Foto: channels.com
Çağdaş sanat dünyasında bazen öyle yapıtlar gerçekleştirilir ki, insan
neresinden tutacağını şaşırır. O sanatın amacı da budur zaten: insanı mümkün
olan bütün kültürel donanımıyla birlikte kavramak. Mekânlar, zamanlar,
bellekler, kimlikler, aidiyetler, politik sorunlar, bireysel/insani dramlar
çağdaş sanatın üretildiği zeminlerdir. Dünyanın çeşitli yerlerinde bienaller
biraz da bu nedenle düzenlenir. O ülkenin bazen coğrafyasını, bazen kültürünü,
bazen siyasetini söz konusu etmek.
Geçenlerde İstanbul'da gezdiğim bir sergi bana yeniden bu mecrayı düşündürdü.
Nilgün Mirze'nin düzenlediği bir sergi bana İstanbul ve Türkiye
konusunda son zamanlarda aklımdan geçirdiğim neredeyse bütün konuları yeniden
düşünmem, irdeleme olanağı verdi. Sergi molecular (İstanbul)
adını taşıyor ve Amerikalı sanatçı Serge Spitzer'in bir mekân
düzenlemesini (enstalasyon) içeriyor. Spitzer 1951 Bükreş doğumlu bir sanatçı ve
1980'lerin başından beri New York'ta yaşıyor, orada çalışıyor. Dünyanın en
önemli müzelerinde, galerilerinde işlerini göstermiş. İstanbul'un yabancısı
değil. Fakat bu defa yaptığı iş benim için son zamanların en çarpıcı
yapıtlarından birisiydi.
Sergi 350 yıl önce inşa edilmiş ve Hasköy'de bulunan,
1950'de son kez kullanılmış bir sinagogda yer alıyor. O tarihte
İstanbullu Yahudiler Tora'nın önüne bir duvar örüp ahşap iç mekâna sahip bu
havrayı terk etmişler. O günden sonra kentin ve bölgenin coğrafi dönüşümüne
koşut olarak sinagog da asal amacını yitirmiş. Yanında yöresinde bir kauçuk
atölyesi, bir alüminyum dökümhanesi, bir bilardo salonu falan yer almış. İç
mekân pek o kadar yıkık dökük değil. Ahşap bir kubbeden ve dört büyük ahşap
kolondan oluşuyor. Bakınca insanın içini parçalayan bir kentsel bilinçsizlik
numunesi. Olacak iş değil böyle bir yapının bu hale getirilmesi ama başarmışız
işte.
Spitzer bu mekâna bir 'yerleştirme' uygulamış. Çin'den 4.5
ton ağırlığında binlerce farklı renkte büyücek cam
bilyeler/toplar ithal edilmiş. Bunları belli bir düzen içinde kubbenin
altında, kapının ötesinde bir yere yaymış. Tepede o güne kadar kapalı duran
pencere açılmış. Işıkla birlikte yerdeki camlar renk değiştirmeye, dönüşmeye
başlıyor. Yan taraftaki dökümhanenin fırını yanınca alev ve ısı yükseliyor,
kauçuk atölyesindeki makineler işleyince mekân titremeye, adeta solumaya
başlıyor ve nihayet yere serili o bilyeler etrafa bir su görüntüsü veriyor.
Su-ateş-hava bütünlüğü diyelim. Işığın değişmesiyle dönüşen renkler belki
çağların, coğrafyaların ve tarihin, o mekâna içkin belleğin dönüşümüne bir
gönderge. Son derecede lirik fakat bir o kadar da hacimli, yerleşik, kunt bir iş
bu.
Mekân dediğimiz varlık modern bilincin en çok sorguladığı
olgulardan birisi. Fransız felsefeci Gaston Bachelard'ın çığır
açan yapıtı, tıpkı Henri Lefebvre'nin Mekânın
Üretimi yapıtı gibi bize o konuda büyük ufuklar açar. Bachelard'ın
temel iddiası son derecede çekicidir. Mimarlığın bir 'teknik' mesele olmadığını,
kapının, bacanın, çatı arasının, pencerenin sadece birer 'nesne' olmadığını,
bizdeki psikolojik uzantılarıyla yaşadığını belirtir. Çekmeceler, kapalı
kutular, dehlizler, hücreler, bunların hepsinin bizde yerleşik bir ruhsal,
psikanalitik anlamı vardır. Yani mekân biziz. O nedenle de insan, der Bachelard,
bir köşeye çekilince orada imgeler üretmeye başlar. Onların bazıları arkaik
şeylerdir bazıları kendisinin getirdiği. Sonra Bachelard'ın bir başka temel
iddiası içeriyle dışarının ayrımıdır. Bir sınır çizgisi varsa orta yerde ve
içeriyle dışarı birbirinden ayrılıyorsa iç mekânla dış mekân birbirinden
ayrılır. Ruhsallık söz konusu olduğunda iç mekânın dış, dış mekânın da
içselleşmesi, birbirine dönüşmesi diyalektik bir süreçtir. Bunu biraz ileri
götürerek şunu söyleyelim: her mekânın bir hafızası vardır ve bu hafıza bizim
hafızamızla ne kadar örtüşmese de kesişebilir.
Nitekim ben Hasköy Sinegog'una girdiğim zaman bütün bir
geçmişin benim kişisel bilincimle kesiştiğini ve bilinçdışımda sakladığım
imgelerin o mekânda dönüşerek orayla bütünleştiğini gördüm. Serge
Spitzer'in işini de hiç kuşkusuz bu mekânla kişisel
bilincimin/belleğimin kesiştiği bir odağa yerleştirerek izledim. Zaten değişen
ışık, her dalgalanmasıyla birlikte o bilinçdışımı da yeni çağrışımlara
sürüklüyordu. O mekân var ve yok bir mekân. Ne kadar çok anlam üretiyor onunla
bütünleşmiş olan iş.
Bachelard'ın bir saptamasıyla bitireyim. Hani şu çocukluğumuzda bile
çizdiğimiz, sonsuza doğru gidip keişen küçük patikalar vardır, bir arazinin
ortasından geçer ve bir keçi yoluna benzer. Bachelard onu bir 'arzu yolu' olarak
tanımlıyordu. Terk edilmiş Hasköy Sinagog'undaki iş de kapıdan girince gerideki
karanlığa doğru uzanırken bana aynı şeyi çağrıştırdı: arzunun güzergâhı. O iş o
mekânın geçmişine doğru uzanırken bir mekânın terk edilmişliğine gömülü
hatırları çağrıştırıyordu. Unutulmuş İstanbul, yitirilmiş arzular, terk edilmiş
bir mekân... Unutmayalım ki, her hatıra bir arzuyla her unutuş bir arzuyu
bastırmayla ilişkilidir.
|