Bir projenin onaylanması için gereken koşulları maliyeti düşük, kazancı
yüksek; çevresel olumsuz etkileri düşük, yerel kalkınma etkilerini yüksek
göstermek olarak belirtiyor dünya genelinde 20 ülkede 300 büyük projenin
uygulanma ve uygulanmama durumunu araştırmış olan “Megaprojeler ve
Risk” ve “Tasarımla Aldatmak” adlı bilimsel
çalışmaların sahibi Bent Flyvbjerg. Flyvbjerg yakın zaman kadar
Danimarka’nın Aalborg Üniversitesi’nde iken, bu ve benzer çalışmalarının
yayınlanmasının ardından, şimdilerde Oxford Üniversitesi’nde şehircilik
profesörüdür.
“Büyük şeyler başarmış olan Prens, esasen insanları
kurnazlıklarıyla kandırmayı bilen, ve sonunda, bu sayede kalıcı olandır” der
Makyavelli. Pek çok büyük proje sahibi, bu yaklaşımı kullanmaktan çekinmez;
hukuku, kamuyu ve medyayı projenin maliyet ve faydası hakkında kandırmak
anlamına gelse de.
Ancak, projelerin uygulama aşamasında, kurgu gerçekle
yüzleştiğinde, İzmir’de olduğu gibi pek çok kentimizdeki örneklerde “gerçek
değil hayal” olduğu anlaşıldığında, sonuçlar çok büyük maliyet açıkları,
gecikmeler, kayıp gelirler, ciddi borçlanma, dahası olumsuz çevresel ve
toplumsal etkiler olarak ortaya çıkmaktadır. Flyvbjerg’in çalışmasında her 10
büyük projeden 9’unun bu türden bir finansal afete dönüştüğü ortaya çıkmıştır.
“Maalesef” diyor Flyvbjerg, “yalnızca finansal kriz ve afet değil, NASA’nın 2003
Columbia uzay gemisi projesinde olduğu gibi 7 astronotun ölümüyle sonuçlandığı
örnekler de var”. Ayamama Deresi’nin taşmasını, 1999 depremini ve diğerlerini
hatırlayalım.
Boston’ın Ana Arter/ Büyük Tünel Projesi, öngörülen
bütçesinin yüzde 275 fazlasına mal olmuştur. Denver’ın Uluslararası Havaalanı
tahmini maliyetin yüzde 200’üne yakın tamamlanabilmiştir. San Francisco Oakland
Körfez Köprüsü bütçesinin iki katından fazlasını geçmiştir. İngiltere ve Fransa
arasındaki “The Chunnel” tüneli, inşaat maliyetini yüzde 80, finansmanını yüzde
140 geçmiştir. Oysa proje sahibi Eurotunnel şirketi yöneticileri,
yatırımcılarını -öngörülmemiş koşulların proje maliyetinin en fazla yüzde 10’u
olduğunu söyleyerek- kandırmasını bilmişti, projenin
başlangıcında.
Bangkok’un 25 milyar dolarlık Göktren Projesi’nde tren
vagonlarının çoğu garajda çürümektedir, çünkü trafik yoğunluğu tahmin edilenin
yarısı kadar gerçekleşmiş ve şirket finansal krize girmiştir. Bu durum az
gelişmekte olan bir ülkede boş kapasiteye aşırı yatırım yapılmasının bir örneği
olarak kaynakların nasıl israf edildiğine tipik bir örnektir. Uluslararası bir
fenomen olan Sydney Opera Binası’nın yapım maliyeti dramatik biçimde öngörülenin
yüzde 1.400’ünü aşmıştır.
Sonuç olarak yalnızca reklam stratejisi ve
baskı aracı olarak üretilen “abartılmış faydalar ve azaltılmış maliyetler”
nedeniyle projeler ciddi sorunlar yaşıyor, finansal krizler, toplumsal tepkiler,
gecikmelerle karşılaşıyor. Flyvbjerg bu tür bütçelemeyi, “gerçek değil politik
bütçe” olarak tanımlıyor.
300 örneğin tümüne burada değinmeyelim, ama
aşırı yüksek olanları bir kenara bırakırsak her projenin öngörülen bütçenin
yüzde 50’sini aştığı, reklamı yapılan faydanın ise gerçekleşmediği ortaya
çıkmış. Dikkate değer bir nokta da şu; bu çalışma 2003 yılında sonuçlanmış, yani
tam da bugünün koşullarını tanımlıyor. Öyle, yetersiz teknik bilgi, donanım
eksikliği gibi sorunlar yaşanan dönemlerde değil. Bugünün bir yatırımcı
stratejisi olarak çalışılmış.
SIK RASTLANAN DURUMLAR
İzmir kentinde
bu duruma son dönemde sık rastlar olduk. Bütün medya organlarında milyarlarca
dolarlık yatırımların, kente sağlayacağı binlerce istihdamın, birkaç ay içinde
bitirilecek ulaşım ve “rezidans!” projelerinin haberleri afişlere çıkıyor.
Gerçekçi olmayan bu söylemler, yani politik bütçe, gerçeklerle karşılaştığında
kent yerinde sayıyor, hatta geriye gidiyor. Bu noktada, hâkim medyada, “politik
bütçenin” savunucusu politik iktidar ve sermaye kesimi tarafından suçlular
tanımlanıyor: Meslek odaları, sivil toplum örgütleri, yani kendi deyimleriyle
istemezükçüler:
“Önümüzdeki üç yıl içinde İzmir’de yaşayan herkesin
geliri, kazancı yüzde 30... Beş yıl sonra da yüzde 100 artacak.”
“Ya da;
engel olan kim? Hani bu kentin bazı çok bilmiş “istemezükçüleri” var ya;
“Efendim bu bölgeye yüksek bina yapılır mıymış” diyerek, o karşı çıkanlar tam üç
yıldır projenin başlamasını yargıya taşıyarak durduruyor, İzmir’in de çok
affedersiniz “içine ediyorlar”(!)
Hele bu “istemezükçülerin” içinde bazı
bilim adamları ve teknik adamlar yok mu; onlara daha çok şaşıyorum.”
“20
projenin inşaatına başlanacak. Bu sayede en az 10 bin kişi iş sahibi
olacak. Milyarlarca dolarlık yatırım gerçekleştirilecek. Ofis sorununu
çözdüğü gibi Alsancak trafiğini de rahatlatacak.”
“Sadece Mimarlar, Şehir
Plancıları Odası değil, diğer odaların da üzerine vazife olmayan konulara
burunlarını soktukları gibi “Yeni İzmir Planına” itiraz
etmelerinden...”
Flyvbjerg’in belirlediği politik bütçe tartışmasından
başka konunun bir boyutu daha var: Bugün kim yatırımımız engelleniyor ifadesini
kullanmış veya kullanıyor ise, O, ayrıcalıklı imar hakkı istiyordur.
Bu
ikinci boyut kent planlama ile ilgili. Araçsallaştırılmış planlama anlayışının
yerleştiği günümüzün “siyasi-yatırımcı” eksenli güç ilişkilerinde, önce
yatırımcının kafasındaki kurgu proje gündeme getirilir, ardından gereken plan
hazırlanır. Yani süreç tersine dönmüştür. Ayrıcalıklı imar hakkı tersten işleyen
bu süreçte ortaya çıkar. Esasen onaylanan plan kanun hükmündedir ve yatırımcı
baskı yaratarak ve “yalan söyleyerek” kendine özel kanun değişikliği talebinde
bulunmaktadır. Kendine özel kanun değişikliklerini siyasi iktidarın son dönemde
sıklıkla geçirdiği Cargill yasası, Belediye Kanunu’nun 73. maddesi gibi
örneklerle iyice ayyuka çıkmış durumda.
Flyvbjerg’in tanımladığı politik
bütçe kandırmacası, ayrıcalıklı imar hakkını meşrulaştırmanın bir stratejisi
olarak kullanılıyor. Sonuç dünyanın her yerinde aynıdır.
Özet olarak, bir
kent parkı “rezidansa”, bir anıt eser özelleştirilerek alışveriş merkezine, fay
hatlarının üzerleri gökdelenlere dönüştürülmek isteniyor. Bu istek milyar
dolarlık yatırım çekeceği, binlerce istihdam yaratacağı, 3 ayda bitirileceği,
kentin ortalama gelirini 2 katına çıkaracağı yalanlarıyla meşrulaştırılmaya
çalışılıyor. Buna karşı çıkan kamu yararı savunucuları ve bilimsel çevreler
yanlışa hayır diyor. Suçlanıyor. Kurgu, gerçekle karşılaştığında fiyaskoya
dönüşüyor. Ağzından damlayan balın sahte olduğunu söylediğimizde, suçlanıyoruz.
Olsun.
Şimdi bilimsel gerçeklerle konuşabilir
misiniz?
(*) Araştırma Görevlisi, İzmir Yüksek Teknoloji
Enstitüsü Şehir ve Bölge Planlama
Bölümü
|