âlâ öyle mi, bilmiyorum. Benim lise çağımda tarih ve sanat tarihi hocaları Mimar Sinan'ın Prut Nehri üzerinde yaptığı köprüyle ilgili hikâyeyi anlatmayı pek severlerdi. Göğüslerini gururla şişirerek ve kahramanlık destanı kıvamında coşkuyla hikâye ederlerdi. Hani Kara Boğdan (bugünkü Moldova) seferine çıkılmış da, o zamanlar henüz 30 yaşındaki Sinan, Prut Nehri üzerine 13 günde muazzam bir köprü konduruvermiş ve herkese parmak ısırtmış!
Ama Veziriazam Lütfi Paşa "kaleyi korumak için bir de kule inşa edelim" deyince, itiraz etmiş Sinan. "Ordu geçtikten sonra yıkalım devletlum" demiş. "Düşman buraya bırakacağınız az miktarda askeri yenip kuleyi teslim alırsa, bir Osmanlı kalesini fethetmiş gibi davranır. Şimdi yıkalım, ben dönüşte yine köprü yaparım." Nitekim yıkmış köprüyü!
Hocalarımız bu hikâyede genç bir adamın kendine güvenini ve Osmanlı'nın mutlak zaferi için kendi "zafer"ini rahatça feda edebilme bilincini görüp överlerdi. Elhak, doğruydu. Mimar Sinan gerçek bir özgüven abidesiydi ve bu özelliğini çok daha sonraları Süleymaniye ve Selimiye gibi dev eserlerin yapımı sırasında da ortaya koymuştu.
Ancak yıllar sonra fark ettim ki, bu hikâyede bir başka şey daha vardı. Biz modernlerin; biz, üzerinde hiç emeğimiz olmayan iki çakıl taşına bile sımsıkı sarılıp mezara götürmeye niyetlenenlerin ayırdına varmakta çok zorlanacağı bir şey...
Neydi o?
Sinan'ın gözünde yapmak, hem güzel hem de gerekliydi. Ama yapı kendi başına mutlak kalıcı bir değere sahip değildi. Herhangi bir yapı, toplumsal değerlerden daha üstün olamazdı.
Ve Sinan bir sanatçıydı. Gözünü kişisel iktidar hırsı bürümüş biri değildi. Sinan'ın gözünde bir yapı, sırf onu tasarlamak için zihin patlatıldı, yapmak için ter döküp emek harcandı diye "kalıcılık" hakkı kazanmıyordu. O köprü Sinan'ın yapısıydı, ama yapıtı değildi... Bir yapıta değer kazandıranın her şeyden önce onu yapanın benlik kavgası ve "dünyaya kazık çakma" arzusu olduğunu sanan bizlerin Sinan'ın o köprü karşısındaki tavrını anlaması ne zor, değil mi?
Bu hikâyeyi en iyi ihtimalle askeri kahramanlık çerçevesine yerleştirip, öyle rahatlıyoruz.
Nereden hatırladım bu hikâyeyi, Mimar Sinan'a nereden geldik derseniz... Yok, başları sıkışınca şikâyet etmek için Mimar Sinan'ın türbesine yana yakıla koşturan günümüz mimarları yüzünden değil!
Şundan... Geçen gün odamda gazeteleri karıştırırken İlkay kapıyı açti. Elindeki kalınca dosyayı masamın üzerine bıraktı. Baktım, dosyanın üzerinde bir minyatür ve küçük fotoğraflar var. En üstte ise, Ağırnas Belediyesi yazıyor. "Allah Allah, Ağırnas da nereden çıktı şimdi?" diyecektim ki, ilkay açıkladı: "Haşmet Ağabey, Yaşamdan Dakikalar programında Mimar Sinan ve hakkındaki yayınlardan söz etmişsiniz. Bunu da o nedenle yollamışlar!"
Dosyayı açınca içinden "Ağırnaslı Sinan" adında bir kitap çıktı. Ağırnas... Kayseri'ye 17 km. mesafede bir kasaba Ağırnas. "Köyüm olmasaydı ben de olmayacaktım, beni köyüm yetiştirdi" demiş ya Koca Sinan, işte orası...
20 yılı aşkın zamandır sessiz sedasız ama içeriği dolgun "Sinan'ı anma" programları düzenleyen Ağırnas Belediyesi büyük mimar hakkında birbirinden güzel, birbirinden değerli yazıları bir araya getirip yayınlamış. Bu kitap o kitap. (Edinmek için. tel: 0532 2932003. e-mail: agirnas@ttnet.net.tr)
|