Kent, kıra karşı zaferini ilan edeli çok oldu. BM’nin istatistiklerine göre
dünya tarihinde ilk kez, dünya nüfusunun yarısından fazlası kentlerde yaşıyor,
2050’de ise yüzde 70’i kır yerine kentsel alanlarda yaşayacak. Akla gelen “E
peki yumurta?”, “Tarımı kim yapacak?” sorularına teknoloji çareler bulalı çok
oldu. Susuz tarım hobi olmaktan çoktan çıktı, tarım deyince çocuklarımızın
aklına kasketli köylüler değil astronot benzeri hijyenik kıyafetlerle susuz
tarım yapan teknisyenler gelecek. “Köy”ler otantizmin kaleleri olarak turizmden
ve kent kaçkınlarından geçinecek. Kabul edelim, kentler artık yaşam alanımız.
Öte yandan kentler modernizmin mutlak zaferini ilan etmiş, ondan soyutlanmış,
insanın kesin hakimi olduğu, kırın beslediği, enerjinin sonsuz/sorunsuz aktığı
birer uygarlık anıtı değil artık. İnsanın hunharca kullandığı kiralık evi,
kaçamayacağı yaşam alanı, kaynakların yetemediği, uğruna buzulların çözüldüğü,
tüketmeye doyamadığımız israf yuvaları. Kırdaki insanın tarlasından aldığı
sebzeyle veya pazarından aldığı kıyafetlerle gördüğü ihtiyaçlarını gidermek için
tonlarca ağırlıktaki arabalarla kilometrelerce yol gidilen, bu arabaları yıkamak
için tonlarca suyun harcandığı, tonlarca suyun getirilmesi için tonlarca betonun
döküldüğü, kilometrelerce yolun yapılması için binlerce insanın çalışıp, üretip
bunun karşılığında bol bol tükettiği yerler kentler.
Peki, birey olarak biz kentte nasıl yaşıyoruz? Kentimiz bizim için, sadece
“kapımızın önünü süpürmekle” yükümlü olduğumuz, geri kalan her şeyi belediyeye
havale ettiğimiz, onun dışında kafamıza göre yaşadığımız yerler mi, yoksa
sorumluluk duyduğumuz, olan bitenlerle ilgilendiğimiz, kaygılandığımız yaşam
alanları mı? Aşağıdaki sorular nasıl düşündüğünüze dair ipuçları verebilir.
Şehrin dışındaki kapalı bir sitede mi oturuyorsunuz yoksa şehir içindeki bir
konutta mı? Şehrin dışındaki kapalı alanlar evet güvenliklidir, evet havuzları
vardır ancak kentten kopmuşsunuz demektir. Kentiniz, evinize gitmek için içinden
geçmek zorunda olduğunuz bir trafik yumağıdır sadece. Ondan sadece şikayet
ediyor, aynı zamanda da onu tüketiyorsunuzdur. Kent içinde oturduğunuzda,
sokakta bütün olan biten kapınızın önünde oluyordur, kentle içiçesinizdir,
sokakta beğenmediğiniz bir şey olursa yapanı uyarırsınız, bunu belediyeye
şikayet edersiniz. Sizin için bunu yapacak bir site yönetimi olmadığı için kenti
sahipleniyor, onunla ilgileniyor, kenti üretiyorsunuzdur.
Birlikte yaşama
Ulaşımınızı arabayla mı yapıyorsunuz, toplu taşıma veya alternatif ulaşım
yöntemleriyle (bisiklet, paten vs.) mi? Bir araba kentte, yollarda etki alanıyla
yaklaşık 10-12 m2 yer kaplar (4x4’ler için bu daha da fazladır), tonlarca araba
kendi ağırlıklarının yaklaşık onda biri ağırlıktaki yolcuları taşır, aslında
araba sizi değil, kendini taşıyordur, hatta, maddi olarak siz onu
taşıyorsunuzdur. Enerji verimsiz kullanılıyordur, kenti tüketiyorsunuzdur. Toplu
taşımayla veya alternatif yöntemlerle bir insanın kapladığı alan kendisi
kadardır. Enerjiyi verimli kullanıyorsunuz, trafik yaratmıyorsunuz, toplu taşıma
kullanıyorsanız yerel yönetime, bisiklet kullanıyorsanız kendinize artı değer
katıyorsunuz, artı değer katarak kenti üretiyorsunuz.
Alışveriş için sadece alışveriş merkezlerine ve süpermarketlere mi
gidiyorsunuz, arada sırada semtinizin çarşısına da uğruyor musunuz? Evet
AVM’lere yağmur yağmaz, klimatik ortamlardır ama kent dışındaysa yine arabayla
gitmekten başka çareniz yoktur, kent içindeyse devasa ve çirkin kütleleriyle
kent estetiğinin canına okurlar. Oralarda sadece alışveriş vardır, kentten
uzaktasınızdır, ne dilenci bir çocuk görürsünüz ne de bir miting. İnsanların
neleri dert ettiğiyle ilginiz yoktur, sadece alışverişin yarattığı sanal
dünyanın büyüsüne kapılmışsınızdır, bir kenti kent yapan “birlikte yaşama”
ilkesi orada söz konusu değildir. Üstelik paranız dolaysız olarak mağazaya ve
AVM yönetimine gider. Bu süreç sonunda kent içindeki mağazalar birer birer
kapanır ve AVM’lere açılırlar, AVM’ler büyürken kentlerin içi boşalır, kentler
boşalırken AVM’ler dolar. Sonuçta kent yavaş yavaş tükenir, siz de hem ondan
kopar hem de onu tüketirsiniz. Semt çarşısında ise manavla sohbet vardır,
pahalıysa pazarlık vardır, yolda yürümek, yağmurdan ıslanmamak için köşedeki
kahvede biraz soluklanmak vardır. Memur eylemleri vardır, alışveriş gerçekliğe
karışır, hayatın ve sosyalleşmenin bir parçası olur. Kentle ve insanlarla
biraradasınızdır, kenti kullanıyor ama bir parçası olarak onu aynı zamanda
üretiyorsunuzdur.
Peki kentte ne tüketiyorsunuz? Sadece karayollarını, süpermarketlerdeki
ürünleri, mağazalardaki trendleri, doğalgazı, elektriği ve suyu, gazetelerin
Pazar ekinde gördüğünüz mekânda güzel manzarayla mojitosu veya köşedeki tekel
bayiini veya elektronik marketlerindeki ses sistemlerini mi? Peki kenti
tüketirken, aynı zamanda üretebilir miyiz? Bir müze ziyareti zihnimizde bir
yerlerde bir şeyleri oynatırken müzeye başka sergiler için güç verir, bir
festival filmi izlemek yönetmenini başka cesur filmler için cesaretlendirir, her
zamanki kebapçı yerine yeni açılan bir lokanta, adını duymadığımız yemekleriyle
damağımızda yeni tatlar bırakabilir. Kentte üretilmiş ve kente sunulmuş
yaratıcılığı tüketmek de yeni şeyler yaratmaya yol açacağı için kenti yeniden
üretmektir.
Eğer ki şanssızsanız ve sürdürülebilir kentsel kalkınma üzerine kafa yormayan
bir belediyeniz varsa (ki genelde Türkiye’de durum budur) ve siz kentinizi
sadece tüketiyorsanız, belediyenizden fazla bir şey beklemeyiniz. O sizin daha
fazla tüketmeniz için ortam hazırlayacaktır sadece. Arabanızla daha fazla karbon
salmanız için köprülü kavşaklar, daha büyük alışveriş merkezleri için daha büyük
arsalar, daha çok çöp yığabilmek daha devasa çöp alanları yaratacak ve daha çok
su tüketmeniz için kilometrelerce ötedeki nehirleri sizin için kurutacaktır.
Fakat bu yaratma/kurutma edimi hiçbir zaman yeterli gelmeyecektir. Olsun
“hizmet” gelir, siz de belediyenizi kâh eleştirir kâh ona alkış tutarsınız. Daha
çok “hizmet” verene daha çok oy verirsiniz. Sonuç olarak, kenti hep beraber
tüketiyor, hizmet veren/oy alan belediyeler ve hizmet alan/oy veren kentliler
olarak karşılıklı birbirinizi kandırıyorsunuzdur.
Çözüm
Kentlerimizden başka yaşayacak yerimiz olmadığı için onları yeniden
üretmeliyiz. Gidişat dünyanın birçok yerinde, tartışmalı da olsa tersine dönmeye
başladı: Syidney 2012’ye kadar karbon salınımını yüzde 20 azaltma sözü verdi ve
bütün ışıklandırmasını sürdürülebilir enerjiyle yapıyor, Köln “Zurück in die
Stadt/Kente Geri Dönüş” hareketiyle plancı ve mimarlarını kent içini daha çekici
ve yaşanılır yapmaları için seferber etti. ABD ise banliyö odaklı yaşamın
getirdiği ekonomik ve sosyal felaketlerin sonuçlarını derinden yaşıyor, “New
Urbanism/Yeni Kentçilik” hareketi ile anlamlı kentsel yaşam alanları yaratmanın
yollarını arıyor. Türkiye’deki kentler ise, kentleri tüketen sakinler, bundan
memnun ve daha çok tüketme imkanı yaratan belediyeler ikileminden çıkmanın
yollarını bulmalı. Kenti üretmenin, onunla, onun insanlarıyla beraber birarada
yaşamanın ekonomik ve toplumsal getirisi birçok şeyi çözecektir. Bunun için önce
yaşam tarzımızı, sonra kentsel yönetimlerimizi sorgulamamız gerekiyor.
Efe Gönenç / Mimar, Kentsel Tasarım
Uzm.
|