Lütfen Tarayıcı Sürümünüzü Yükseltiniz.
BÖLÜM SPONSORU

“Metropollerin Göz Kamaştıran Ruhu Mahalle Ortamıyla Yarışamaz”

Parisli ve çok yönlü bir şehir felsefecisi olan Thierry Paquot, şehirlerin evreleri boyunca türlü kalıplara girmiş ya da özgürleşmiş bedenlerimizi izliyor “Şehirsel Bedenler” adlı kitabında.

“Metropollerin Göz Kamaştıran Ruhu Mahalle Ortamıyla Yarışamaz”

Parisli ve çok yönlü bir şehir felsefecisi olan Thierry Paquot, şehirlerin evreleri boyunca türlü kalıplara girmiş ya da özgürleşmiş bedenlerimizi izliyor “Şehirsel Bedenler” adlı kitabında.

Büyüyen şehirler bize kendi kurallarını dayatırken, bedenlerimizin bu kurallara uyumunu ya da isyanını sorguluyor. Bunu yaparken iflah olmaz bir “bisikletli” olduğundan, sokakların nabzını çok yönlü tutabiliyor.

Bense, içinde yaşadığımız ve şekillenmesinde çokça rol aldığımız şehirler ile bizler arasındaki ilişkinin değişik yüzlerini anlatan bu kitabı genel olarak değerlendirip özetlemek yerine, çarpıcı bulduğum ve okuyucuyu düşünmeye, karşılaştırmaya ve en önemlisi sorgulamaya iten yanlarıyla paylaşmayı yeğliyorum.

Giriş, gelişme ve sonuç olmaksızın işin kendimce kolayına kaçıyorum. Zoru seven ve konuya merak duyanların, 135 sayfalık bu kitabı baştan sona keyifle okuyacağını düşünmesem bu kısmi paylaşıma hiç soyunmazdım…

Paquot, zor bir durum dediği taşra insanından metropol insanına geçişle başlıyor kitabına: Metropolleşen şehirlerin sokakları ve taşıtları bizlere kendi kurallarını dayatırken bizler ya uyum ya isyan halinde oluyoruz. Ancak herkesin herkesi tanıdığı taşra şehirlerinden, insanların birbirlerini ve hatta kendilerini bile tanımadan, git gide daha da maddeci bir anonimlik içinde birbirlerinin yanından geçip gidiyor oldukları metropollere evriliyor olduğumuzu düşününce, bedenlerimizin olası tepkileri bizleri düşündürüyor ister istemez…

Nasıl düşünmeyelim ki? Julien Gracq’ın şehirlerde yaşamayı günlük gidiş-gelişler yoluyla kimi ana eksenler etrafında güzergahlar danteli örmeye benzetmesi, Paquot’un zor durum tespitini daha da pekiştirir. Çünkü günümüz şehirlerinde insan bedeni şehrin eksenlerine öylesine bağlıdır ki, günlük gidiş-gelişleri alışkanlık haline getiren bedenlerimiz kimi zaman geri kalan her şeyi unutur. Bazen de bu rutinden kurtulmaya, saklı potansiyelini kullanmaya çalışır ve bir şekilde yolunu arar… der Paquot.


Kitapta biraz geçmişe gidersek, Ortaçağ'da ideal bir şehir tipi yoktur iddiasıyla karşılaşırız. Ancak belirli mekansal ortaklıklar, bugüne oranla beden-şehir uyumunun daha öncelikli olduğunu kanıtlar niteliktedir:

Bu dönemde bazen damalı planın benimsendiği, bazen dairesel formla yayılan, bazen de şekil ve etkileri birbirine karıştıran şehirler tasvir edilir. Bu şehirlerin ortak yanıysa dar, dolambaçlı, engebeye uyumlu, rölyefe uyan ve daha eski olanı koruyan sokaklarıdır. Sokak genişlikleri genellikle onu çevreleyen binalar ve sokağı kullanan insanların -vasıtalı olsun ya da olmasın- ölçüleri ve algılarına, sokağın kullanılma yoğunluğuna dayalı olarak belirlenir. Bu yüzden olsa gerek, 12. Louis döneminde Paris’teki Notre-Dame Sokağı 7 metrelik genişliğine rağmen en önemli sokak sayılmaktaydı ve diğer bir çok sokak sadece 1 metre genişlikteydi…

18. yüzyıl sonlarına doğru sokaklar insan yaşamında daha geniş yer almaya başlayacaktır. 1781’de Paris'in Odeon Sokağı, kentteki ilk kaldırım ve aydınlatma çalışmalarına ev sahipliği yapar, sokak dolaşımını aksatan engeller kaldırılır, evler numaralandırılır ve belirli oranda genişletilir. Tarihçi Arlette Farge'ın değimiyle sokak, “orada bulunan insanların kıpırdanmasından itibaren hareket halinde bir mekan” halini alır. Bu dönemde sokak bir yandan yoksullar için bir sığınak ve adı kötüye çıkmış bir suç yatağı iken, öte yandan özentili bedenlerin kendilerini gösterdiği, gezintinin ve meraklı bakışların yaygınlaştığı bir kamusal alan oluverir. Yeni toplu ulaşım araçları ve istasyonlar, insanların manzara algısını ve güzergah ezberlerini değişikliğe uğratır; vitrinlerde boy gösteren icatlar, tabelalar birbiriyle yarışmaya başlar ve müşteriyi çeken havasıyla modernleşen şehir yaşamı sokağı kendi tekeline almaya başlar.

19. yüzyılda Paris’te, dönemin valisi Baron Haussmann tarafından “kenti düzene koyma” adı altında yapılan uygulamalar, Ortaçağ dokusunun yıkılıp geniş bulvarların açılmasına ve çok sayıda yeni bina ve meydanın yapılmasına yol açmış, yaşanan bu dönüşüm sürecinin nedenlerinden birinin de kenar mahalleleri ve halkın başkaldırma aracı olan sokak barikatlarını ve eylem gücünü kırmak olduğu hep bilinmiştir.

Camillo Sitte'nin bir klasik halini alan “Şehirler Kurma Sanatı”na da başvuran Paquot, kitabın modern şehirlerin düzenlenmesindeki aleladeliği ve itici güçlerin yoksunluğunu aktaran satırlarını öne çıkarır:

“Eskiler”in uygun yol sistemi ve dolaşım kolaylığı sağlamadaki başarısını, dağınık yolların imgelemeye ve alışılagelmiş binayla yapıları uyumlu bir biçimde tasarlamaya nasıl izin verdiğinden bahseden Sitte, “yeniler”e dair kaleme aldığı kısma “oysa” ifadesiyle başlayıp, “var olan gerçek ve arzu edilen konuların çeşitliliği, zenginliği çoğaldıkça, tumturaklı kurallara uygunluğunu, modern yerleşimlerin gereksiz simetrisini ve tekdüzeliğini de o denli mahkum etmek gerekir” diye ekliyor.

Bina cephelerinin hizalanışı, düz çizgi halinde bir planlama, düz hat saplantısı, duyarlık belirtisi taşıyan her şeyin atılması, işlevin önceliği, sokakta trafiğin, çabukluğun ve yaya aleyhine ulaşım olanaklarının yeğlenmesi… Bütün bunlar şehirsel dekorun, konforun ve karayollarındaki “cana yakınlığın” kısırlaşmasına nedendir. Bu kötü durumun vurgusu yine Sitte’den gelir:

"Günümüzde uygulama açısından hiç kimse şehircilik ile bir sanat sıfatı gibi ilgilenmiyor, yalnızca teknik bir sorun gibi ele alıyor." 


Sokakların benzersiz olduğunu, bedenlerimize kendi dillerini kabul ettirdiklerini düşünebilirsiniz. Ama sokaklar ve bedenlerimiz arasındaki etkileşim, iletişim yakında teknolojinin etkisiyle kökten değişeceğe benziyor. Bedeni neredeyse işlevsiz kılan bu yeni düzen, kaldırımlara ve yol güzergahlarına döşenecek akıllı çipler ve uydu teknolojisine dayalı bir operatör sisteme cep telefonunuzla bağlanmanızdan ibaret. Konumunuz, varmak istediğiniz yere olan mesafeniz, en kısa yol tarifi, çevrenizdeki binaların mimari ve tarihi özelliklerinin aktarımı gibi konular hakkında telefon ekranınıza ulaşacak sanal bilgiler, bedeninizi daha az yoracak …

Doğallıktan uzak ve teknoloji tabanlı bu yol çoktandır Japonya ve San Francisco’da deneme aşamasında. Turistlerin beğenisini kazanacağı aşikar olan bu yöntemin bedenleri zaptetmekle az yormak arasında nerede duracağı ise tartışma konusu…

Özellikle banliyölerde sayıları giderek azalan banklara gönderme yapan Paquot, şöyle ilginç bir tartışma konusu başlatıyor:

"Bir toplumun insanlıktan çıkarılışı, en temel misafirperverlik işaretinin, birlikte yaşamın ilk aşamasının, yani bank gibi böylesine halka açık sıradan bir şeyin yok olmasıyla başlar" deniliyor… Ve bazılarının payına diğerlerinden fazlası düşüyor diyor George Orwell… Bankın ayakları, kolları ve bir sırtı olduğunu ve bir insanı andırdığını düşününce bu durum daha da acımasız bir hal alıyor. Oysa Şehirsel Bedenler, şehirde oturan bir insanın nerede oturursa otursun, hatta nerede ayakta durursa dursun o şehrin dekoruna katkıda bulunduğunu savunuyor.

Paquot, kitabın sonlarına doğru Paris üzerinden günümüz metropollerine bir gönderme yapıyor:

"Artık Paris, yatakhaneleri, duygusuz mimarisi ve toplama kamplarına özgü şehircilik anlayışına sahip mega toplu yerleşimleri, gündelik hayatın üçe bölünüşü (metro-iş-uyku) ve faaliyetlerin bölgelendirilmesi (iş, ikamet, tüketim, boş zamanlar) olmaksızın düşünülemez. Altıgenin (coğrafi sınırlarının benzerliği nedeniyle Fransa’ya verilen isim) tamamı, köylerin çıkışındaki klonlanmış ev parselleriyle şehirliye dönüşüverdi ve bölgeleri şehirleşti…"

Perdeyi günümüz klişe metropollerinin göz kamaştıran ruhunun doğal bir mahalle ortamıyla hiçbir zaman yarışamayacağı tespitiyle kapatan Paquot, son alkışları, şehre ve şehirsele dair, beden üzerine, kamusal alan, sokak, yerler, beş duyu, beden duruşları, yürümek alt başlıklarıyla sunduğu kaynakça gezintisi ile topluyor.

Benim son sözlerimse kitabın ön yüzüne dair… Kapağındaki mesaj, bir bisikletli olan ve şehirlerin gidişatından yana kötü polisi oynayan yazarın ruh haliyle örtüşse de kitabın adından esinlenip kurulan hayalleri arkasına alıp bizden saklıyor; iyimserlik ve umut neredeyse tükendi diyor… Size sunduğum bölümler bir yana, bu mesajı, kitabı okurken de hissettim.

Umarım siz bu tükenmeyi hissetmezsiniz ve "sorun yalnızca bendeymiş" der, suçumu ön yüzle paylaşırım…

http://www.yapi.com.tr/haberler/metropollerin-goz-kamastiran-ruhu-mahalle-ortamiyla-yarisamaz_103242.html

Read Comment Section
İlk Yorumu Siz Yapın
Gönder

Yorumum onaylandığında e-posta ile bildir.

E-posta adresimle bültenlere abone olmak istiyorum

Haber gönderin Hemen haber gönderin

Sosyal Medyada Yapi.com.tr:

Abone Ol Yapı sektöründeki tüm gelişmelerden en önce siz haberdar olmak isterseniz e-bültenimize abone olun.
Bülten arşivine erişmek için tıklayın

REKLAM VERİN

Ajanda
TAMAMI » Bugünkü Etkinlikler BUGÜN:
Herhangi bir etkinlik mevcut değil!