|
Arsenale Salonu |
10. Venedik Mimarlık Bienali’ni izleyen Guardian Gazetesi’nin Mimari Eleştirmeni Jonathan Glancey, pazarlamaya dönük Bienal’de ‘binaların’ unutulduğunu söylüyor. Italo Calvino’nun ünlü eseri ‘Görünmez Kentler’de, Marco Polo’nun, Kubilay Han’a anlattığı bütün büyüleyici, mantık dışı ve zaman zaman da dehşet verici kentler; aslında Marco Polo’nun kendi şehri Venedik’in tasvirleriydi. Yüzyıllar boyunca her türlü mimari ve planlamaya dönük oyunun oynandığı, sayılamayacak kadar çok model ve stilin uygulandığı Venedik, 10. kez Mimarlık Bienali’ne ev sahipliği yapıyor.
|
“Kent: Mimarlık ve Toplum” (City: Architecture and Society) Sergisi |
Jonathan Glancey, böyle önemli bir şehirde düzenlenen Bienalin hayal kırıklığı yarattığını düşünüyor. Eski bir ip üretim fabrikası olan ‘Arsenale’ binasında yer alan “Kent: Mimarlık ve Toplum” (City: Architecture and Society) başlıklı ana serginin, dünya için önemli sorunları gündeme getirdiğini, ancak mimarlar tarafından ‘Public Gardens’da kurulan ülke pavyonlarında önerilen çözümlerin, “zayıf, ciddiyetsiz ve hayalgücünden yoksun” olduğunu belirtiyor Glancey. Küratörlüğünü Ricky Burdett’in yaptığı ana sergi, dünyanın daha da büyümekte olan 16 metropolüyle ilgili gerçekler ve gelecekteki gelişmelerle ilgili soruları ortaya koymaya çalışıyor. Bu kentler arasında ‘Görünmez Kentler’de Marco Polo’nun ağzından anlatılan kentler kadar kozmopolit özellikler taşıyan Sao Paolo, Caracas, Mexico City, Los Angeles, Londra, İstanbul, Bombay, Johannesburg , Şangay ve Tokyo gibi metropoller yer alıyor. Glancey, bu kentlerin hemen tümünün; göç, yetersiz barınma, büyük enerji tüketimi, yetersiz toplu taşıma, gelişigüzel büyüme ve kimlik kaybı gibi ortak sorunlarının yansıtılmasına rağmen, sergiyi baştan sona gezen birinin kafasında bütün bu bilgilerin bulanıklaştığını ve birbirine karıştığını söylüyor. Burdett’in ekibinin bu 16 kentin içi içine sığmayan karakterini ve macera hissini yansıtmakta elinden geleni yaptığını söyleyen Glancey; grafiklerin iyi, yönlendirmelerin açık, fotoğraf kalitesinin yüksek, kent parçalarını gösteren maketlerin inandırıcı göründüğü sergide, istatistiklerin birbiri ardına aktığı dev ekran yüzünden, bilgi bombardımanına tutulan ziyaretçinin zihninde herşeyin birbirine karıştığını belirtiyor. Glancey yine de, hepimizi ilgilendiren soruları ortaya atması ve iyi planlanmış kentlerin yaratılmasında bilinçli mimarlığın planlamayla el ele ilerlediğini ve mimarlığın büyük ve gösterişli olmadan da yeterince etkili olabileceğini göstermesi açısından, sergiyi önemli buluyor. Glancey, sergide yer alan kentlerden Caracas’a özel bir parantez açıyor. Organik olarak gelişen kent dokusuna, ihtiyaç duyulan okullar, klinikler ve diğer sosyal alanlar, mimarların bir cerrah titizliğindeki çalışmalarıyla entegre edilmiş. Bu çalışmaların, yeni binalar arayanlar için dikkat çekici olmasa da tasarlandıkları toplumların hayatlarına gerçekten olumlu bir katkı yaptığını düşünüyor. Glancey, Caracas’ta mevcut dokunun, dünyanın herhangi bir yerinde inşa edilebilecek sıradan konut bloklarıyla değiştirilmesi yerine organik olarak gelişen kent dokusunun geliştirilebilmesi seçeneğinin ortaya konulmasını da olumlu buluyor. Bu örnek, insanların kendileri için kurdukları yerleşimlerin bir şekilde ‘kentlileşebileceğinin’ kanıtı. Ancak Glancey, Burdett’in sergisinde ortaya konulan sorular ışığında bazı yaratıcı düşünceler ve yeni mimarlıklar görmek üzere ülke pavyonlarını gezdiğinde hayal kırıklığına uğradığını söylüyor. Glancey, bu pavyonların küratörlerinin, sebebini bilmediği bir biçimde Venedik Sanat Bienali’ni taklit etme çabası içinde olduklarını; bugünün kentlerindeki yaşamla ilgili esprili, ironik, imalı ve kışkırtıcı görsel yorumlamalara kalkıştıklarını belirtiyor. Bu özellikleri nedeniyle Fransız, İspanyol, İngiliz ve Macar pavyonlarını eleştiren Glancey, sergide belki de tek dişe dokunur pavyonun ABD pavyonu olduğunu belirtiyor. Katrina Kasıgası’nın sonrasına odaklanan işlerin yer aldığı pavyonda, diğer pavyonlarda görülen dijital sunumların aksine, oldukça yalın bir maketle sunulmuş sosyal konut projesini etkileyici bulduğunu belirtiyor Glancey. Ancak içeriğe bakıldığında, Caracas’taki entegrasyon çalışmasının aksine, yeni yerleşim projeleri yerine, New Orleans’taki eski kent yetersiz bir hayalgücü ve ilgiyle modernize edilmeye çalışılıyor. ABD’deki mimarlık pratiğinin bu sorun karşısında bocaladığını düşünen Glancey, sergide New Orleans’ı geliştirmeye dönük yer alan vaatlere rağmen, hangi binalar yapılırsa yapılsın bunların da kasırgalar tarafından zarar görebileceği gerçeğinin kabul edildiğini belirtiyor.
|
‘Taştan Kent’ (City of Stone) Sergisi |
Glancey, bu seneki Bienal’de, biraz da rahatsız edici bir biçimde, en ‘somut’(!) serginin Bari Politeknik Üniversitesi’nin Mimari Planlama Bölümü profesörü Claudio d’Amato Guerrieri’nin küratörlüğünde gerçekleşen ‘Taştan Kent’ (City of Stone) olduğunu düşünüyor. 1920’lerden 1950’ye kadarki dönemde inşa edilmiş Faşist İtalyan Mimari ürünlerinin adeta bir kutlaması olan sergide, aynı zamanda Güney İtalya’daki şehirlerde inşa edilecek yeni taş yapıların görselleri de sunuluyor. Jonathan Glancey, kendinizi, kentinde iyi birşeyler gerçekleştirmeyi uman, bir yatırımcı, belediye başkanı ya da idealist bir patron yerine koyarak bu mimari şovu gezdiğinizde, ana sergide gösterilen istatistik ve bilgilerin hangi mimarlar tarafından nasıl bir mimariyle hayat geçirileceği sorusunun cevapsız kaldığını söylüyor. Glancey, Ülke pavyonları ve ‘Taştan Kent’ sergilerinin sonucunda ziyaretçinin, yine ‘Venedik’in kendisine’ döneceğini söylüyor. “Seçkin kişiler tarafından bir zamanlar bir lagünde böyle güzel, gizemli ve ünlü bir şehir yaratılabilmişse, bugün de Caracas, Kahire ve Şangay gibi kentlere güzellik, hayalgücü, duyarlılık, zekâ ve insancıllık katabilmek mümkün olabilmeli” diyor. Ancak Glancey, ana sergi ve daha çok da “çocukça” olarak tanımladığı ülke pavyonlarına dayanarak “kentler konusunda ilerleme sağlanabileceğini, ama bunun; sanatçı, küratör, komedyen ya da ülke pavyonlarında sergilenen aktiviteleri yapmaya hevesli mimarların yardımı olmadan gerçekleşeceği” yargısında bulunuyor. Glancey değerlendirmesini şöyle bitiriyor: “Eğer Italo Calvino’nun Marco Polo’su, mimarların bina yapmaktan başka herşeyi yaptıkları kentler hakkında bir hikaye anlatsaydı, bu hikaye Kubilay Han’a anlatılabilecek muhteşem bir hiciv olurdu”. www.yapi.com.tr'nin 10. Venedik Mimarlık Bienali'yle ilgili izlenimlerini önümüzdeki günlerde sayfalarımızda bulabilirsiniz. Fotoğraflar: Meriç Göktekin/ Yapı- Endüstri Merkezi Derleyen: Sena Özfiliz
|