçelen filminde Hasret'in önünden geçtiği ahşap eve de
götürebilirmiş. Gönüllü rehberimizin yanında ağır aheste yürürken az önce
kahvehanede bir baş selamıyla gönlümüzü alan güleç yüzlü amca sesleniveriyor
arkamızdan: "Ben camiye gidiyorum, şu ev bizim, dolaşıp gelin, oturalım bahçede.
Hanım da çay koyacak sizin için." Biz hiç dolaşmasak da olur, dolaşıp dönmesek
de, o evi bir daha bulamasak da... Böyle latif bir cümle duydu ya
kulaklarımız...
Eşref
Kolçak'ın çavuşu imiş
Köyün sakin, yeşil, temiz sokaklarında
bize tesadüf edenler ihtimal ki anlamıştır, bu köyde az sonra gidebileceğimiz
serin bir bahçemiz ve dahi bekleyenlerimiz var. Süleyman amca
camiden gelmiş, çay demlenmiş, bahçedeki sedirler bizim için düzeltilmiş olmalı.
Bahçe duvarının gerisinden tam da bize dedikleri gibi kartopu çiçeklerinin
arasından seçip başımızı, sesleniyor Sevim teyze: 'Buyurun,
buyurun!'
Anasından babasından gördüğü gibi misafiri kolundan tutup eve
götürmeyi âdet edinen Süleyman Amca, 'Alman Harbi' dediği 2. Dünya Savaşı'ndaki
yokluğu görüp geçirmiş bir adam. Babasının bir teneke buğday bulabilmek için
şimdi bizim oturduğumuz evin kapısından çıkıp ta Kandıra'ya gidişi dün gibi
aklında. Neyse, geçmiş zaman, köprünün altından çok sular akmış, Süleyman Amca
askerde Eşref Kolçak'ın çavuşu imiş, hatta Vurun Kahpeye filmi bu evde çekilmiş.
Köyün bir özelliğini daha keşfetmiş bulunuyoruz işte, burası
Cumalıkızık ya da Ürgüp kadar şöhretli olmasa
da filmlerin eskiden beri sessiz sedasız çekildiği bir plato aynı zamanda. Az
önce Hatırla Sevgili'nin, Kösem Sultan'ın ve Gönülçelen'in çekildiği evlerin
önünden geçtik zira... Köy evleri
tescillendi
İstanbul'un tarihî evlerini, camilerini, çeşmelerini
bir baştan diğer başa kurtarmaya ant içen KUDEB (Koruma Uygulama Denetim
Birimi) Akçakese köyünde de çıkıyor karşımıza. Şile Belediye Başkanı
Can Tabakoğlu ile KUDEB Müdürü Şimşek Deniz'in
işbirliği, köydeki 60 tarihî evin tescil edilmesini sağlamış. Yıkılmaları
kanunen yasaklanan ve çizimleri tamamlanan evlerin restoresine köyde bir ahşap
atölyesi kurulduktan sonra başlanacak. Akçakese'yi örnek köy olarak seçen; ama
Şile köylerindeki 962 eski eseri daha kurtarmak için kolları sıvayan Şimşek
Deniz, bu projeyle İstanbul'un çevresinde özgün mimarisini yeşil dokusunu ve
temiz havasını muhafaza edebilmiş köyleri, dolayısıyla İstanbul'u koruma altına
almayı hedefliyor. İstanbulluların bu köylerden bihaber olduklarını hatırlatan
Deniz, Akçakese'nin kısa bir zaman sonra hobi bahçelerine ve yürüyüş
parkurlarına sahip, ekolojik tarımın yapıldığı, el sanatlarının canlandığı örnek
bir köye dönüşeceği müjdesini de veriyor.
|